Tevfik Fikret kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

Baba tarafından Çankırı’nın Çerkeş kazâsından olan Tevfik Fikret, İstanbul’da Kadırga Limanı’nda dünyaya gelmiştir. Sakız Rumları’ndan bir mühtedinin kızı olan annesinin hacca gidip orada kolera salgınından vefâtıyla küçük yaşta yetim kalan ve dadıların elinde büyüyen Fikret, eğitimi için evvela Mahmûdiye Vâlide Rüşdiyesi’ne (Pertevniyal), oraya 93 Harbi muhâcirlerinin yerleştirilmesi üzerine Mekteb-i Sultânî’ye verilmiştir. Şiir yazmaya 14 – 15 yaşlarındayken bu okulun sıralarında başlamış ve ilk şiiri bu yıllarda Müntehâbât-ı Tercümân-ı Hakîkat’te çıkmıştır. Bu sıralar Nazmî mahlasını kullanan Fikret, bu ilk şiirleri için “şiir nâmına yazdığım hezeyanlar” dese ve henüz aruz hakkında mâlûmat sâhibi olmasa da içgüdüsel bir beceriyle “Öyle bir yıkmış ki mülk-i hâtırım ceyş-i elem / Kâdir olmaz bir yere gelse cihân tâmirine / Feyzi seyret hançer-i âşık-küşünde ol mehin / Nûr iner her şeb mezâr-ı küşte-i şemşîrine” gibi âhenkli mısrâlar kaleme alabilmiştir.

Mekteb-i Sultânî’de Recâizâde Mahmud Ekrem’in ve onun ardından Muallim Nâci’nin öğrencisi olan Fikret, okuldan birincilikle mezun olduğunda bile Ekrem Bey’in şiirini tâkip ve tanzîr etmeyi sürdürecek kadar onun etkisi altında olmayı sürdürmüştür. Mezûniyetinden sonra Bâbıâli Hâriciye İstişâre Odası ve ardından Sadâret Mektubî Kalemi’nde çalışıp bir taraftan da Gedikpaşa’daki Ticâret Mektebi’nde Fransızca ve Türkçe hüsn-i hat dersleri veren Fikret, Mekteb-i Sultânî’de hocalık için sınava girmiş ve mezun olduğu okulun iptidâî (İlkokul) kısmının 3. sınıfına Türkçe hocası olmuştu; fakat memur maaşlarında yapılan kesinti üzerine buradan ayrılmış ve ömrünün sonuna kadar hocalık yapacağı Robert Kolej’e geçmişti.

1891’de başyazarı Peyami Safa’nın babası İsmâil Safa olan Mirsad dergisinde pâdişâha methiye için yazdığı şiirle birinci olup dikkat çekmeye başlayan Fikret, 1894’te, gelecekte büyük bir Türkçe sözlük telif edecek olan Hüseyin Kâzım (Kadri) ve Nâmık Kemal’in oğlu Ali Ekrem (Bolayır)’le Mâlûmat dergisini neşretmeye başlamış, 1896’da ise eski hocası Recâizâde Mahmud Ekrem’in öğrencisi Ahmed İhsan’ın Servet gazetesinin eki olarak çıkıp daha sonra yayınına tek başına devam eden Servet-i Fünûn dergisinin başına geçmiş ve bu dergi vâsıtasıyla edebiyâtımızda yeni bir çığır açılmıştır. Fikret mahlasını da bu tarihten îtibâren kullanan büyük şâirin çevresinde, Cenab Şahâbeddin, Halid Ziya, Hüseyin Câhid, Mehmed Rauf, Hâlid Fahri gibi isimler toplanmaya başlamış, Abdülhak Hâmid ve Sâmipaşazâde Sezâi gibi isimlerce de desteklenmiş olan Edebiyât-ı Cedîde akımı ve eski – yeni edebiyat tartışmalarıyla dönemin sanat anlayışına damga vuran gelişmeler de onun öncülüğündeki bu mecrâda doğmuştur. Servet-i Fünûn, 1944’e kadar fâsılalarla 2464 sayı çıkmıştır.

Servet-i Fünûn edebiyâtı, her ne kadar konuları ele alış şekli îtibâriyle Batılı bir anlayışa yaklaşsa da sanatlı ve ağdalı diliyle eski şiire göre bir yalınlaşmayı temsil edememiş, son derece zorlayıcı üslûbuyla millî lisân cereyanının hemen öncesinde terk edilecek ve ileride yükselecek milliyetçilik düşüncelerinin de etkisiyle geleceğe intikâl edemeyecek bir akım olarak kalmıştır. Yine de Batı’nın sone gibi bâzı formlarının kullanılması ve eski edebiyâtın yeniden işlenen bâzı unsurlarıyla eklektik bir sanat doğmuş, ayrıca salt sanatkârâne kaygıların içinde önemli eserler de vücuda gelmiş, sâdece şiir vâdisinde değil, İstanbul arkaplânının hâkim olduğu realist romancılık sâhasında da köşe taşları oluşmuştur.

Fikret, sonraki yıllarda Abdülhamid idâresinin baskıcı eğilimlerinin kendi çevresinde de hissedilmesi, İsmâil Safâ’nın evindeki bir toplantı sebebiyle birkaç gün tutuklu kalmaları ve zavallı Boerler’i[1] ezen İngilizleri tebrîk etmek gibi sefihâne girişimler dolayısıyla sorguya çekilmeleri üzerine gitgide tedirginliği artmış, hatta mensup olduğu edebiyat çevresiyle Yeni Zelanda’ya yerleşme hayâlleri kurmaya başlamıştır. Bu arada şiir kariyerinin başında övgüler düzdüğü Sultan Hamid’e karşı da büyük bir düşmanlık besleyen Fikret’in, 21 Temmuz 1905’te Pâdişâh’a suikast düzenleyen bir Ermeni komitacıyı “Şanlı avcı” diyerek övdüğü “Bir Lâhza-i Taahhur” başlıklı şiiri, Köprülü’nün tâbiriyle “O zamanki gençlik âleminde Abdülhamid’e isâbet etmeyen bombadan daha müthiş bir tarraka ile infilâk etmişti.”

1901’de birtakım sürtüşmeler ve bölünmeler dolayısıyla Servet-i Fünûn’u terk eden Fikret, birkaç yıl sonra babasını ve kızkardeşini de kaybedince Aksaray’daki konaklarını satıp Rumelihisarı’nda plânlarını kendisinin çizdiği ve Âşiyân adını verdiği evinde münzevî bir hayat sürmeye başlamıştır.

Tevfik Fikret, edebiyâtımızın şüphesiz en büyük şâirlerinden birisidir; fakat Enis Batur’a göre sâdece bir şâir değildir. “Bu tanımlama biçiminden bütün temsil etmiş olduklarıyla taşar: Şairden fazladır, fazlasıdır, çünkü bir simgeye de dönüşmüştür.” Gerçekten de Tevfik Fikret, yaşarken sert bir muâşereyle çarpıştığı Mehmed Âkif gibi ve onun tam zıddı olan değerlerin temsîlcisidir. Öyle ki Batılı standartlarla yetişmesini isteyerek Avrupa’ya yolladığı ve şahsında geleceğin Türk gencini gördüğü oğlu Halûk ile Mehmed Âkif’in yarattığı ve istikbâldeki nesillere örnek olacak Âsım karakteri millî ve gayrımillî iki anlayışın kavga remizleri hâline dönüşmüşlerdir. Fikret’i, “Târih-i Kadîm”, “Târih-i Kadîm’e Zeyl”, “Sis” gibi şiirleriyle yerden yere vurduğu toplumsal ve târihî değerler manzûmesi karşısında ve  “Milletim nev-i beşer, vatanım rûy-ı zemîn” kozmopolitliğinin mübeşşiri olmasıyla, tıpkı Atsız Bey’in Sabah’a onun hakkında verdiği anket cevâbında olduğu gibi, sahiplenemiyoruz; fakat onda yine de sevilmeye değer bir şeyler olduğunu da söylemekten geri kalmak zor. Meselâ yaşadığı dönemde de muhalif olduğu bilinmesine ve hatta 1913’te Doksan Beşe Doğru başlıklı şiiriyle kendilerine yönelik sert eleştirisini dillendirmesine rağmen gerek İttihatçılar gerekse harbe karşı çıkmasına rağmen asker mahfillerinde sevilmiş olması ilginçtir. Bu, belki de Batılı anlayışları temsil eden muhitlerle zihnî – mânevî bir râbıtadan kaynaklanıyor olabilir; lâkin Âşiyan’daki, oğlunu büyük ümitlerle ve memleket için ne lâzımsa toplamak üzere yollayıp “Nâzende Bosfor’un köhne / Köhne, âvâre, bî-haber, bî-zâr / Belki cennet kadar tarâvet-dâr” bir kenarında “münharif[2] ve “muğfel[3] kalan yalnız ve mağrur adam portresi ile – yine Köprülü’nün tâbirleriyle –  taşıdığı  “seciye salâbeti” ve “ahlâk taassubu”nun, insanı, onu sevsin veya sevmesin, önünde ihtiramla eğilmeye zorlayan karakter özellikleri olduğunu belirtmeye gerek yoktur.

Fikret’in sağlığında, Rübâb-ı Şikeste (1898), Rübâb’ın Cevâbı (1909), Halûk’un Defteri (1909), çocuklar için ve çok sâde bir dille yazdığı Şermin (1914) ile Târih-i Kadîm (1905) adlı eserleri basılmıştır.

