Dünya Bütün İnsanların Ortak Malıdır

“Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.” (Furkan, 25/67)

Dinimiz, israf ve savurganlığı yasaklarken, aynı zamanda şahsi mülkün ve tüm insanlığın ortak varlığı olan doğal zenginliklerin kullanımı ile ilgili belirleyici önemli ilkeleri de getirir. Eşyanın kullanımındaki yanlışlık dinimizde israf olarak isimlendi-rilmiştir. İsraf, sadece sahip olduğumuz özel mülkiyetin bilinçsizce tüketilmesi de-ğil, aynı zamanda doğal kaynakların kötü tüketimini de içermektedir. Bu konudaki kural tanımazlık tüm bu nimetlerin yaratıcısı ve sahibi olan yüce Rabbimize karşı da bir saygısızlıktır.

Dünyamızın sahip olduğu kaynakların sınırlı olduğunu bugün her zamankinden daha iyi biliyoruz. Savurganlık ve aşırı tüketim sadece bizleri değil, dünyayı ken-dilerine emanet edeceğimiz gelecek nesilleri de etkileyecektir. Bu nedenle tüketim konusunda bilinçli ve duyarlı olmak zorundayız. Bilimsel bir gerçek olan kâinatın çok hassas dengelere sahip olduğu gerçeği, Kur’an’ın, “Şüphesiz, Biz her şeyi bir ölçü-ye göre yaratmışızdır” (Kamer, 54/49) buyruğu ile örtüşmektedir. Yeryüzünde bizlere verilmiş olan tasarruf yetkisi göz önüne alındığında, bu ölçüye dikkat etme ve onu koruma görevinin kulluğumuzun bir parçası olduğu açıktır. Ahzâb suresinin, Şüp-hesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzâb, 33/72) ayetinde ifadesini bulan “emanet”in kapsamı içerisine, sahibi olduğumuz nimetler yanında doğal kaynakların korunması da girmektedir. Bu nedenle bizzat sahip ol-duğumuz eşya kadar doğal kaynakların yerinde kullanılması da son derece önemli bir sorumluluk/emanet bilincini gerektirmektedir.

Dinimiz bize genel olarak eşyadan ve çevreden faydalanmamıza izin verir, ancak bu faydalanma insana gereksiz/keyfî kullanım hakkını vermez. İsraf ve savurganlık Allah tarafından yasaklanmıştır: “Ey Âdemoğulları her mescide gidişinizde süslü, güzel elbiselerinizi üzerinize alın, yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf, 7/31) ayetinde, yemek ve içmek hayatın düzeni için gerekli olan kay-naklardan yararlanmayı ifade etmektedir. Ancak bu yararlanmanın sınırları çizile-rek, eşyadan istifadenin sürekli bir şekilde olması için yersiz tüketim yasaklanmıştır. Bu nedenle, dünya nimetlerinden yararlanırken sınırsız ve sorumsuz bir tüketim anlayışıyla hareket edemeyiz. Aksine, bütün hareketlerimizi ve tüketim anlayışımızı Kur’an’ın önerdiği şu orta yol ilkesine dayandırmak zorundayız:

“Bir de akrabaya, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böyle saçıp savuranlar şeytanın dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (İsrâ, 17/26-27)

Sevgili Peygamberimiz de israf hakkındaki örnek tutumunu, abdest alırken bile gerekenden fazla su kullanılmasını mekruh sayarak göstermektedir. Konuyla ilgili olarak nakledilen bir hadis şöyledir:

“Sa’d abdest alırken Hz. Peygamber (s.a.s) çıkageldi. Onun çok su kullanarak abdest aldığını görünce; ‘Bu israf da ne?’ diye müdahale etti. Sa’d’ın, ‘Abdestte israf olur mu?’ diye sorması üzerine Resûlullah (s.a.s) şu açıklamayı yaptı: “Evet, akmakta olan bir nehir kenarında olsanız da.” (İbn Mâce, “Tahare”, 48)

Bu hadis-i şerif, israfın sadece abdest almada fazla su kullanmayla ilgili olmadı-ğını, söz konusu yasağın, kazanılması için emek ve zahmet gerektirmeyen, para har-canmayan bir eşya söz konusu olduğu zaman bile geçerli olduğunu ifade etmektedir.

İslam’ın israf ve savurganlığı bu kadar şiddetle yasaklamasının birçok nedeni vardır. Bunlardan sadece şunu düşünmek bile bu yasağın hikmetini anlatmaya ye-ter: Dünyada yaşamakta olan yaklaşık 6 milyar civarındaki her bir insanın, sadece bir defaya mahsus olmak üzere eğlence için bir ağaç kestiğini, bir hayvanı öldürdü-ğünü veya bir ekmeği çöpe attığını vs. var sayacak olursak elde edeceğimiz israfın matematik hesabı korkunç boyutlara ulaşacaktır. Bütün bunların ışığında nehir ke-narında abdest alan kişinin suyu dikkatli kullanmasını emreden Hz. Peygamber’in ne kadar anlamlı bir mesaj verdiği daha iyi anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak, insanlığın ortak malı olan dünyayı korumak onun içinde yaşa-yanların ortak görevidir. Bu konuda hepimize görevler düşmektedir. Daha iyi bir dünya, daha iyi bir gelecek ve daha güzel bir çevre için hepimiz üzerimize düşen görevlerin bilincinde olmalıyız. Sahip olduğumuz eşyayı, onları yaratan ve bizlere ikram eden yüce Allah’ın bir emaneti görerek ölçülü ve bir ibadet anlayışı içerisinde kullanmalıyız.