Güney Afrika’da yerleşip eski köklerinden koparak yeni bir etnik topluluk hâline gelen Hollandalılara Boer denir. 19. asrın sonunda burada İngilizlerle Boerler arasında bir dizi savaş meydana gelmiş, bizim birtakım aydınlarımız da hangi sebebe mebni olduğu bilinmeyen bir perestişkârlıkla bu zavallılara çullanan İngiliz emperyalizmini tebrik etme gafletinde bulunmuşlardır. Bunlardan birisi İsmâil Safa, diğeri de Tevfik Fikret’tir.

Göktürk Ömer

Ahmet Ağaoğlu kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

Cumhuriyet Türkiyesi’ne etkileri bakımından önem taşıyan Türkçü – Batıcı düşünür Ahmed Ağaoğlu, 1869 yılında Şuşa-Karabağ’da doğdu. İlköğrenimini Tiflis’te tamamladıktan sonra, annesinin çabasıyla Rus Gymnasiumu’na gönderildi. Batılı düşüncelerle tanıştığı bu okulu bitirip, 1888’de, hukuk, târih, filoloji ve siyâsal bilimler eğitimi gördüğü Paris’e gitti. Ayrıca 1892’de Londra’da toplanan Şarkiyat Kongresi’ne katılarak şiîlik hakkında bir tebliğ sundu. Üniversite yıllarında hocası olan, meşhur Ernest Renan’dan etkilendi. Paris’te tanıştığı Cemâleddin Afgânî de İslâmiyet’e ilişkin düşüncelerini şekillendirdi. Üniversite öğrenciliği sırasında La Nouvelle Revue, Revue Bleu gibi dergilerde yazıları yayımlandı. 1894’te Azerbaycan’a dönen ve çeşitli şehirlerde öğretmenlik yapan Ağaoğlu, Kaspi, Şarkî Rus ve Hayat gibi gazetelerde yazılar yazdı; 1900’de İslâm ve Ahund ile 1901’de İslâm’a Göre ve İslâm Âleminde Kadın başlıklı kitapları Bakü’de yayınlandı. Kendisini, bundan beş yıl sonra  Rusya’da yaşayan Türkler’in haklarını gözetmek amacıyla teşekkül eden Difai isimli derneğin kurucusu olarak görüyoruz. Ayrıca Hüseyinzâde Ali ile gazete ve dergi neşreden Ağaoğlu, faaliyetlerinden rahatsız olan Rus makamlarının tâkibinden kurtulmak amacıyla 1909’da Türkiye’ye geldi ve bir süre Sebilürreşad’da yazılar yazdı. Maarif Müfettişliği ve Süleymaniye Kütüphânesi’nde müdürlük yapan düşünür, Tercümân-ı Hakîkat’in başyazarlığını da deruhte etmiştir.

Meşrûtiyet döneminde Ağaoğlu, dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nda milliyetçilik açısından en geç kalan Türklerin, varlıklarını sürdürebilmek için millî şuur kazanmalarının zorunlu olduğu görüşünden hareketle, Türkçülük akımına bağlandı ve 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti ve 1912’de Türk Ocağı’nın kurucuları arasında yer aldı. Dârülfünûn’da Rusça muallimliği ve târih müderrisliği yaptıktan sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez-i umumî âzâsı oldu ve 1912’de Afyonkarahisar mebusu seçildi. 1918’de Azerbaycan’a gönderilen Kafkas İslâm Ordusu’nda müşavirlik yapan Ağaoğlu, bu vesileyle bir süre Azerbaycan’da kalarak parlamento üyeliğine seçildi. Azerbaycan’daki Rus işgâline karşı İngilizlerle İran’da sürdürülen görüşmelere başkanlık etmesine rağmen, Paris Barış Konferansı’na katılmak üzere geldiği İstanbul’da tutuklanıp Malta’ya sürüldü. Sürgün sonrasında Ankara’ya gelip Ağaoğlu, yeni oluşmaya başlayan rejime hizmet etmiş, Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü, Hâkimiyet- i Millîye başyazarlığı gibi önemli görevlerde bulunmuştur. Ağaoğlu aslında Türkçü olmaktan çok ve ondan önce, hattâ Türkçülüğün Batı karşıtı damarıyla tümüyle zıt bir şekilde Batıcıdır. Hatta sonraları bâzı Türkçülerle de çatışmıştır.

Yukarıda zikredilen görüşleriyle özellikle erken cumhuriyet döneminde etkili olan Gökalp’la karşılaştırıldığında – ki Gökalp devletçidir – Ağaoğlu’nun liberal görüşleri daha ziyâde 1946’dan sonra uygulamaya konulmuştur. Bununla birlikte Atatürk’le özellikle medeniyet anlayışında örtüşen fikirlere sâhiptir. Bu zâviyeden, Nevzat Kösoğlu, “Cumhuriyet politikalarına bir fikir babası yahut yakından etkileyici birini bulmak gerekiyorsa, bunu, aynı zamanda Atatürk’ün yakın arkadaşlarından olan Ahmed Ağaoğlu’nda aramak gerekir. Onun yazdıklarına yakından bakıldığında bu örtüşme kolayca görülebilir” diyerek kendisinin söz konusu bağlam içinde Gökalp’tan daha etkili olduğunu belirtmiştir.

Gerçekten de Gökalp’la Atatürk’ün medeniyet kavramına bakış açıları birbirine zıttır. 1919 – 1920’de kaleme aldığı, Türk Yurdu’nda yayımlanan ve daha sonra 1927’de kitaplaştırdığı Üç Medeniyet başlıklı denemesi bu görüşleri açısından önemlidir. Tıpkı Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyâset”i ve Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları gibi… Ağaoğlu, Türkçü, liberal ve modernist İslâmcı olmaktan önce bir Batıcıdır. Hattâ öyle ki, Azerbaycan’da “Frenk Ahmet” olarak isimlendirilmiş, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olan Mehmed Emin Resulzâde tarafından da Batıcılığın nihâî sınırına vardığı ifâde edilmiştir. Gökalp’ın seçmeci aktarmacılığına karşılık Ağaoğlu, medeniyeti bir yaşam tarzı olarak bütüncül ele alır. Ona göre “….bir medeniyet zümresi bölünemez bir bütündür, parçalanamaz. Süzgeçten geçirilemez. Galibiyet ve üstünlüğü kazanan onun bütünüdür”. Irk konusunda Gustave Le Bon’un bilimsel olarak geçersizliğini ileri süren Ağaoğlu, Ziya Gökalp’ın tam tersine kültür – medeniyet ayrımından kaçınmış, buna karşı çıkmış; bir medeniyetin sadece maddî ögelerini alıp moral değerlerini reddeden Gökalp milliyetçiliğiyle ve daha genel ifâde edecek olursak aynı minvalde düşünen klâsik İslâmcılıkla bu anlamda çatışmıştır. Ağaoğlu demiştir ki: “…bir milletin maddî varlığı ve dili dışında değişmeyen bir özü yoktur.” Ona göre din, âile, hukuk, sanat, mimarî millî şahsiyetin esâsını teşkil etmez ve değişebilir. Ağaoğlu Kemalist devrimlerin destekleyicilerindendir. Ona göre Mustafa Kemal’in azimli irâdesiyle baştanbaşa Batı medeniyet dâiresine girmiş olduk. Bu konuda Atatürk’ün devrimleri ile kendi görüşleri arasındaki bağı da yine bizzat kendisi kurmuş, “Üç Medeniyet” adlı denemesine yazdığı önsözde, bu yazılarda öngörülen değişikliklerin gerçekleştiğini ve konunun artık eski öneminin kalmadığını belirtmiştir. Gerçekten de özellikle medeniyet konusunda Atatürk’ün görüşleri Gökalp’a uzak, Ağaoğlu’na yakındır; fakat onunla da birebir örtüştüğü söylenemez.

Liberal ve özel teşebbüs yanlısı düşünceleri erken cumhuriyet döneminde kabûl görmemiştir; zira o günlerde zâten dünyâda liberal ekonomi bir geri çekilme dönemi yaşıyor, özellikle 1929 bunalımı sonrasında, katı devletçi ekonomi modelleri ve otokratik rejimler ağırlık kazanıyordu. 1930’daki kuruluşundan sonra Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın ideologluğunu yapan Ahmed Ağaoğlu, bu partinin, Fethi Okyar tarafından, onun teşvik ve tasvibiyle kurulsa da, Atatürk’e karşı bir siyâsî muhalefet odağına dönüştüğü gerekçesiyle feshedilmesine rağmen her zaman kendisini Kemalist ve inkılâpçı olarak görmüştür. Ona göre Türk İnkılâbı Doğu’nun elîm vaziyetine çare bulmak için yapılmıştır. Batıcılığının, liberalizmden ve diğer görüşlerinden önce gelmesinin sebebi de bireyci ve hür teşebbüs yanlısı bu uygarlığın, her alanda kazandığı zaferlerdir. O yüzden, onun değerleri bütünüyle kabul edilmelidir ki, bunların başında da işte bu fert özgürlüğü gelmektedir. Bu zaferlerin asıl sebebi, Batı uygarlığının bu mânâdaki genişliğidir. Ağaoğlu’nun ekonomik-kültürel tezi kapitalistleşerek Batılılaşmaktır ve erken dönem devletçi – Türkçü Gökalp etkileri yerini 1950’lerden itibâren Ağaoğlu’nun bu görüşlerine bırakmış; bu görüşler büyük oranda geçerliliğini koruyarak günümüze ulaşmıştır. Türkçülük açısından ve Türkçü düşünce içinde özgün bir farklılığı temsil eden Ağaoğlu, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra Dârülfünûn’da tekrar müderrislik yapmaya ve Akın dergisini çıkarmaya başlamış; fakat muhalefet gösterdiği gerekçesiyle hem müderrislikten hem dergisinden olmuştur. Türk Yurdu dergisinde yazan kalem sâhiplerinden biri olarak, Cumhuriyetin fikrî terekesinde yer almış önemli bir mütefekkirdir ve aynı zamanda uzun yıllar Demokrat Parti’de vekillik ve bakanlık görevlerinde bulunmuş olan yazar ve siyâsetçi Samet Ağaoğlu’nun da babasıdır.

Göktürk Ömer

Süleyman Nazif kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

İ. H. Ertaylan’ın tâbiriyle bir “şâir ve fâzıl yatağı” olan Diyarbakır’da dünyaya gelen Süleyman Nazif, şâir ve târihçi bir baba olan Diyarbakır eşrâfından Said Paşa’nın oğlu ve ayrıca Servet-i Fünûn şâirlerinden Fâik Âlî (Ozansoy)’nin ağabeyidir. Kardeşinin aksine düzenli bir eğitim görmemiş, rüşdiye eğitimini yarım bırakarak özel hocalardan ders almış, alaylı bir şâir ve nâsirdir. Pek çok kişinin methettiği zekâsı sâyesinde, Abdullah Cevdet’in ifâdeleriyle, “kendi kendisinin üstâdı, kendi kendisinin şâkirdi” olan Nazif, Muş, Mardin ve Diyarbakır’da Reji Müdürlüğü ve İdâre Meclisi’nde çalışıp Vilâyet Matbaa Müdürlüğü gibi görevlerde bulunduktan sonra, dikkatini çektiği Kölemen Abdullah Paşa’nın kâtibi olarak bir yıl Musul’da kalmış ve buradan ayrılmasını müteakiben İstanbul’a giderek oradan Jön Türklere katılmak üzere Paris’e geçip Ahmed Rıza’nın Meşveret gazetesinde Sultan Hamid idâresi aleyhinde yazılar kaleme almıştır. Ahmed Rıza ile anlaşmazlığa düşmesi ve Avrupa’daki Jön Türk hareketinin de tavsaması üzerine ülkeye geri dönmüş, Serveti-i Fünûn’da dedesi İbrâhim Cehdî’nin adını müsteâr edinerek şiirler yazmıştır.

Meşrûtiyet’in îlânından sonra bu defa kalemini İttihat ve Terakki aleyhine işletmeye başlayınca, 1909 ila 1914 arasında Basra, Kastamonu, Trabzon, Musul, ve Bağdat’ta vâli olarak görevlendirilip İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. II. Meşrûtiyet sonrasında gelişen Türkçülük düşüncesinin muârızı oan Nazif, aynı zamanda Yeni Lisân hareketinin de karşısındadır ve hece vezninin âhengini aksak bulmaktadır. O, ne aruzdan ne de bilhassa nesrinin “külfet ve haşmetinden en ufak fedakârlığa râzı değildir.” Bununla birlikte bunu bir zevk ve alışkanlık meselesi olarak gördüğü anlaşılıyor: “Ben eskilere hissen merbutum. İlk zevk ve idrâkimi onlar tenmiye ettiler. Kırk sekiz yaşındayım. Artık zevk değiştirmek vâ-esefâ ki, mümkün değildir.” Şiirde Abdülhak Hâmid’in, nesirde Nâmık Kemâl’in tâkipçisi olan; fakat şiirden ziyâde nesirde üstâd olan Nazif’in bu konudaki yeteneği Ahmed Hâşim’e onu “bir kubbe altında bakırdan bir âlete üfürüp kelimeleri şişirten ve onları birer âhenk hâlinde uçurtan bir gulyabânî” olarak büyülü ve tabiat dışı bir varlık gibi tasvîr ettirecek denli kuvvetlidir. 1918’de Cenab Şahabeddin’le Hâdisât gazetesini çıkarmaya başlayan Nazif, işte bu kuvvetli nesriyle aynı gazetede İstanbul’un işgâli gibi târihimizin en elîm safahatlarından birine “Kara Bir Gün” başlıklı yazısıyla unutulmayacak bir mersiye yazmış, işgâl kuvvetlerinin başkumandanı Louis Franchet d’Esperey’in bir Fâtih edâsıyla at üzerinde şehre girmesi ve bu manzaranın azınlıklarca alkışlanmasından incinen millî haysiyeti, “mevcûdiyet-i millîye ve lisâniyyelerini bizim ulûv-ı cenâbımıza medyûn olan bir kısım halkın hây ü hûy-ı şemâteti ile mâtem-i muazzezimize en acı hakâretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük” sözleriyle milletimizin ıztırâbına tercümân olarak İtilâf idâresinin şimşeklerini üzerine çekmiştir.

Bir yıl kadar sonra, 23 Ocak 1920’de, Dârülfunûn’da Pierre Loti Cemiyeti’nin düzenlediği toplantıda bu Türk dostu Fransız’ı anlatmak için îrâd ettiği nutukla o gün, bir gazetenin tâbiriyle “Pierre Loti günü olacakken Süleyman Nazif günü olmuş”, Münir Süleyman (Çapanoğlu)’ın ifâdesiyle Süleyman Nazif, “Türk dostu Pierre Loti’yi övmek, fakat daha ziyâde İstanbul’u işgâl eden askerî kuvvetleri ve o kuvvetleri buraya yollayan devletleri mânen tenkit ve hicvetmek için söylediği o ateşli hitâbede düşmanın pis ayaklarıyla çiğnenen bir şehir toprağının en acı, en korkusuz feryatları ile çağlamış, köpürmüştür.” Bunun üzerine Malta’ya sürülen ve yirmi ay burada “Dumanlı dağların ağlar, gözümde tüttükçe / Olur mehâsin-i gurbet de başka işkence” mısrâlarıyla vatan hasretini dillendirerek esâreti yaşayan ve daha önce Gizli Figanlar (1906) ile Firâk-ı Irak (1918) gibi şiir ve mensur – şiir karışık edebî mahsülâtı bulunan Nazif, bu sürgün aylarının şiirlerini Malta Geceleri (1924) adlı kitabında toplamıştır. Paris’te, Ahmed Midhat’ın meşrutiyet karşıtı yazılarına cevâben neşrettiği Mâlûmu İ’lâm (1897) ile Bo Şerif olarak bilinen Kürtçü hâin Şerif Paşa aleyhine yazdığı Boş Herif (1910) gibi târiznâmeleri, haklarında yazdığı makaleleri derlediği Mehmed Âkif (1919, 1924) ve Nâmık Kemal (1922) adlı kitapları ve daha başka eserleri bulunan Nazif, İstanbul’a döndükten sonra da çeşitli gazetelerde yazılar yazmayı sürdürmüştür. Medfeni, Edirnekapı Şehitliğindedir.

Göktürk

Ahmet Hikmet Müftüoğlu kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

Ahmed Hikmet Müftüoğlu, Mora’da kuşaklar boyu müftülük yapmış bir âileden gelmektedir. Dedesi Abdülhalim Efendi, Yunan isyânı zamânında Rumlar tarafından sakalı gaza bulanarak feci şekilde yakılmak sûretiyle katledilmiş, bunun üzerine Abdülhalim Efendi’nin eşi, henüz bir yaşında olan Ahmed Hikmet’in babası Yahya Sezâî’yi yanına alarak İstanbul’a gelmiş ve burada akrabalarının himâyesine girmiştir. 1858’de Evkaf Mektubî Kalemi’nde Girit Kapı Kethüdâlığı yapan ve aynı zamanda tasavvufî şiirleri bulunan Yahya Sezâi iki kere evlenmiş, hayattayken altı çocuğunun kaybına şâhit olmuştur ki bunlardan üçü birkaç gün arayla kuşpalazından vefât etmiştir. İşte Ahmet Hikmet bu ıstıraplı babanın ve soyu mutasavvıf şâir Niyâzî-i Mısrî’ye ulaşan bir annenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Mahalle mektebinden sonra Mahmudiye Vakıf Rüşdiyesi’ne ve Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’ne devam edip bunların ardından Mekteb-i Sultânî’ye giren Ahmed Hikmet, ağabeyi Refik Bey’in bacanağı olan Tevfik Fikret’le buradaki öğrenciliği zamanında münâsebet kurmuştur.