Dünya İle Ahiret Arasında Denge Kurulmalı

“Muhakkak ki âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” (Duha, 93/4)

Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in tasvirine baktığımız zaman dünya hayatının insanı aldatan bir meta (Âl-i İmran, 3/185), faydası ahirete göre daha az (Tevbe, 9/38), oyun, oyalanma ve eğlenceden ibaret olduğunu (Enam, 6/32) görmekteyiz. Bu durumu şu âyet gayet net bir biçimde gözlerimizin önüne sermektedir:

“Onlara dünya hayatının örneğini ver: (Dünya hayatı), gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgârın savurduğu kuru bir çer çöpe dönerler. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir. Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.”

Kur’an-ı Kerim yaklaşık altmış âyette dünya hayatına nötr bir yaklaşım ser-gilemekte, elli âyette olumsuz, yedi âyette ise olumlu mana yüklemektedir. An-cak şurasını gayet iyi bilmek zorundayız ki çizilen bu olumsuzluk, onun ontolojik (kevnî) oluşumuna değil, âhireti ihmal etmeyi yeğleyen hayat tarzınadır. O halde Kur’an’ın bu şekilde tasvir ettiği dünyanın daha ziyade “ahlakî” ve “dinî” bir terim olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Buna mukabil coğrafî anlamda yeryüzü için Kur’an da “arz” kavramı geçmektedir. Bu durumda âhiret amellerine engel olma-yan dünya hayatının meşrû, mubah, nimet ve mutluluk vesilesi olduğunu dikkate almamız gerekir.

Bununla birlikte dünya ve âhiret arasında bir tercih mecburiyeti bulunduğunda, konumuzun başında bulunan ayette belirtildiği gibi bizden âhiret hayatının önce lenmesi istenmiş, aksi davranış ise kınanmıştır (İbrahim, 14/3). Bu durumu bir başka âyet daha net bir biçimde ortaya koymaktadır. Buna göre; Hz. Peygamber dünya ziynetlerine meyleden eşlerini bizzat Kur’an’ın emrine uyarak ikaz etmiş, ya dünya hayatının süsünü, ya da onlardan Allah’ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu tercih etme-lerini istemiştir (Ahzâb, 33/28–29).

Peygamber Efendimiz de dünya hayatında kendisini bir yolcu gibi görmüş, ebedî yurdu unutmayarak ona göre hazırlık yapmış ve ümmetine de bunu tavsiye etmiştir. Ona göre dünya uzun bir yolculuk esnasında gölgelenmek için, geçici olarak altında gölgelenilen bir ağaç gibidir (İbn Mâce, “Zühd”, 3).

Netice itibariyle Müslüman ne dünyası için ahiretini, ne de ahireti için dünyasını ihmal etmelidir. İkisi arasında bir denge gözetmelidir. Bizler dünya hayatının bir im-tihan sahası olduğunun farkında olmalı, bu fırsatı iyi değerlendirmeli ve hesabımızı ona göre yapmalıyız. Zira ahiretteki mevkiimiz dünyadaki çalışmamızın bir nevi ürünü olacaktır. Unutmayalım ki dünya nimetlerine meylederek ahiret kazancını geri plana itenler hakikatte kendilerine çok yazık etmiş olacaklardır.

Dünya ve Ahiret Hayatı Sağlam Temelleri Üzerine Kurulmalı

“Binasını takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) ve O’nun rızasını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını çökmeye yüz tutmuş bir yarın kenarına kurup, onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (Tevbe, 9/109)

Allah Teala, işimizi sağlam temeller üzerine bina etme konusunu güzel bir örnek ile zihnimizde canlandırıyor. Bu örnekte, binasını Allah’a karşı sorumluluk bilinci, kulluk şuuru ve teslimiyet esası üzerine inşa eden bir adam ile heva hevesi peşinde koşan, Allah’a karşı kulluk görevinin hakikatini bilmeyen, binasını sağlam bir yere oturtmayan ikinci bir adam konu edilmektedir. Rabbimiz bizlere bu iki şahıstan hangisinin daha hayırlı olduğunu sormaktadır.

Ayette belirtildiği gibi, binasını dere kenarında, suyun altını oyarak dibini aşın-dırdığı ve üst yüzeyi desteksiz kalan yere inşa eden bir adam akıllı sayılır mı? Bu yer ki her an yıkılmak üzeredir. Allah bu anlamlı benzetme ile O’na inanmayanların, O’na ortak koşanların hayat tarzının bu şekilde anlamsız olduğunu, altının boş ve desteksiz olduğunu belirtmektedir. Altı boşalmış bir araziyi görerek ne güzel bir yer deyip ona sahiplenen kimsenin durumu ile Allah’ı, Kitabını, Resûlünü tanımadan yaşayan inançsız kimsenin durumu birbirlerine benzemektedir.

Dünya hayatımızı Allah rızası ve hoşnutluğu üzerine bina etmeliyiz. Yoksa kendi kurgularımız, zevklerimiz, basit heveslerimiz ile sürdüreceğimiz bir dünya hayatı temelsiz inşa edilen bir bina gibi olur. Dayanağı olmaz. Böyle bir bina en ufak bir sarsıntıda yıkılmaya mahkûmdur. Takva ve Allah’a kulluk esasına dayalı bina ise yı-kılmaz muhkem kaleler gibi dimdik ayakta durur. Hayırlara ve Allah’ın mükâfatını elde etmeye vesile olur. Bu durumda yapacağımız şeylerin Allah rızası için olmasına dikkat edelim. Bu fani dünyada Allah’ın rızasına uygun işler yapalım. Hayatımızı, Allah’ın emirleri ve yasakları doğrultusunda imar edelim. Her şeyimizde Allah’ın rı-zasını esas alalım. Daha sonra da yaptıklarımızı, hayat tarzımızı Allah ve Resulünün beğenisine sunalım. Kendimizi test edelim. Bunun neticesinde yaptıklarımızın iyi olup olmadığını anlama imkânı elde eder, eksikliklerimizi giderme yoluna gireriz.