Edebiyâtımızda hikâyeciliği ile şöhret bulmuş olsa da henüz on sekiz yaşındayken Nâmık Kemâl’in ölümü üzerine yazdığı, “Yâd-ı hicrânı kâlb-i millette / Bâis-i hüzn-i bî-hemâl oldu / Benzedi bir şehide… Gurbette / Her bir âhın sonu Kemâl oldu” mısrâlarıyla başlayan bilinen ilk manzumesi, iyi bir şâir olduğunu da göstermektedir. Ayrıca henüz okuldan mezun olmadan 18. asır Fransız eczâcısı Augustin Parmentier’den Patates adıyla bir çeviri yapmış, bunu Baronne de Staff ve Alexandre Dumas (Fils)’dan yaptığı tercümeler izlemiştir. Yalın dili ve içerdiği hece ölçülü yalın dörtlüklerle Servet-i Fünûn dönemi edebiyatının tasannu özentili dilinin çok uzağında bir millî lisân hamlesi örneği sayılabilecek ilk hikâyesini de Mekteb-i Sultânî öğrenciliği sırasında yazmıştır. Bu, “Leylâ yahut Bir Mecnûn’un İntikamı”dır. 1888’de Mekteb-i Sultânî’den mezun olan Ahmed Hikmet Pire ve Poti şehbenderliklerinde birer sene çalışıp İstanbul’a döndükten sonra Umûr-ı Şehbenderî Kalemi Serhalifeliğine tâyin edilmiş, bir taraftan da Mekteb-i Sultânî’de 1908’e kadar imlâ, gramer ve kitâbet hocalığı yapmıştır. 1890 – 93 yılları arasında Hazîne-i Fünûn ve Servet-i Fünûn’da çeşitli tercüme ve uyarlanmış musâhabelerine rastladığımız Ahmed Hikmet 1894 – 1900 yılları arasında yirmi iki hikâye yazmış, bunları Haristan ve Gülistan’da biraraya getirerek yayınlamıştır (1900). Bu yıldan meşrûtiyetin îlânına kadar, istibdâdın artan baskısı ve katlanılmaz sansür uygulamalarıya pek çok edîbe kalem bıraktıran, 20. asrın bu ilk sekiz yıllık evresinde imzâsına rastlanmayan Ahmed Hikmet, bundan sonra, adıyla en çok anıldığı eseri olan Çağlayanlar’a girecek hikâyelerini ortaya koymuştur.

1908’de Hâriciye Nezâreti’nden alınarak Ticaret ve Ziraat Nezâreti Umûr-ı Ticâriye Umum Müdürlüğü’ne getirilen Ahmed Hikmet, aynı yıl Tevfik Fikret’in Mekteb-i Sultânî Müdürlüğü’ne getirilmesiyle buradan da ayrılmıştır. F. Abdullah Tansel, Fikret’in, kızkardeşinin kocası, yâni eniştesi olan Ahmed Hikmet’in ağabeyi Ahmed Refik kadar Ahmed Hikmet’e de kızkardeşinin ölümü dolayısıyla muğber, yâni kırgın olduğu bilgisini aktarmıştır. En eskisi Türk Derneği’nde 1909 yılında yayınlanan ve Çağlayanlar’ın sonunda yer alan “Yakarış”, en yenisi ise 1922’de yayınlanıp Çağlayanlar’ın başında yer alan “Türkeli Zeybeklerine” olmak üzere hepsi vatan ve millet hisleriyle, terkipsiz yalın bir lisan kulanılarak kaleme alınmış on altı hikâyeden müteşekkil Çağlayanlar, İkdamcı Ahmed Cevdet’e göre birkaç önemli hizmet görmüştür: “Birincisi, Türkçe sözlerin edebî bir kitapta baştan aşağı kullanılması; ikincisi, bu sözlerin duyguyu ifâdeye tamamen elverişli olduğunun isbâtı; üçüncüsü, Türk esâtirî târihini bildirmesi; dördüncüsü yurt ve millet duygusunun yükseltilmesidir.”

Ahmed Hikmet, Çağlayanlar’ı, “Ey Türk! Bu satırlarda mâzinin destanlarını, hâlinin hicranlarını söylemek ve inlemek istedim. Bir keman gibi” sözleriyle açar ve bilhassa Harb-i Umûmî esnâsında yazdığı hikâyelerle geçmiş mefâhir kaynaklarını canlandırıp milleti meyusiyetten kurtarmaya çalışır. Eski Türk destanlarından ilhâm aldığı hikâyelerde medeniyetçe eski bir millet olduğumuza vurgu yapar. “Turhan Nasıl Çıldırdı?” hikâyesinde millî emellerle dolu bir gencin kozmopolitleşen memleket manzarası karşısında tecennününü anlatır. Ahmed Hikmet bütünüyle millî hislerle ve millî lisânın imkânlarını kullanarak yazdığı bu hikâyelerde millî terbiye için örnek teşkil eden yalın bir romantizmle yüklü, kuvvetli bir milliyetçi edebiyat anıtı dikmiştir.

 Celâl Sâhir’in, “Kendisinde millet ve vatan sevgisinin dâimâ genç ve kuvvetli bir heyecan hâlinde yaşadığını ve bütün eserlerinin kâlbinde çarptığını” belirttiği, Hüseyin Rahmi’nin, “Türklüğün âb-ı hayat sebilcilerinden biri”, Mehmed Rauf’un “millî mürşid” olarak nitelendirdiği Ahmed Hikmet, 1908’de kurulan Türk Derneği’nin çalışmalarıyla ilgilenmiş ve bu derneğin aynı adlı dergisinde neşriyâtta bulunduğu gibi, 1912’de kurulan Türk Ocakları’nın da müessisleri arasında yer almış; F. Abdullah’ın, onun yakınında bulunmuş yeğeninden naklettiğine göre, karakteri îtibâriyle de hikâyeleri gibi millî hayata örnek teşkil edecek bir adam olarak temâyüz etmiştir: «Onda perişanlığı seven, dalgın ve yarı mest bir san’atkâr hâli değil, uyanık, itidâle riayetkâr bir nizamperest, bir edip, bir mütefekkir tavrı vardı. San’atın vâlidi iyilik ve güzellik olduğuna göre, san’atkârın nesci de fazilet ve ahlâk olmalıdır diyordu. Onun için bütün hareketlerinde muttarid bir insicam ve şaşmaz bir intizam göze çarpardı” 1912’den Harb-i Umûmî’nin sonuna kadar Budapeşte Şehbenderliği’nde bulunan ve 1922’den hilâfetin ilgâsına kadar son halîfe Abdülmecid’in başmâbeyncisi olan Ahmed Hikmet’in son memûriyeti,  Ankara’da Hâriciye Vekâleti bünyesinde Konsolosluk Hizmetleri ve Ticaret Umum Müdürlüğü’dür. Maçka Şeyhler Mezarlığı’nda yatmaktadır.

Göktürk Çakır

Çoros Gurkin kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

Altay Türkleri’nin ilk ressamı ve Uzak Asya’da Türkçülüğün Stalin dönemi şehitlerinden olan etnograf Çoros Gurkin, sonraları Gorno Altay adıyla, Altay Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti olacak Ulalu Curt’a bağlı Caş Tura’da dünyâya gelmiştir. 1897’de Etnograf ve Türkolog Andrey Viktoroviç Anohin’in teşvikiyle Petersburg Resim Akademisi’ne girmek için müracaat eden fakat geç kaldığından bu talebi geri çevrilen Gurkin, aynı dönemde Rus peyzaj ressamı İvan Şişkin’le tanışarak onun evinde kalmış ve bu zaman zarfında öğrencisi olmuştur. Gurkin, 1899’da sınavsız olarak Akademi’ye kabûl edilmiştir.

1905’ten îtibâren Onos’ta yaşamaya başlayan ve 1906 – 1917 yılları arasında sanatının en verimli dönemini geçirerek pek çok resim yapan Gurkin’in ilk sergisi de 1907’de Tomsk’ta açılmış ve burada yüz elli altısı satılan üç yüzden fazla resmi yer almıştır. 1910 – 1915 yılları arasında Tomsk, Krasnoyarks, İrkutsk ve Barnaul’da yeni sergiler açan Gurkin, sâdece ressam olarak değil, yazarlığıyla da temâyüz etmiş bir isimdir. Gurkin hakkındaki bilgileri derlediğimiz İ. Dilek’in makalesinde belirttiğine göre o, hayatı boyunca milleti için mücâdele etmiş, fırçası gibi kalemini de Altay Türklüğünün kültürüne adamıştır. Kendi ifâdeleriyle, gönlünün ve iyi düşüncelerinin tamamını Altay halkına adayan ve onun istikbâline inanan Gurkin, 1919’da kaleme aldığı bir yazıda, “Benim, ressamın asıl görevi Altayların hayatını araştırıp, toplamaktır. Efsaneleri, destanları, sanat eserlerini toplayarak, değerlendirip, zenginleştirmektir. Altay’a bir müze ve okul açılmalıdır. Kamların yaşatmaya çalıştığı fakat yok olmakta olan inançlar, adetler araştırılmalıdır” diyerek, bu yolda bir etnograf gibi çalışmaktan da geri kalmamıştır.

1917 Komünist İhtilâli’nden sonra bu hareketi Altay’ın geleceği için güven verici bulmayan ve Sibirya’daki bütün Türkleri içine alacak Karakorum adlı bir devlet kurmak üzere küçük bir ordu teşkîl ederek milliyetçi bir mücâdele başlatan Gurkin, ne yazık ki başarılı olamamış; fakat bu mücâdeleyle ilgili az sayıda yayında bandit, yâni eşkıya olarak nitelendirilmesine rağmen Altay Türkleri nezdinde bir önder olarak kabûl edilip yücelmiştir.