Allah rızası dışındaki her şey fanidir, anlamsızdır, yok olmaya mahkûmdur. Ha-yat ancak Allah’ın rızasını elde etmek ve o yolda uğraşmakile anlamlı ve kalıcı hâle gelir. Onun dışındaki her şey ayette belirtildiği üzere yok olup gidecektir.

Şunu iyi bilmeliyiz ki, yaptıklarımızda Allah’a karşı sorumluluk ve O’nu hoşnut etme duygusu yoksa bunların Allah katında bir değeri ve anlamı olmaz. Aynı za-manda hesabını veremeyip ahirette azap çekmemize de neden olur.

Bu ayet ile yüce Allah, ikiyüzlü davranan, ayrılık tohumu ekmeye çalışan kişilere karşı uyanık olmamız gerektiğini de vurgulamaktadır. Çünkü ikiyüzlü insanlar da binalarını sağlam olmayan temeller üzerine, yıkılmaya mahkûm toprak yarlarının üzerine kuranlar gibidir. Bunun neticesinde de kuşkunun esiri olurlar. Sükûnetleri yoktur. Evinin ne zaman yıkılacağından endişeli olan biri gibi bocalayıp giderler. Kendi yaptıklarının iyi olmadığını bilirler. Fakat içlerinde Allah korkusu ve samimi-yet olmadığı için bu işlerinden de vazgeçemezler. Kendi binalarını aşındıra aşındıra Allah’ın azabına doğru ilerlerler:

Dünya Hayatı İsteyene Verilir

“Kim geçici dünyayı isterse orada ona, (evet) dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadar hemen veririz. Sonra da cehennemi ona mekân yaparız. O, buraya kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak girer.” (İsrâ, 17/18)

Dünya hayatı geçici olduğu gibi nimetleri de geçicidir. Dünya hayatını ve süsü-nü isteyen kişiye çalıştığının karşılığı verileceği bir eksilme olmayacağı ayette (Hûd, 11/15) ifade edilmekte, herkesin yaptığının karşılığını bu dünyada eksiksiz olarak alacağı belirtilmektedir. Bununla birlikte Allah, kişinin istediği kadar değil, ken-di dilediği kadar mükâfat vereceğini bildirmektedir. Burada hiç kimsenin hakkının yenmeyeceğine vurgu yapılırken sadece dünya hayatını isteyen kimseye de cehen-nemin hazırlandığı belirtilmektedir.

Kişi sadece dünya nimetlerini elde etmek için amel işlememelidir. Zira Allah her ne kadar dünya hayatını ve süsünü hedef edinen kimseye çalıştığının karşılığını eksiksiz olarak vereceğini, mağdur edilmeyeceğini bildirmekte ise de ahirette mağ-dur olacağı muhakkaktır. Çünkü geçici olan bu dünya hayatının lüksü için çalışan kimseler, bütün maksat ve niyetlerine göre çalışmalarını ve gayretlerini bu dünya hayatında tüketmiş olduklarından alacakları karşılık ancak dünya hayatı ile sınırlı-dır. Ebedî olan ahiret hayatında ise hiçbir mükâfata sahip olamazlar.

Sadece dünya hayatının nimetlerini elde etmek için gayret edenler, ahirette ateş-ten başka bir şeyle karşılaşmayacaktır. Dünyada iken yaptıkları bütün ameller ahi-rette yok olacak, karşılığını alamayacaklardır. Bu dünya hayatında bir iyilik işlemiş olsalar bile ahirette sevap kazanmak gibi bir maksatları olmadığı için hepsinin eli boş kalacaktır. Yani amelleri fani olan dünya hayatı ile yok olup gidecek, ahirete bir şey kalmayacaktır. Çünkü sadece dünyalık kazanmak için yapılan amelin hiçbir de-ğeri yoktur. Dünya hayatı fani olduğu için dünyadaki nimetleri ebedî kılmak ve elde tutmak mümkün değildir. Hayat sona erince her şey biter, yok olur gider. Dünya için yapılan işler de sona erer. Ancak sadece Allah için yapılan ameller ile Allah’ın zatı baki kalır (Rahmân, 55/26-27).

Konumuzu teşkil eden ayet-i kerimeye göre insanların dünya hayatındaki du-rumu iki kısma ayrılmaktadır. Bir kısmı sadece dünya için çalışanlar, bir kısmı da ahiret için çalışanlardır. Kim geçici dünya hayatını ister ve bütün gayretlerini ona yöneltir ve ahireti unutursa Allah da ona kendi iradesine uygun olarak arzusunu gerçekleştirme imkânı verir. Örneğin rızkını geniş kılar, hayatını rahat içerisinde geçirmesini sağlar. Bununla birlikte dünya nimetlerini isteyen herkes bazen mak-sadına da ulaşamaz. Allah dilediği şekilde, irade ve isteği ile o kişinin ihtiyacını sınırlandırır (Şûrâ, 42/20; Âl-i İmrân, 3/145). Öyle ki nimetler, kulun kendisine, istediği şekilde değil, Allah’ın dilediği şekilde bağış yapması ile ulaşır.

Ayet-i kerimelerde, ahiret nimetlerini isteyen kimseye bu nimetlerden fazlasıy-la verileceği belirtilmiş, sadece dünya nimetini isteyenlerin onu elde edeceği ifade edilirken, ahirette paylarının olmayacağı bildirilmiştir. Esasen kişinin maksadı ahi-ret nimetlerini elde etmesi gerekirken, işlediği ameli ile Allah’ın rızasının dışında dünya ve onun süsünü elde etmek olursa, onun nasibi dünya hayatından fazla bir şey olmaz. Dünya hayatı ise geçici bir faydalanmadır, oyun ve eğlenceden farklı bir şey değildir (En’âm, 6/32). Ancak ahiret ise karar kılınan, esas heveslenilecek ve elde edilmesi için gayret gösterilecek yerdir. Bu bakımdan Karun, dünya süsü ve ziyneti ile kendi toplumunun karşısına çıkınca bir kısım insanlar ona heveslenirler, kendi-lerinin de o nimetlere sahip olmalarını temenni ederler. Ancak ilim sahibi olanlar onları kınayarak iman eden ve salih amel işleyenlere ahirette Allah’ın vereceği seva-bın daha hayırlı olduğunu hatırlatırlar (Kasas, 28/79).

Sonuç olarak şu hususa da vurgu yapmak gerekir. Ahiret hayatını isteyerek amel işlemek dünyadaki nimetlerden uzak kalmayı gerektirmez. İnsanın, kendisine hâkim olabildiği sürece o nimetlerden yararlanmasında bir mahzur bulunmamakta-dır. Ancak mümin kişinin asıl amacı da dünyada bolluk ve nimetler içinde yaşamak olmamalıdır. Bu bakımdan sadece dünyayı tercih eden kimseler bu hâlinden dolayı kınanmış, ahiret hayatını tercih ederek çalışanlar ise övgüye mazhar olmuşlardır.

Dünya Hayatı Geçicidir

“Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (En’âm, 6/32)

Bu âyet-i kerime; “Hayat ancak dünya hayatıdır. Biz tekrar diriltilecek değiliz” (En’âm, 6/29) diyen inkârcılara cevap vermekte ve bu dünya hayatının geçiciliğine dikkati çekmektedir. Yüce Kitabımız bu düşüncede olanlara şu gerçeği hatırlata-rak cevap yermektedir: Âhiret kaygısı taşımadan sırf dünya ile meşgul olanlar için “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” Hayata anlam ve değer katan şeyler, Allah’ın hoşnutluğunu ve O’na yakınlaşmayı umarak yapılan hayırlı işlerdir. Böyle bir düşünce ve niyet taşımadan yaşanılan hayat boş, manasız ve faydasız geçirilen bir süreden ibarettir. Buna karşılık muttakîler yani dünyada yaptıkları her işin hesabını Allah’ın huzurunda vereceklerini düşünerek yaşayan; O’nun buyruklarına asi olmaktan, yasaklarını çiğnemekten sakınanlar, kanunlarına tam bir saygı şuuruyla bağlananlar, bu tutumlarıyla dünyada kendilerine tanınan fır-satı hakkıyla değerlendirdikleri için, bunlar hakkında âhiret yurdu dünyadan daha hayırlı ve daha güzel olacaktır.

Ayet-i kerîmeden, dünya hayatının çok lüzumsuz, gerçek dışı, hiçbir değeri ol-mayan, hiçbir ciddiyet taşımayan, hiçbir amacı olmayan boş bir hayat olduğu anla-şılmamalıdır. Burada anlatılmak istenen dünya hayatının sonluluğu ve geçiciliğidir. Dünya hayatının hedef değil vasıta oluşudur. Yani dünya hayatının âhiret yurdu yanında çok kısa, geçici bir hayat olduğudur. Tıpkı çok ciddi bir iş için yolculuğa çıkan bir kişinin yolculuğuna devam ederken kısa bir süre dinlenmek ve sonra tek-rar yoluna devam etmek için uğradığı bir ağacın altında dinlenme ve oyalanması gibidir. Hadîd suresi 20. ayet-i kerimede dünya hayatının geçici ve aldatıcı oluşu şöyle tasvir edilmektedir:

“Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, alda-nış metaından başka bir şey değildir.”

İnsanlar “oyun” ve “eğlence”nin ne olduğunu bildiklerinden, yüce Allah insanla-ra, dünya hayatıyla âhiret yurdunu mukayese edip değerlendirerek yol göstermek-tedir. Oyun ve eğlencenin en önemli özelliği, geçici olmalarıdır. Çoğu zaman insana bir fayda da temin etmemektedirler. Geçici ve faydası yeterli olmayan dünya haya-tını kutsallaştırıp ona tutkuyla bağlanmak kişiye zarar verir. Daha faydalı ve daha kalıcı olanı araması gereken insan, onu bu dünya hayatında bulamayacak, ancak âhirette bulabilecektir. Unutulmamalıdır ki, o bulma işini ona bu dünyada âhirete yönelik ürettiği ameller kazandıracaktır.

Oyun; faydalı işleri bırakıp faydasız şeylerin peşine takılmaktır. Eğlence, “lehv” ise ciddiyeti bırakıp ciddiyetsizliğe yönelmek demektir. Dünya hayatını temel kabul edenler, onu sonsuz zannedenler, varsa da yoksa da işte yaşadığımız bu hayat var-dır, bunun ötesinde başka bir hayat yoktur diyenlerin dünyada yaptıkları oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.

Oyun ve eğlencelerle genellikle çocuklar ve bilgi derinliği olmayanlar meşgul olurlar. Akıllı insanların bu tür şeylere ayıracak fazla zamanları yoktur. Onun için yüce Rabbimiz, ayet-i kerimenin sonunda “Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” buyur-muştur.