 Bu hareketin netîcesinde “halk düşmanı” îlân edilerek 1919’da vatanından ayrılmak mecbûriyetinde bırakılan, önce Moğolistan menfâsına ve oradan da 1921’de Tuva’ya giden Gurkin, 1926’ya kadar Altay’a dönememiştir. Söz konusu yıl içinde, o zamana dek derlediği Altay folkloruna dâir anlatıları şâir G. Vyatkin’le birlikte Altay Masalları başlığıyla Rusça olarak Novosibirsk’te neşretmiş ve Moskova’da iki büyük sergi açmıştır. 1931’de N. İ. Çevalkov’la birlikte bir resim okulu kuran Gurkin’in çeşitli teknik ve ebatlarda yaptığı, tabiat unsurlarının ağırlıklı olarak işlendiği ve bilhassa çoğu Altay kültürüne, hayâtına ve ideallerine hasredilmiş, sembolik bir anlatımın tercih edildiği 4000 civârında resmi olmakla birlikte, şüphesiz bunların içinde en önemlisi, ölümüne de sebep olacak olan, Han Altay adlı tablosudur.

Gurkin, bu tabloyu ilk defa 1907’de, bulutlarla kaplı “mönkü”leriyle haşyet ve heybet timsalleri hâlinde göğe yükselen ve destan kahramanlarının tulgalarını temsil eden “tayga”ların içinde, Altay’ın mânevî koruyucusu ve hürriyet remzi olarak bir kayaya konan “mürküt”, Altay Türklüğünü sembolize eden büyük karagay ağacı ve onun yanında Altay’ın gençliğinin ve geleceğinin simgesi üç fidanla işâret edilen millî ve pastoral bir simgeciliğin ürünü olarak çizmiş; fakat 1936’da resmi tekrar ele alırken yaptığı değişikliklerde aynı umûdu sergileyememiştir. İ. Dilek’in, V. İ. Edokov’dan naklen iki tablo arasındaki sembolik farkları izâh eden bir Altay Türk’ünden öğrenip aktardığına göre; bu yeni versiyonda tabiat daha bulanık ve pusludur. Altay hürriyetinin remzi olan mürküt ve istikbâlin ümit kaynağı olan fidanlar görünmemektedir. Büyük karagay ağacı, yâni Altay Türklüğü zayıflamış, canlılığını yitirmiş ve yanına bu mübârek toprakların ortağı olarak çıkıveren Ruslar’ı temsîlen yeni bir ağaç eklenmiştir.

Çoros Gurkin, eski faaliyetlerini de unutmayan Sovyet ideolojisinin kâtilleri tarafından Pantürkizm suçlamasıyla “halk düşmanı” îlân edilerek katledilmiş, Stalin döneminin kurbanları listesine milletimizin verdiği pek çok isimden biri olmuştur. Şâir A. Adarov’un, “Altay’ın güzelliklerini kim böyle övmüş? / Hangi şâir böyle şarkılar bulmuş?” diyerek yücelttiği ve onun gibilerin varlığıyla halkın ölümsüzleşeceğini söylediği Gurkin, bugün de Altay Türklüğü için önemli ve sembol bir isim olarak yaşamaktadır.

Göktürk Ö

Hüseyin Kazım Kadri kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

Beyoğlu’nda dünyaya gözlerini açan H. Kâzım Kadri, C. Kutay’a göre, mütefekkir olmayı yüksek makamlara gelmekten daha üstün kabul etmiş nâdir şahsiyetlerimizdendir. Babası Trabzon valilerinden Kadri bey, oğlunun eğitimine büyük bir ehemmiyet vermiştir: H. Kâzım Kadri, sırasıyla Beyoğlu Sıbyan Mektebi, Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi ve babasının tâyini sebebiyle taşındıkları İzmir’de İngiliz Ticâret Mektebi’nde eğitim görmüş; akabinde Aydın Vilâyeti Muhâsebe Kalemi (1887), Mâliye Nezâreti Mektubî Kalemi (1890), Hâriciye Nezâreti Umûr-ı Şehbenderî Kalemi (1895) gibi memuriyetlerde çalışmış, Tiflis şehbenderliğine tâyinini annesinin muhalefeti sebebiyle reddedip Mâliye Nezâreti’ndeki görevine geri dönmüştür. Bir süre Darüşşafaka’da astronomi hocalığı dahi yapan H. Kâzım Kadri, aynı senelerde ziraatla uğraşmış ve 29 Nisan 1897’de Servet-i Fünûn mecmuasında başladığı bir yazı dizisini bilahâre bir kitap haline getirip bastırmıştır. 1902’de Mâliye’deki işinden de ayrılan H. Kâzım Kadri, II. Meşrûtiyet’in ilânına kadar resmî bir görev almamıştır. Hüseyin Kâzım’ın, Tevfik Fikret, Mehmed Âkif Ersoy, Ziyâ Gökalp, Hüseyin Câhid Yalçın, Abdullah Cevdet gibi isimlerden müteşekkil renkli bir çevresi vardı. Mutlâkiyet devrinde Hüseyin Câhid Yalçın ve Tevfik Fikret ile Yeni Zelanda’ya taşınmaya ve bir köy kurmaya teşebbüs etmişler; fakat bu teşebbüsleri akim kalmıştır.

Hüseyin Kâzım Kadri’nin adına, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin teşekkülüne taalluk eden bazı rivâyetlerde rastlanır. Kendisi, II. Meşrûtiyet’den evvel girdiği cemiyette bilahare merkez-i umumî üyesi olmuştur. Meşrûtiyet’in ilanından sonra Hüseyin Câhid Yalçın ve Tevfik Fikret ile meşhûr “Tanin” gazetesini çıkarmış, Serez mutasarrıflığına tâyini çıkınca, imtiyâzını 1909 yılının Şubat ayında gazetenin başmuharriri Hüseyin Câhid’e devretmiştir. Hüseyin Câhid’in tâbiriyle, bütün malî işleri o tertip etmiş idi. Serez mutasarrıflığından sonra Halep valiliği (1910), İstanbul şehreminliği (1911) ve İstanbul vali vekilliği görevlerine getirilen Hüseyin Kâzım’ın, meslekî kariyerine 1912’de Selânik valiliği de eklenmiş, aynı sene “sopalı seçim” adıyla mâruf meşhûr seçimlerde Saruhan (Manisa) mebûsu seçilmiştir. Muhalifleriyle cedelleştiği gibi, kendi fırkasını eleştirmekten de çekinmeyen, adâletten ayrılan idârecilere karşı cesur, mücâdeleci tavırlarıyla tanınan Hüseyin Kâzım, birçok siyasî polemiğe girmiş ve kalemini “âteşîn” bir şekilde oynatmıştır. 1912’de âilesiyle birlikte Beyrut’a taşınıp burada Türkoloji sâhasında ilmî faaliyetlerde bulunmuş ve Harb-i Umumî’nin nihâyetine değin orada kalmıştır.

 Eserleri ile makâlelerinde “Türkçülük”, “Osmanlıcılık” ve “İslâmcılık” izlerine rastlansa dahi, umumî mânâda “İslâmcılık” tarafının ağır bastığı âşikârdır. “Biz en evvel Müslüman, sonra Türküz!” der. 1933’de kaleme aldığı Ziyâ Gökalp ve Türkçülüğün Esasları adlı eserinde, Türk milliyetçiliğinin meselelerini tartıştığı ve Türkçülüğün bânilerinden Ziya Gökalp’ı tenkid ettiği görülür. Ona göre Türk birliği yahut İslâm birliği gibi siyasî birlikler bir “hayâl-i muhâl”den ibarettir, zaten “idâre-i hâzıra” (Türkiye Cumhuriyeti hükûmeti) ve “hâl-i hazır” bu tarz siyasî fikirlere imkan vermeyecektir. Ayrıca yine ona göre; müslümanlar arasında siyasî bir bağdan ziyâde dinî bir bağın olduğunu, yaşanan vak’alar kadar tarih de ispat etmiştir. H. Kâzım Kadri, sadece mânevî mâhiyeti olacak bir “İttihâd-ı İslâm” fikrini tesâhüp ederek, dinden tefrik edilmiş bir nasyonalizmi “muzırr” bulur. Arnavutluk, Yemen gibi imparatorluk topraklarındaki problemlerin daha da büyümesindeki sebebi İttihat ve Terakki iktidârının Türkçülük siyâsetinde görür. Harb-i Umûmî yıllarında tatbik edilen Turancılık siyâseti ise, yine kendi ifâdesiyle, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” darb-ı meseliyle eşdeğerdir. (Bunlara çeşitli de eserlerinde değinir.) Ziyâ Gökalp’ın ümmet ve millet târiflerini eksik ve hatâlı bulur. H. Kâzım Kadri, Türk’ün içtimâî hasletlerini ırkından değil, İslâmiyet’ten aldığı kanaatindedir. Bunlarla birlikte daha evvel kaleme aldığı yazılarında, her ne kadar dinî çerçeveden ayrılmamaya gayret gösterse dahi  – meselâ 1912’de neşredilen, Arnavudlar Ne Yaptılar? adlı risâlesinde – fevkalâde şedîd bir milliyetçilik müşâhade edilebilir. Bu küçük eserde, “Koca Rumeli elden gitti… Müslümanlar ağyârın ayağı altında kaldı. Altı yüz senelik bir devlet temelinden sarsıldı… Âlem-i İslam yerinden oynadı… Kan ağladı. Bunlara sebep Arnavutlardır. Dıraç’da atılan topların tarakası, bir zamanlar, şimdi ecnebî hükümdârı alkışlıyan o Arnavutlara ağuş-ı kabûl açan Darü’l-hilâfe’ye de aksettiği, içilen şampanyaların reşâşe-i teâtisi ile çıkarılan meserret-i âvâzeleri henüz samialardan zâil olmadığı şu sırada kalbi yaralı bir Türk diyor ki: Lânet sizlere!” sözleriyle, Osmanlı’dan ayrılan Arnavutları şiddetle takbih etmiştir. Yine daha evvel kaleme aldığı ve A. S. Levend’in aktardığı Türkçe ile ilgili makâlelerinden birinde ise, sonraları eleştireceği “Turancılık” gayretinin izleri görülür. “Türkistan-ı Çinî’den Avusturya hududlarına kadar uzanan kıtaat-ı vesi’ada mutemekkin akvam-ı Turaniyye arasında münasebet-i siyasiyye husulünü te’min etmek üzere Türk lisanının muhtelif lehçelerini birleştirmek lüzumunu bu gün değilse bile yarın bütün şiddetiyle hissedeceğiz: çünkü her kavm ve millet günün birinde kendi lisanı etrafında toplanmağa mecburdur. (…) bu muhtelif lehçeler arasında daha ziyade rikkat ve nezaket kesbeden Osmanlı Türkçesini Türkistan’ın her tarafında umumi bir lisan-ı edebî ve fennî ve millî olmak üzere kabul etmek daha muvafık olur sanırım.”

Eserlerini umûmiyetle “Şeyh Muhsin-i Fânî” ism-i müstearıyla neşretmiştir. Meşrûtiyet ve Cumhuriyet devirleri ile ilgili hâtıralar kaleme almış, On Temmuz İnkılâbı ve Netâici (1924) hâriç hayattayken yayınlayamadığı hâtıra – meselâ Meşrûtiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım, 1991’de neşredilmiştir – ve analitik eserleri ölümünden çok sonra ve bir kısmı sâdeleştirilerek yayınlanmıştır. Bunlar, “muhalif” bir muhtevâya sâhip oldukları için bâzı kesimleri rahatsız etmiştir.  II. Meşrûtiyet devrinde siyasî içeriğe sâhip dört adet risâle neşretmiştir. Hurâfe ve bid’atlardan arınmış, “modernist” bir din tasavvuruna sahip olmakla birlikte Mevlânâ ve Sâdî-i Şîrâzî’ye hayrandır. 1909’da yayınlanan, İslâmiyet’e ve onun içtimâî mesajlarına dâir Hak ve Hakikat, 1913 basımı, Felâha Doğru İslâmiyet’in Avrupa’ya Son Sözü ile aynı yıl neşredilen İstikbâle Doğru, Teşrî-i İnsanî ve İslâmî (1949’da İnsan Hakları Beyânnamesi’nin İslam Hukukuna Göre İzahı adıyla neşredildi) gibi eserlerinden başka, ziraat hakkında da birçok matbû eser meydana getirmiştir. Hatta Mehmed Âkif, Safahat’ında ondan;  “- Hüseyin Kâzım ́ı elbette bilirsin / – Kadri Bey zâde canım / – Hâ! Şu bizim Kâzım Bey.  / – O, zirâatle çok uğraştı, bilir çiftçiliği… / – Gördüm: Âsârı da var köylü için. Hem pek iyi…” mısrâlarıyla bahsetmiştir. Hüseyin Kâzım Bey, Nûru’l-Beyân (1924) adında bir tefsir çalışmasının da başında bulunmuş, lâkin eserde birçok fâhiş hata olduğu için tenkitlere mâruz kalmıştır.

Gençlik yıllarında Arapça ve Farsça öğrenen H. Kâzım Kadri, bu dillere Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve nispeten Latince ve Grekçe’yi de eklemiştir. Bu gayretin, aklına koyduğu bir proje için hazırlık olduğu görülüyor: 1895’de üç arkadaşıyla birlikte bir Türkçe sözlük hazırlamak üzere anlaşır, lâkin arkadaşları kendisini yalnız bırakırlar. Uzun uğraşlar ve tetkikler ile bu arzusunu ancak seneler sonra gerçekleştirebilmiş, Hazırladığı Büyük Türk Lûgatı, 1927 – 1945 yılları arasında – 1927 – 1928’de basılan ilk ikisi Arap harfleriyle olmak üzere –  dört cilt hâlinde neşredilmiştir. Eserde yalnız Türkiye Türkçesi değil, onunla birlikte doğu Türk lehçelerinden kelimeler de yer alır. Eser, Türkçe’nin doğu koluna âit kelimelerde bazı hatâlar ihtiva etse dahi, Türk lûgatçılığı açısından bir temel taşı, müellifinin ise “şâheseri”dir ve birçok övgüye mazhar olmuştur. Vefâtından bir sene sonra, Şevki tarafından, 1935’de neşredilen “Hüseyin Kâzım Bey” biyografisinde Türkçe’ye, Türk lehçelerine olan vukûfiyeti, ilmi takdir edilmiştir. Türkolojiye taalluk eden Mahdumkulu Divanı ve Yedi Asırlık Türkçe Bir Manzûme (1924) tab’ı dışında, birçok makâleye mâliktir.

 Millî Mücadele yıllarında İstanbul’da ikâmet eden H. Kâzım Kadri, Aydın mebûsu olarak Meclis-i Mebûsân’da “Mîsâk-ı Millî”nin kabulü için mühim bir rol oynamış ve Tevfik Paşa hükûmetlerinde uhdesine çeşitli nâzırlıklar verilmiştir. 1920 yılında Ankara hükûmetiyle görüşmek üzere gönderilen heyete katılmış, Millî Mücâdele’nin bitmesi ve Cumhuriyet’in ilânından sonra ise siyasetten çekilerek resmî bir görevde bulunmamayı tercih etmiş; banka ve şirket idâre meclisi üyesi olarak hayâtını sürdürmüştür. Hayâtının son yıllarını, bugün restoran olarak işletilen, Beylerbeyi’ndeki yalısında geçiren Hüseyin Kâzım, sıhhat bulmak için gittiği Tarsus’da dünyaya gözlerini yummuştur. İstanbul’a getirilen naaşı, ikâmet ettiği yalının yakınlarındaki Beylerbeyi Küplüce Mezârlığına defnedilmiştir.

Göktürk Çakır

Baba ne demek?

Ata manasınadır. Hürmete layık kişiler, yahut yaşlı adamlar hakkında kullanılır. Oruç Reis’e hürmeten Oruç Baba veya Baba Oruç denirdi. Bu kelimeye daha çok Selçuklular devrinde rastlanmaktadır. Ahmed Yesevi’nin Anadolu topraklarına gelmiş halifeleri ve müridleri için kullanılan bir terimdir. Tasavvufta, sülük yoluna giren, nefsini yenmiş topluma yararlı hâle gelmiş, yani nefsinde ölmüş, ruhunda dirilmiş kişiye baba denir. Bir sufînin mürşidi, onun mânevi babasıdır. Bu tâbir, özellikle, Bektaşî şeyhlerinin büyükleri için unvan olarak kullanılmıştır. Babalar pîr evinin “Eyvallah Kapısfnda yetiştirilir. Eyvallah, tam bir feragat demektir, teslimiyet ifade eder. Müridin, olgunlaşma yolunda bu kapıdan geçmesi gerekir. Burada bazı bedeni faaliyetlerde bulunulur: Kazmak, kesmek, dikmek, çapa işi yapmak vs. gibi. Bu şekilde derviş, Dede bağında üç yıl hizmet eder. Orada haline razı olarak ikâmet eder, yaptığı işler beğenilirse Büyük Baba tarafından kabul görerek, tekkede derviş olur. Bu kez, tekkede oniki buçuk yıllık uzun bir hizmet süresi söz konusudur. Bu süre sonunda, nasibinde varsa, babalık makamına nail olabilir. Baba tayininde kıdemden ziyâde, babalığa ehil olunup olunmadığı hususu önceliklidir. Baba olacak kişide bazı özellikler bulunması gerekir. Bu özelliklerin bazıları şunlardır: Hitabet güçlülüğü, mütebessim bir yüz, musikiye aşinalık. Bu şekilde yetişen baba, ya açılacak bir baba makamını bekler, ya da kendisine bir başka yerde tekke açmaya izin verilir. Baba adı taşıyan çeşitli yer isimlerinin bulunuşu, dikkat çeken bir başka husustur : Babadağ, Babaeski, Baba Nakkaş Köyü, Baba Burnu vb. yerler, hep buralarda yaşamış dervişlerin hatıralarını ismen yaşatan yerleşim birimleridir. Mevlevîler, mürşide baba demekte kibir gördükleri için, bu ifadeyi kullanmamışlardır. Bu sebeple “falan şeyhin müridi”, “filan zâtın ihvanı”, “şu şeyhin evlâdı” gibi ifadeler, Mevlevîlerin kullandıkları deyimler olarak görülür. Baba, çeşitli deyimlerin öğesi olarak yaygın biçimde kullanılmıştır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: Herhangi bir baba (mürşid), evladına karşı babalık vazifesi görmüyorsa, bu kişi hakkında “baba değil yaba”, atasözü kullanılır. Veya bu zattan bahsedilirken; “iskele babası”, “tırabzan babası”, denir. İskele babası, geminin durması için gemiden ve iskeleden atılan kalın halatın sarıldığı kazığa denir.