Duanız Olmasa Allah Katında Ne Öneminiz Var

“(Ey Muhammed!) De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.” (Furkan, 25/77)

Kâinatın tek yaratıcısı olan Rabbimiz, bizleri akıl ve irade başta olmak üzere sayılamayacak nimet ve imkânlarla donatmış, bu nimetlerini ruh ile tamamlamıştır. Bu özelliklerimiz bizi diğer yaratıklardan üstün ve Yaratanımız karşısında sorumlu kılmaktadır.

Bizler boş yere yaratılmadığımız gibi, başıboş da bırakılmış değiliz. Allah’ın yer-yüzündeki halifesi ve yaratılmışların en şereflisi olan biz insanlar, herhangi bir ya-ratığa kul, köle olmak için değil, en geniş anlamıyla yeryüzünde O’nun iradesi ve istekleri doğrultusunda yaşamak üzere yaratılmış bulunmaktayız. Nitekim yüce ki-tabımız Kur’an, bizlerin Allah’a kulluk amacıyla yaratıldığımızı (Zâriyât, 51/56), dünya mutluluğunu elde edebilmemizin ve ebedî imtihanı kazanabilmemizin bu amacı gerçekleştirmemizle mümkün olabileceğini, Allah’ımıza sığınmadan, O’nun yardı-mını almadan bunu başaramayacağımızı haber vermektedir.

Yeryüzündeki her şey biz insanlar için yaratılmış (Bakara, 2/29) ve hizmetimize (Lokman, 31/20) verilmiştir. Bizlere verilen bu değer/önem karşısında akıl ve irade sahibi insanlar olarak bize düşen görev, yaratılış gayemize uygun davranmak, yara-tanımızı tanımak ve O’na ibadet/dua etmektir. Bu ayette, insanın ancak Allah’a bu yönelişiyle, O’nun katında değer kazanabileceği belirtilmiştir.

“Dua” kelimesi çeşitli âyetlerde; “Allah’a ibadet etme, yakarma, istek ve ihtiyaç-larını O’na arz ederek lütfunu dileme, seslenme ve yardıma çağırma…” gibi anlam-larda kullanılmıştır. Dua, bütün benliğimizle Allah’a yönelerek maddî ve manevî isteklerimizi O’na arz etmemiz ve O’na niyazda bulunmamızdır. Bir başka deyişle dua sınırlı, sonlu ve âciz olan bizlerin sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu-muz bir köprüdür.

Dua, aynı zamanda zikir ve ibadettir. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.s), “Dua ibadetin özüdür” (Tirmizî, “Da’avât”, 1) buyurmuştur. En önemli ibadet olan namazımız da, “dua” kelimesiyle ifade edilmiştir (En’âm, 6/52; Kehf, 18/28). “Namaz” anlamında kullanılan “salât” kelimesinin asıl manası da “dua”dır.

Başımız dara düştüğünde dua etmemizin yanı sıra özellikle refah ve rahatlık du-rumlarımızda da ibadet ve dua ederek Rabbimizi hatırlamamız kulluğumuzun bir gereğidir. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın emir ve yasaklarını gözet ki, O’nu önünde bulasın. Bolluk içindeyken (emir-lerine bağlı kalmakla) sen Allah’ı tanı ki O da darlığa düşünce (kurtarmak suretiyle) seni tanısın.”

Şunu da unutmayalım ki ibadet/dua etmeye ihtiyacı olanlar biz kullarız. Allah’ı-mızın hiçbir şeye ve bizim kulluğumuza ihtiyacı yoktur. Bu husus (manası Allah’a, sözleri Peygamberimize ait) kutsi bir hadiste şöyle açıklanmıştır:

“…Ey kullarım! Bana zarar verme mevkiine ulaşamazsınız ki bana zarar veresiniz! Bana fayda sağlama mertebesine de ulaşamazsınız ki bana menfaat sağlayasınız…” (Müslim, “Birr”, 55; Tirmizî, “Kıyamet”, 49)

Akıl ve irademizle, inanç ve eylemlerimizi seçme ve gerçekleştirme hususun-da özgürlük verilen bizlerin, yaratılışımızdaki amaca aykırı bir tavır sergilememiz çıkmaz bir yoldur. Biz insanlar için en büyük suç, -ister sözlerimizle ister davranış-larımızla olsun- kendi benliğimizi, gerçek insanlığımızı ve insanlık değerimiz olan izzet ve onurumuzu kazandıracak olan Allah’ın dinine ve O’na kulluğuna önem vermememizdir.

Bizleri yaratan, yaşatan ve rızık veren Rabbimize dua/ibadet etmez isek; bizlere yüce Yaratıcımız tarafından ihsan edilen üstün değerin kıymetini bilmemiş, O’nu yalanlamış ve O’nun katında “önemsiz /azabı hak etmiş bir varlık” hâline gelmiş olu-ruz. Zira “Dua/Kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.” (Mümin, 40/60)

Öyleyse böyle bir duruma düşmekten sakınalım. Her zaman Rabbimizle irtiba-tımızı sürdürelim. Çünkü dua biz müminlerin tüm hayatımızı kapsayan sürekli bir kulluktur.

Ölüler Muhakkak Dirilecektir

“İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?’ De ki: Onları ilk defa var eden diriltecektir. O her yaratılmışı hakkıyla bilendir.” (Yasin, 36/77-79)

Yaşadığımız hayatın vazgeçilmez bir özelliği de sonlu olması, yani belirli bir süre hayatta kalmamız, daha sonra biyolojik varlığımızın son bulmasıdır. Bu ölüm gerçe-ğine engel olma, onu geciktirme veya durdurma imkânımız yoktur. Çünkü her can-lının belirli bir ömrü vardır; o zaman geldiğinde hiçbir gecikme olmayacak ve her canlı ölümü tadacaktır (Âl-i İmran, 3/185; A’râf, 7/34). Ruhlar âleminde başlayıp anne rahminde devam eden ve nihayet dünyaya gözlerimizi açtığımız bu hayat, öldükten sonra son bulmayacak ve yeniden farklı bir boyutta hayatımız devam edecektir. Zira ölüm, bir yok oluş değildir; bu hayatta yaptığımız iyilik ve kötülüklerin hesabı görü-lecektir. Nitekim bu gerçekten kaçışın olmayacağı bir ayette şöyle bildirilmektedir:

“De ki, “Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya! O mutlaka size ulaşacaktır. Sonra gaybı da, insan kavrayışı içine girebilen âlemi de bilen Allah’a döndürüleceksiniz de, o size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.”