Mimar Kemalettin kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

Son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda ve cumhuriyetin ilk yıllarında etkisi görülen Birinci Ulusal Mîmarlık Akımı’nın önde gelen mîmarlarından biri olan Kemaleddin Bey, İstanbul Kadıköy’de bir bahriye subayının oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İlköğrenimini İstanbul’da, ortaöğreniminin bir kısmını ise babasının vazifesi nedeniyle bulundukları Girit’te tamamlamıştır. Ardından on yedi yaşında Hendese-i Mülkiye Mektebi’nde (günümüzde İstanbul Teknik Üniversitesi) mühendislik eğitimine başlamıştır. Mühendislik eğitimini birincilikle tamamlamasını tâkiben, aynı okulda görevli olan Alman mîmar ve akademisyen August Jachmund’un asistanlığına atanmış, dört yıl sürdürdüğü bu görev esnâsında kendi bürosunu da açarak serbest çalışmalarına devam etmiştir. 1895’te hocası Jachmund’un teşviği ve devlet bursuyla Berlin’deki Charlottenburg Teknische Hochschule’ye (günümüzde Berlin Teknik Üniversitesi) gönderilmiş ve eğitimine iki yıl devam etmiştir. Buradaki eğitiminin ardından iki buçuk yıl kadar muhtelif mimarlık bürolarında çalışarak meslekî deneyimini artırmıştır.

Osmanlı Mimar ve Mühendis Cemiyeti adıyla bu alandaki ilk meslek örgütünü kuran Kemaleddin Bey, II. Meşrûtiyet’in ardından Evkaf Nezâreti İnşaat ve Tâmirat Müdürü unvânıyla çalışmaya başlamıştır. Şark Demiryolları Şirketi adına tasarlamış olduğu Filibe Garı’nın inşasında göstermiş olduğu başarıyla Selanik ve Edirne Garları’nın tasarımı da kendisine verilmiş, Selanik Garı’nın yalnızca temelleri atılabilmiş, Edirne Garı ise 1914’te tamamlanmıştır.

Tarihî yapıların restorasyonu konusunda çalışmalar da yürütmüş olan Mimar Kemaleddin Bey, bu çerçevede Mescid-i Aksâ’nın restorasyon çalışmalarına katılmıştır. Kudüs’teki bu görevinin sonunda Ankara’da, yeni kurulan cumhuriyetin ilk şehircilik ve mimarlık faaliyetlerinde rol almıştır. 13 Temmuz 1927’de Ankara’da vefat eden mîmâr, Karacaahmet’te Nuhkuyusu yakınlarında defnedilmiş, sonradan bölgede yapılan değişikliklerle kaybolan mezarı tesbît edilerek Beyazıt Camii hazîresine nakledilmiştir.

Mîmar Kemaleddin Bey, almış olduğu Batı standartlarındaki eğitimin yanında, altı asırlık bir imparatorluğun mîmârî mirasına gereken önemi verip meslekî üslûbunu bu doğrultuda oturtmuştur. Eserleri içinde meslekî karakteristiğini en iyi yansıtanlar, Evkaf Nâzırı ve Şeyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin İstanbul’da bulunan bir dizi vakıf arazisine ya da harap durumdaki vakfiye binalarının yerine yapılmasını önerdiği iş hanları olan, Birinci (1911), Üçüncü (1911) ve Dördüncü (1911) Vakıf Han’lardır. Yapılar, dönemin en ileri yapım tekniklerinden olan çelik iskelet üzerine inşa edilmiş ancak üslup ve süsleme bakımından sâhip olduğumuz mîmârî mîrâsı yansıtır şekilde tasarlanmıştır. Vakıf Han’ların haricinde, İstanbul Laleli’de, Laleli Camii’nin karşısında bugün otel olarak hizmet vermekte olan, o dönem İstanbul’da meydana gelen büyük bir yangında evlerini kaybedenler için yapılmış, Türkiye’nin ilk sosyal konut projelerinden olan ve 1922’de tamamlanan Harikzedegân (Yangınzedeler) Evleri (Tayyare Apartmanları) de Kemaleddin Bey’in en bilinen eserlerindendir.

Yavuz’dan öğrendiğimize göre; “1927 yılı İçinde mimarın en önemli uğraşı, Maarif Vekâleti adına tasarladığı Gazi İlk ve Orta Muallim Mektebi (Gazi Eğitim Enstitüsü) olmuş, ancak, bu sıralarda kentin biçimlenmesinde etkin olmaya başlayan uluslararası mimarlık anlayışı, Kemalettin Bey’in bu son yapıtı üzerindeki eleştirilerin yoğunlaşmasına yol açmıştır. Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi’ni kapatan bu yapıt ancak, mimarın ölümünden sonra, 1930’da bitirilmiş, bundan sonra ise, Türkiye’ye gelen yabancı mimarlık hocalarının etkisinde uluslararası bir biçimleme anlayışı o günkü Türk mimarîsine egemen olmuştur.”

Mimar Kemaleddin Bey’in, döneminde yaşanan mîmârî ve şehircilik alanındaki olumsuzluklar için yazmış olduğu satırlar kendisinin mirasçısı olduğu sanatsal birikimi ne denli sahiplendiğini de açıklar niteliktedir: “Zavallı İstanbul!… Son düşüş devrinde imâr adı altında ne câhilane, ne zalimâne yıkıma uğradı… Üçüncü Selim´den sonra, eski Türk sanatının incelik ve temizlikle millî ruh doğuran eserleri takdir edilmedi; batı tesiri altında batının bakış açışıyla kabalaşma başladı…  Asırlar içinde gelişe gelişe yüzey süslemesinin en kıymetli eserlerini üretmiş olan koca bir sanat birikimi çirkin görülmeye başlandı ve neticede millî sanatımızı yitirdik, ziyân ettik, koruyamadık… Batının seri imâlatçıları karınlarını şişirdiler ama aklımız başımıza gelmedi… Hatta onların memleketimize döktüğü ruhsuz tek tip yapılar gözümüze güzel görünmeye başladı. Sonuçta bu surette iktidarsız ve câhil halde kaldık…”

Göktürk

İbnülemin Mahmut Kemal İnal kimdir? Hayatı Eserleri ve Biyografisi

F. Şeker’in ifâdesiyle “Osmanlı Türklüğünün Cumhuriyet devrine yadigâr bıraktığı nerede ise yegâne temsilcisi” olan ve son Osmanlı münevveri olarak nitelendirebileceğimiz İbnülemin Mahmud Kemâl, edebiyatımızın ilk çeviri romanı olan Telemaque’ın mütercimi Sadrâzam Yusuf Kâmil Paşa’nın yaklaşık otuz yıl boyunca mühürdarlığını yapmış, Buhara kökenli bir Seyyid âilesine mensup Mehmed Emin Paşa’nın oğlu ve Hüseyin Vassaf’ın tâbiriyle “neseben ser-efrâz” olarak İstanbul’da doğmuştur. İlk mektep ve rüşdiye tahsilinden sonra Mekteb-i Fünûn-ı Mülkiye’de okumuş; fakat buradaki eğitimini tamamlayamadan ayrılarak Mekteb-i Hukuk’a devâm etmiştir. Bunun dışında Mehmed Âkif Ersoy’un babası ve Fatih müderrislerinden Mehmed Tâhir Efendi’den dersler alan, diğer hocaları eliyle Fransızca, Farsça, hadis, tefsir ve hat derslerini tedris eden İbnülemin, memûriyet hayatına 1889 senesinde kâtip olarak başlamış ve Sadârete bağlı pek çok kalemde muhtelif görevler almıştır. Memûriyetini “Çocuk denilecek yaşda Babıâli’ye girdim, ilga edildiği gün çıkdım. Oraya devam etdiğim müddette on altı sadr-ı âzamın maiyyetinde bulundum” sözleriyle özetleyen Mahmud Kemâl Bey, Osmanzâde Tâib’in Hadîkatü’l-vüzerâ zeyllerinden, Ahmed Rifat’ın tamamlanamamış Verdü’l-hadâik’inin zeyli olarak 1913 yılında telifine başlayıp 1920’de tamamladığı ve ancak 1940 – 1953 yılları arasında ilk telifinin üç misline çıkardıktan sonra Millî Eğitim Bakanlığı’nın girişimiyle yayınlanabilen, Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar (Kemâlü’s-sudûr) adlı anıtsal eserinde otuz üç yıllık bu Sadâret memurluğu sırasındaki tecrübe ve bilgisini Sadrâzam Mehmed Emin Âli Paşa’nın 1852’deki ilk sadaretinden Sâlih Paşa’ya kadar olan otuz yedi sadrâzamın biyografilerinde ortaya koymuş, Türk târihçiliği açısından muazzam bir kaynak yaratmıştır.

Bâbıâli’de çeşitli kalem görevleri sırasında, 1914’te Evkâf-ı İslâmiye Müzesi’ni[2] kuran Mahmud Kemâl Bey, 1921’de Takvim-i Vekâyi gazetesini yönetmiş, 1922’de Divân-ı Hümâyun Beylikçiliği göreviyle Bâbıâlî memûriyetindeki en yüksek vazifesine gelmiştir. 1923’te Târih-i Osmânî Encümeni üyesi olan ve cumhuriyetin îlânından sonra Vesâik-i Târihiye Tasnif Heyeti başkanlığını yürüten İbnülemin, 1927 – 1935 yılları arasında da Evkâf-ı İslâmiye Müzesi müdürlüğünde bulunup bu vazîfeden emekli olmuştur. Bundan sonra da çeşitli kütüphânelerin tasnif işleriyle ilgili ilmî müşâvirliklerde bulunmuştur.