Ölümle, her an iç içe yaşamaktayız. Ancak hayatımızın ne zaman ve nerede son bulacağını bilmemekteyiz. Kim bilir o an, belki de şu andır. Hatta bu satırları oku-yup bitirmeye fırsatımız olmayacak.

Şu halde ölüm, korkulacak bir durum olmayıp, her canlının mutlak ve kaçınıl-maz sonudur. Nitekim hiçbir insanın ölüme karşı koyduğunu ve bunu başardığını göremeyiz. Hatta Peygamberler için de aynı gerçeğin olacağı ve yeni bir hayata geçi-leceği şöyle ifade edilmiştir:

“Biz senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar?”

Ayette; “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmran, 3/185) buyurulmaktadır. Ölüm gerçeği ne kadar kesin ise, öldükten sonra tekrar dirilmek de aynı şekilde kesindir. Nitekim bu ayetin devamında bu gerçek şöyle ifade edilmektedir:

“…Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennem-den uzaklaştırılıp cennete sokulursa gerçekten kurtuluşa ermiştir…”

Kur’an’da, Allah’ın birliği (tevhid) inancından sonra en çok zikredilen konular-dan biri de, öldükten sonra dirilmek ve bu dünyada yaşadığımız hayatın hesabını vermektir. Dolayısıyla ahiret inancı, Kur’an’da imanın temel şartları arasında sayılan son derece önemli bir konudur. Daha ilk sure olan Fatiha’nın ilk ayetlerinde yüce Allah kendisini, “Din gününün maliki” olarak tanıtır. Hatta diyebiliriz ki, Kur’an’da âhiret gününden bahsetmeyen hemen hiçbir sûre yoktur. Ölümden sonra dirilme, kıyamet, cennet, cehennem gibi olaylar, kısaca ahiret hep bu “gayb” konusunun içerisinde yer alır. Âhiret hayatının mahiyeti ve âhiretteki durumlar ile ilgili bilgiler, beş duyumuzla kavrayacağımız konular olmayıp, gayba ait konular olduğu için, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerle ve akılla açıklanamaz. Bu konuda tek bilgi kaynağımız vahiydir. Kur’an’da ve sahih hadislerde nasıl anlatılmışsa onunla yetiniriz. Bunun ötesinde aklî bir yoruma gitmemiz doğru olmaz.

Sağlıklı düşünebilen bir insan; aklı, kendisinde bulunan adalet, sorumluluk, ebedîlik ve sonsuzluk duygusu ile insanın başıboş ve amaçsız yaratılmadığı fikrin-den hareketle, âhiret hayatının varlığını tabii bir şekilde kabul eder.

Hepimizde sonsuzluk ve ebedîlik duygusu vardır. İşte öldükten sonra diriltil-memiz ve yeni bir hayat yaşama isteğimiz, âhirete inanmayı gerekli kılmaktadır. Bu sayede, dünya hayatımız daha da bir anlam kazanmakta ve ölüm ile yok olmayaca-ğımızı daha iyi kavramaktayız. Nitekim Kur’an’da, hayatı sadece bu dünya ile sınırlı görenler şiddetle reddedilmiş, ahirette tekrar diriltileceğimiz ve yaşamaya devam edeceğimiz belirtilmiştir. Ayette; “De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüp-he götürmeyen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler…” (Câsiye, 45/26-27) buyurulmuştur.

İslamiyet Kolaylık Dinidir

“Allah, sizden yükümlülükleri hafifletmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28)

Yüze dinimiz İslam, insanlık için dünya ve ahiret saadetini temin etmek üzere gönderilmiştir. Dinimizin evrensel niteliklerinden birisi de onun kolaylık dini olma-sıdır. İnsanı gücü nispetinde sorumlu tutan İslam, insanları zora ve sıkıntıya, me-şakkat ve nefrete sokmak için gönderilmemiştir. Zira âyette de belirtildiği gibi, insan zayıf yaratıldığı için ancak takati nispetinde sorumluluğu kaldırabilir. Bu bakımdan hiçbir kimse takatini aşan işleri yerine getirememekten dolayı sorumlu tutulamaz. Ancak aklının erdiği gücünün yettiği nispetle sorumluluklarını yerine getirmekle mükelleftir.

Bu bağlamda kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yük-lemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır!”

Bu itibarla Allah’ın emir ve yasaklarından muradın insana güçlük çıkarmak de-ğil, yaşayışını ve hayatı kolay kılmaktır. Nitekim namazın şartlarından biri olan ab-dest almanın aslında bu ibadeti zorlaştırmak olmadığını Allahu Teala ilgili âyette şöyle ifade etmektedir:

“Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez.”

Yani ibadetlerin bizi madden ve manen hayata hazırladığı gibi abdest yoluyla da hem maddi necasetten temizlenerek hayat kolay kılınmış hem de manen daha güçlü olmamız murat edilmiştir.