Matbuâta, kendi tâbiriyle “çocuk denecek yaşta” intisâb eden ve ilk yazısı “Ömr-i Beşer”, Tarîk gazetesinin 27 Şubat 1890 târihli nüshasında neşredilen İbnülemin, Ahmed Midhat Efendi’nin teşvikiyle Tercümân-ı Hakîkat’te yazmaya başlamış, Mürüvvet, Resimli Gazete, Cerîde-i Sûfiye ile Selânik’te neşredilen Asır, Mütalea gibi mevkûtelerde de makâleleri neşredilmiştir. İlk eseri, ziraatin Türkiye’deki durumunu ele aldığı, önce makale olarak yayınlanıp 1890’da basılan Hülâsa-i Ziraat’tir. Sabîh, Bir Yetimin Sergüzeşti, Rahşan gibi tefrîka romanları da bulunan üstâd, Ö. F. Akün’ün tâbiriyle “Devrinin ve çevresinin insanlarının bir bir hayattan çekilmekte oluşu, müesseselerde ve cemiyet yaşayışında şahidi olduğu büyük ve hızlı değişme” sebebiyle biyografi ve târihe yönelmiş, en fazla temâyüz ettiği sâha da, bu sâhalar olmuştur. Bu sebeple Atsız Bey tarafından “Türk tarihçilerinin reisi” olarak tavsif edilen bu büyük üstâdın meselesi, gerçekten de bir şeyleri kurtarmak gibi görünmektedir. Meselâ Müstakimzâde’nin Tuhfe-i Hattâtîn adlı eserine zeyl olarak yazılıp 1955’te basılan, 1760 – 1953 yılları arasında yaşamış 329 hattatın biyografilerini hâvî Son Hattatlar adlı eserinde “Zemânın inkılâbı ile –niçe millî sanayi’ gibi- bu sanat-ı bedîha da inhitâta uğramışdır” veya ölümünden sonra, 1958’de neşredilen, Ebûishakzâde Esad Efendi’nin Atrâbü’l-âsâr’ına zeyl olarak kaleme alınmış, 1785’ten o güne kadarki mûsıkî sanatçılarının biyografilerini içeren Hoş Sadâ. Son Asır Türk Musıkîşinasları adlı son eserinde “İdrâk etdiğimiz muharebelerden, ahlâkan giriftar olduğumuz tehevvüşatdan sonra musıkinin oğradığı musibet, gözümüzün önündedir, bülbüller susdu, kargalar ötmeğe başladı.”  gibi ifâdeler veya Son Sadrıâzamlar’da belirttiği, ehl-i vukûfun, onun bildiklerini öğrenip muâsır ve haleflerine öğretme imkânı bulamayacakları kaygısı bu vâdideki gayretinin sebebini anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Bir diğer eseri olan, Fatîn Davud’un Tezkire-i Hatîmetü’l-eş’âr’ına zeyl olarak kaleme alınıp 1930 – 1942 yılları arasında neşredilen ve Fatîn tezkiresinde muâsır oldukları hâlde atlanılan şâirlerle berâber 19. asır başından 1941’e kadar gelen 566 şâiri ele aldığı Son Asır Türk Şâirleri (Kemâlü’ş-şuarâ) ile Türk kültürünün, edebiyâtının, musıkî, güzel yazı ve ricâl târihlerinin en değerli kayıtlarını tutup geleceğe intikâl etmelerini sağlayan İbnülemin, çalışmalarını, dikkat edilirse hep kendisinden önceki nesillerin eserlerini devâm ettirerek ortaya koymuştur. Ö. F. Akün onun bu mesâisini “Bir nevi eslâf kültü İbnülemin’in biyografi çalışmalarını etrafında toplayan bir merkez olmuştur” sözleriyle özetler. Bu, hem zeyl kültürü içindeki yerini hem de geçmişin büyük eserler vermiş “mârifet ve erdem sâhibi” seçkinlerinin hâtırâlarını nakletmesinin ahlâkî temelini oluşturan bir bağlılıktır.

Yukarıda kısaca değinilen bağlam içerisinde, düşünceleri îtibâriyle Ahmed Cevdet Paşa’nın izinde ve Fatih Şeker’e göre onun halefi olan İbnülemin, fikrî yapısındaki en büyük tesiri Cevdet Paşa’ya borçludur ve modernleşme devrinde, Midhat Cemal Kuntay’ın tâbiriyle “son şark adamı” olarak ortaya çıkan Paşa, aralarında çeşitli ayrılıklar olsa bile, yine Fatih Şekere’e göre, “aynı geleneğin bir halkası olmaları itibariyle hadiselere yaklaşımları, bir fikir silsilesi şeklinde birbirleriyle bağlantılı olmaları” dolayısıyla ve “İbnülemin’in kendisiyle kurduğu irtibat sâyesinde yaşadığı devri aşar, Cumhuriyet dönemine kadar gelir.” Cevdet Paşa da İbnülemin de eski ile yeninin ârafında geçmişe bakıp târihî tecrübeye sâhip çıkarken, geleceğe yönelip onun yeniden inşâ edilebilmesini sağlayacak hurda teferuâtı dahi bu kaygıyla şâhitlik ederek kayıt altına almışlardır. Belki de bu sebeple, bir devir – çoğunlukla söylendiği gibi – Cevdet Paşa’yla değil, Hasan Âli Yücel’in İbnülemin’in vefâtı üzerine yazdığı nekrolojide yer alan ifâdesiyle, onunla bitmiştir.

Göktürk

Tanburi Cemil Bey kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

Hakkı Süha Gezgin’in “Edebiyâtımızda Hâmid neyse, mûsıkîmizde de Cemil odur. Hâmid nasıl Fuzûlî’den, Nedîm’den, Şeyh Gâlib’den topladıklarını dehâsının terkip teknesinde yoğurup yepyeni bir sanat yaratmışsa, Cemil de, Dede’lerin, Itrî’lerin, muazzam mîrâsından bambaşka bir nâğme kâinâtı kurmuştur.” İfâdeleriyle tebcil ettiği Cemil Bey, İstanbul Molla Gürânî’de, eski İskodra vâli muavini Mehmed Tevfik Bey’in oğlu olarak dünyaya gelmiş, küçük yaşta babasını kaybederek amcasının himâyesine girmiştir. Mahalle mektebi ve rüştiyeden sonra Hamidiye Ticaret Mektebi ile Mekteb-i Mülkiye-i Şâhâne’de okuyan fakat ikisini de tamamlayamayan Cemil Bey, özel hocalar eliyle Fransızca öğrenmiş, ilk mûsıkî eğitimini ise ağabeyinden almıştır. On beş yaşından îtibâren tanburla ülfet eden ve ona nisbetle anılacak olan Cemil Bey’in, oğlu Mesut Cemil’in yazdığı biyografide kendisine hediye edilen bu âlete sâhip olması şöyle dramatize edilmiştir: “…Uzun geceler Cemil bu tanburla koyun koyuna yatmış, rüyalarına dalarken silkinerek uyanmış, göğsünden kopup boğazına ve gözlerine yükselen tükenmez bir hazzın dudaklarına kadar dökülen usaresiyle ıslanmış parmaklarını onun tellerinde gezdirmiş, onu sevmiş, onu öpmüş…” ve sâdece bu zor âleti çalmayı öğrenmekle kalmayıp birkaç yıl içerisinde kimseden ders almadan lavta, viyolonsel ve kemençede virtüöz olan Cemil Bey, bu kabiliyetleri edindiği sırada devlet memûriyetine girmiş, evvelâ Bâbıâli Tercüme Kalemi’nde tercüman, kısa bir süre sonra da Hâriciye Nezâreti’nde konsolosluk işleriyle uğraşan kaleme kâtip olmuş ve burada başkâtipliğe kadar yükselmiştir. II. Meşrûtiyet’le birlikte bu görevini bırakıp 1912’de, henüz açılan, Dârülbedâyî’de kısa süre hoca olarak bulunmuştur.

Tanbur ve kendi îcâdı olan yaylı tanburla anılmakla berâber, kemençe, lavta, viyolonsel, rebab, divan sazı gibi pek çok müzik âletinde de ustalık sâhibi olan Cemil Bey’in, ilk defa işittiği bir eseri hemen ezberlemek kaabiliyetine sâhip hassas bir kulağı ve aldığı herhangi bir sazı kısa sürede çalabilmek becerisine mâlik elleri olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Ayrıca çeşitli sazları birbirlerine mahsus teknik ve âletle çalarak üslûp ve icrâ konusunda değişik neticeler elde edebilen, notalarını Hamparsum ile yazan Cemil Bey, Batı mûsıkîsiyle de ilgilenmiş, bestekârlık ve icrâcılık yanında müzik nazariyâtıyla ilgili kalem çalışmaları da ortaya koymuştur. Çeşitli makaleleri hâricinde, bu konuda yazdığı Rehber-i Mûsıkî’de sesin evsâfı, vezin, akord, çeşitli usuller, fâsılalar, fasıl kısımları, makamlar, şarkılar ve bunların tasnifi hakkında temel kavramları ele almış olan Cemil Bey’in, bestelediği kırk civârında eserden başka, Fransızca’dan yaptığı, neşredilmemiş iki roman çevirisinin de olduğunu biliyoruz. Bir diğer hasenâtı ise, Türk mûsıkîsine hizmet eden, aralarında Refik Fersan gibi isimlerin de bulunduğu, yetiştirdiği öğrencilerdir.

Göktürk Çakır