Bu itibarla dinimiz insanı takatinin üstünde, altından kalkamayacağı, zorlana-cağı herhangi bir ibadetle yükümlü kılmaz. Yine bazı ibadetlerin zayıflık, hastalık, yaşlılık, acizlik, yolculuk, fakirlik gibi hâllerde ruhsata tâbi tutması da bu amaca yöneliktir. O halde İslam’da aşırılığın ve zorluğun yeri yoktur. Bir başka ifadeyle, ifrat ve tefrit doğru değildir.

Kur’an-ı Kerim’i bize en iyi açıklayan ve her konuda olduğu gibi kolaylık ko-nusunda da örnek olan Hz. Peygamber de söz ve davranışlarda hep bu ilkeyi gö-zetmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde; “Muhakkak ki din kolaylıktır.” (Nesaî, “İman”, 28) buyurmaktadır. Yine bir başka hadislerinde Efendimiz, “Bu din, kolaylık dinidir. Kimse dini geçmeye çalışmasın, (başaramaz, yine de yapamadığı eksiklikleri kalır ve) üstünlük dinde kalır” (Buharî, “İman”, 29) buyurmuştur.

Şu halde Peygamber Efendimizin daima işlerin kolay olanını tercih ettiğini ve ümmetine de öyle yapması gerektiği konusunda direktiflerde bulunduğunu öğren-miş bulunuyoruz. Keza hepimizin bildiği kısa ve veciz bir sözlerinde yine onun, kolaylaştırıp zorlaştırmamaktan, müjdeleyip nefret ettirmemekten bahsettiğini bi-liyoruz. O nedenle, kişinin üstesinden gelemeyeceği şeylerle kendini icbar etmesi doğru bir davranış değildir. Hatta yine insanın üstüne elzem olmayan şeyi sormak suretiyle, bir anlamda kendini bağımlı kılması tasvip edilir bir davranış değildir.

Dinimiz Hakkında Ayrılığa Düşmeyelim

“Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!, diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim’e, Musa’ya ve İsâ’ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslam dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır.” (Şûrâ, 42/13)

Âyet-i kerimede yüce Allah, biz müminlere dine sımsıkı sarılmamızı; dinimizin emir ve yasaklarına riayet etmemizi ve din konusunda ayrılığa düşmememizi emret-mektedir. Âyet-i kerime Nûh, İbrahim, Musa ve İsa peygamberlere emredilen dinî esasların Peygamberimiz (s.a.s)’e de emredildiğini beyan etmektedir. Bu, peygam-berlere vahyedilen dinin tek din olduğu, aynı iman esaslarını ve ibadetleri içerdi-ği anlamına gelir. Her peygamber döneminde muamelatla, yani gündelik hayat ve insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili bazı farklılıklara rağmen Allah’ın peygamberleri aralarında din konusunda ihtilaf etmemişlerdir. Onlar dinin aslını, Allah’ı ikrar edip ona hiçbir şeyi ortak koşmamak, hiçbir ayrım gözetmeden peygamberlere, melek-lere, ilahi kitaplara, ahiret gününe inanmak ve yalnız Allah’a ibadet etmek üzere ikame etmişlerdir.

Ancak insanlığın tarihi sürecinde görüldüğü gibi her peygamberden sonra in-sanlar kendi aralarındaki ihtilaf ve çekişme yüzünden ayrılığa düşmüşler, din konusunda bölük pörçük olmuşlardır. Yahudiler, Hz. İsa’yı reddetmiş, onun getirdiği mesajı kabul etmeyerek din konusunda ayrılığa düşmüşlerdir. Hristiyanlar ise Hz. Muhammed’i ve getirdiği mesajı kabul etmeyerek hem din konusunda hem de ken-di aralarında çekişmeye düşmüşlerdir. Biz Müslümanlar ise daha önceki peygamber-lere vahyedilen ilahî esasların Peygamberimize de vahyedildiğine inanırız. Dinin ve bütün peygamberlere vahyedilen ilahi emir ve yasakların Allah katından olduğuna inanırız. Bu itibarla din konusunda ihtilaf etmeyiz.

Gerek ilahî vahye muhatap olma şekilleri, gerekse her peygamberin uyguladığı yöntem bakımından bir farklılık söz konusu olsa da dinin esasları ve gayesi bakı-mından peygamberler arasında bir ayrılık söz konusu değildir. Bu esaslar üzerine bina edilen ilahi din tektir ve adı da “İslam”dır. Bu bağlamda, Ebu Hureyre’nin riva-yet ettiği, sıhhati konusunda ittifak edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Biz peygamberler topluluğunun dini birdir. Ben İbn Meryem’e daha yakınım. Çünkü onunla benim aramda başka bir peygamber yoktur.”

Biz Müslümanlar hiçbir ayrım gözetmeden Hz. Âdem (a.s)’den Hz. Muhammed (s.a.s)’e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanırız. Onların Allah’ın seçip insanlığa gönderdiği elçileri ve mümtaz kulları olduğunu kabul ederiz. Onlar, Al-lah tarafından bildirildiği şekilde hak din üzere yaşamışlardır. Allah’tan aldıkları emirleri uygulayarak insanlığa örnek olmuşlardır. Bu itibarla biz Müslümanlar, pey-gamberlerin izini takip eden bahtiyar kullar olarak, din konusunda ihtilafa ve çe-kişmeye düşmeden hak din olan İslam’ın buyruklarına riayet etmeyi ve yasaklardan kaçınmayı dinimizin emri olarak kabul eder, bunu yerine getirmeye çalışırız. Yüce Rabbimiz, Rûm suresinin 31 ve 32. âyetlerinde bizlere şöyle emretmektedir:

“Allah’a yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden; dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın. (Ki onlardan) her bir grup kendi katındaki (dinî anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir.”

Unutmayalım ki dinimiz bizi birbirimize yaklaştıran, içimizdeki kin ve nefreti söküp atan, kibir ve gururu kıran, bireysel ve toplumsal dayanışmayı ve yardımlaş-mayı temin eden birliğimizin ve dirliğimizin teminatıdır.

Dini Tebliğde Samimi Olmak Gerekir

“Ey Muhammed! De ki: Bundan (tebliğ görevinden) dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ben kendiliğinden yükümlülük altına girenlerden değilim.” (Sâd, 38/86)

Yüce dinimizde samimiyet, temiz kalp, iyi niyet her zaman tavsiye edilmektedir. Bu nedenle hem ayetlerde hem de hadislerde, hayırlı yolda kullanılmadığı takdirde dünya nimetlerinden hiçbirinin ahirette insana bir fayda sağlamayacağı, ancak te-miz bir kalple Allah’ın huzuruna çıkanların kurtuluşa ereceği belirtilir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulur:

“O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allah’a arınmış bir kalp ile gelen başka.” (Şuara, 26/88-89)

Allah rızası için yaptığımız her türlü kulluk görevimizde, ihlâs ve samimiyetimi-ze gölge düşürecek bütün kötü düşünce ve davranışlardan kaçınmalıyız. Mesela iba-detlerimizde gösteriş (riya), maddi ya da manevi menfaat beklentisi mutlak surette ihlâs ve samimiyetimize gölge düşürür. İhlas ve samimiyete gölge düştüğü zaman da, o işin tesiri kırılır. Hele bir de o işin içine maddî menfaat girerse, samimiyet ta-mamen ortadan kalkar ve artık yapılan bu işe de kulluk/ibadet denemez.

Kur’an-ı Kerim’in, bütün peygamberlerin dilinden naklettiği: “Buna karşılık siz-den hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şuarâ, 26/109) mealindeki âyet, sözünü ettiğimiz hususa işaret etmektedir.

Bu ifadeler ile peygamberler, toplumlarına şu mesajı vermektedirler: “Biz, sizin için dert ve ıstırap içinde kıvranıyoruz. Siz ise mecnun diyorsunuz, hakaret ediyorsunuz, taşlıyorsunuz ve insanlardan uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz. Biz peygamberler ise kapı kapı dolaşıp hakkı anlatmaya çalışıyoruz. Siz ise her kapıyı suratımıza kapamakla uğra-şıyorsunuz. Yaptığınız bunca eza ve cefaya rağmen, biz peygamberler sizden ne dünyada ne de ahirette bir menfaat istemiyoruz. Bize gerçek ücreti verecek olan, bizi bu vazifeyle gönderen yüce Allah’tır.”

İşte Hz. Âdem’den sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’e kadar bütün peygamberlerin Allah’a kullukta ve Peygamberlik görevlerindeki gayeleri bu ulvi makamdır.

Hepimizin sıkça okuduğu Yasin suresinde Hz. İsa’nın havarileri anlatılır. Rivaye-te göre üç Havari, İslam’ı anlatmak için bir şehre (Antakya olduğu söylenir) gelirler. Dönemin devlet adamları derhal onların hapsedilmelerini isterler. Emir yerine ge-tirilir ve Havariler hapsedildiler. O yörede herkesin saygı duyduğu ve görüşlerine itimat ettiği Habib-i Neccar ismindeki mümin insan, bu haberi duyunca hemen koşar gelir ve ilgililere şöyle seslenir:

“…Ey kavmim! Bu elçilere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir.”

Görüleceği gibi Habib-i Neccar, halkın elçileri dinlememesi üzerine koşarak gel-miş ve onların dürüst insanlar olduklarını ve asla maddi bir çıkar peşinde bulunma-dıklarını dolayısıyla onların sözlerine kulak vermelerini istemiştir. Ne var ki, ikna edici bu sözler de fayda etmemiş, şehir halkı kendisini hunharca katletmiştir (Kur’an Yolu, DİB Yayınları, IV/430-431).

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de dinî konular, kötü niyetli insanlar tarafın-dan çoğu zaman istismar edilmekte ve din, maddi çıkar amaçlı kullanılabilmektedir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in Mekke hayatını göz önüne getirirsek son derece ilginç örnekler görürüz. Yüce Allah, resûlü Muhammed’i bir müjdeci; bâtıl inançlara ve kirli hayata kendilerini kaptırıp gidenler için de uyarıcı olarak göndermiştir. Pey-gamberin biricik görevi budur, bundan başka bir gayesi yoktur. O, davetine karşılık kişisel bir amaç, bir çıkar beklemez ve beklememiştir; tek beklediği şey, insanların özgür kararlarıyla Allah yolunu seçip bu yolda yürümeleridir. Nitekim Mekkeli put-perestlerin ileri gelenleri çeşitli vesilelerle, bu davasından vazgeçmesi karşılığında kendisine dilediği kadar servet vermek, başlarına lider yapmak, en güzel kadınlarla evlendirmek gibi cazip tekliflerde bulunmuşlar; fakat o, bu teklifleri kesinlikle red-detmiştir (Kur’an Yolu, IV/146).

Buna göre hepimiz de dinimizin emirlerini imkânlarımız ölçüsünde yaşamak ve insanlara da doğru bildiklerimizi anlatmakla sorumluyuz. Bunları yaparken mu-hataplarımızdan kişisel bir çıkar, maddî veya manevî bir karşılık beklememeliyiz. Aksi takdirde ne ibadetlerimizden manevi bir zevk alırız, ne de Hz. Peygamber’in ahlakını kendimize örnek almış oluruz. Zira yüce Allah, basit dünya menfaatleri için dini asla kullanmamamızı emretmektedir: