Farsça âlem demektir. Cihan-ı Halk: Ta’ayyünler (belirmeler) şeklindeki tecelli mertebesi. Cihan-ı Emr: İlâhi emir âlemi, Cihân-ı Reng-âmizi: Renksizlikten kurtulmuş, renk kazanmış âlem, yani etrafımızı kuşatan üç boyutlu maddî dünya. Cihan-ı Sübhanî: Lâhût âlemi, en yüce melekût. Cihân-ı Tahayyül: Hayal âlemi, kevn ü fesad (olma ve bozulma) âlemi, dünya hayatı ile ilgili olan. Cihan-ı Nefs: Nefsânî arzular âlemi.
Ay: Haziran 2020
Put ne demek? Farsça but ne demek?
Farsça, Put. Herkesin putu kendi nefsinin hevasıdır. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey Muhammed (s)! Nefsinin isteğini putlaştıranı görmedin mi?” Furkan/ 43; Câsiye/23.
Fütüvvet erbabı “Fetâ” (Yiğit) yı putkıran kişi olarak değerlendirir. Bazıları büt’ü sevgili, ma’şuk, matlûb şeklinde tanımlamıştır. Putperest: Aşık; But: Vahdet; Büt-hane: Kelime olarak puthane ve tapınak demektir. Bu ifade Vahdet-i kül, Lahûti âlem, Zât-ı Ehâdiyyet, mazhar olma hali, maddi âlem, şeklinde değerlendirilir. Bütgede: Mâbed, dua edilen makam. Bu, tasavvuf erbabınca, ıstılah olarak İlâhî bilgilere şiddetle iştiyak duyan kâmil arifin gönlü olarak tanımlanmıştır.
Kadim Bir Siyaset Teorisi Daire-i Adliye – Adalet Dairesi
“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.”
Nisa 58
Türk tarihine ve devlet felsefesine baktığımız zaman binlerce yıllık tarihi birikimden ve tecrübeden beslenen, birçok farklı kültürün ve inanç sisteminin değerlerini içselleştiren bir sistem karşımıza çıkar. Devlet felsefesi hususunda Türk tarihinin kadim dönemlerinden itibaren, günümüze ulaşıncaya kadar, tarihi bir devamlılık içerisinde, asla erozyona uğramadan, gelenek ve değer terk edilmeden devam eden bir çizgi söz konusu olmuştur. Kadim Türk devletleri ve halklarının inşa ettiği devlet felsefesi birikimi, modern döneme kadar asla terk edilmeden, yeni birikimlerden de beslenerek bir devamalılık arz etmiştir.
İslamiyet öncesi dönemde sahip olunan devlet tecrübesi, İslamiyet ile tanışma ve müşerref olmanın sonrasında başta Kur’an olmak üzere İslamî telakki ve usullerle iç içe geçmiştir. Bu yeni kaynak, başta devlet felsefe geleneğimizi inkiraza uğratmadan ve yok saymadan beslemiş ve geliştirmiştir.
Türk devletlerinin felsefî ve siyasî sistemindeki ilerleme sadece İslam devlet anlayışı ile beslenmemiş, bunun dışında da Türk topluluklarının gittiği yeni bölgelerin devlet ve toplum anlayışlarıyla da şekillenmiştir. Özellikle İran coğrafyası köklü bir medeniyete ev sahipliği yapmış binlerce yıllık devlet geleneğinin hakim olduğu topraklar olarak Türk ve İslam devlet geleneğini etkilemiştir. Bunun dışında İslami keşifler ile Hind, Mısır ve Bizans devlet gelenekleri de tanınmıştır. Tüm bu gelenklerin sahip olduğu birikim ile kadim tarihi tecrübe ve değerler Türk ve İslam devlet geleneğinin kendine özgün bir tarzda yenilenmesine imkan tanımıştır.
Türk ve İslam düşünürleri de devlet felsefî geleneği ile ilgili kendi dönemlerinde nitelikli eserler kaleme almışlar ve devlet felsefe geleneğine yeni ufuklar kazandırmışlardır. Özellikle erken dönem devlet felsefesi klasiklerinden kabul edilen Yusuf Has Hacib’in Kutdgu Bilig adlı eseri, Beydaba’nın Kelile ve Dimne adlı eseri, Maverdi’nin Ahkamu’s-Sultaniyye adlı eseri ve Farabi’nin Medinetü’l Fazıla adlı eseri ile İbn Haldun’un Devleti ve Nizamülmülk’ün Siyasetname adlı eserleri devlet geleneğimizi şekillendiren önemli klasiklerimizin başında gelmektedir.
Tecrübe edilen ve Türk – İslam filozoflarının düşünceleri ile inşa edilen bu birikim zirve noktasını Osmanoğulları döneminde bulmuştur. Öyle ki Osmanlılar sahip olduğu devlet geleneğinde ve uyguladıkları mevcut siyasal sistemlerinde bütün bu birikimi kullanmışlardır. Kendilerine has “Türkokrasi” denilen nev-i şahsına münhasır bir devlet sistemi inşa etmişlerdir.
Buraya kadar verdiğim bilgiler yazımıza giriş mahiyetinde birer özet olarak kabul edilmelidir. Türk ve İslam devlet sistemi ile Osmanlıların devlet yapısı başlı başına incelenmesi ve üzerinde çok derin akademik çalışmaların yapılması gereken mevzulardır. Bizim yazımızın konusu Osmanlı devlet sistemi içerisinde önemli bir yeri olan Daire-i Adliye yâni Adalet Dairesi’dir.
Adalet, Türk ve İslam devlet geleneğinin kilit kavramlarından birisidir. Özellikle Kur’an kelamı dahil olmak üzere Hz. Peygamber’in devlet adamlığı örneğinde de en önemli husus adalettir. Arapça “adl” kökünden gelen kelime mana itibarı ile bir şeyi yerli yerine koyma ve hak sahibine hakkını verme anlamlarını taşımaktadır. Tarihi süreçte bu kelime hükümdar ve devlet ile özdeşleşmiştir. Hükümdar adaletin sağlayıcısı, temsilcisi ve koruyup gözetecisi olarak kabul edilmiştir.
Daire kavramı ise İslam geleneğinde süreklilik arz eden, devamlılığı olan bir felsefeyi ifade etmektedir. Adalet kavramı da bu yönü ile devlet sistemi içerisinde tekrar edilmesi elzem olan ve devamlılığı gereken bir düşünceyi ifade etmektedir.
Adalet Dairesi’nin kökleri Helenistik döneme ve Sasani devlet geleneklerine kadar gitmektedir. Bu felsefe İslam ve Türk devlet geleneği ile harmanlanmış, gelişmiş ve Osmanlılara kadar büyük bir birikim oluşturmuştur. Bu düşüncenin izlerini Yusuf Has Hacib’den, Nizamülmülk’e ve İbn Haldun’a kadar birçok önemli düşünürlerimizin eserlerinde görmek mümkündür.
Adalet Dairesi, Osmanlı uleması tarafında da incelenen, üzerine düşünülen ve tartışılan bir mesele olmuştur. Osmanlı alimleri bu kavram üzerinden bürokrasinin ve hükümdarlığın eksikleri üzerinde durmuş. Bu kavram ile devlet adamlarına gerekli uyarıları yapmışlardır. Osmanlı döneminde Daire-i Adliye kavramı üzerinde derinlikli düşünen ve tartışan en önemli isimlerden birisi de hiç şüphesiz Kınalızade Ali Efendi’dir. Kaleme aldığı Ahlak-ı Alai adlı eseriyle bu konuda ufuk açmıştır.
Kınalızade Ali Efendi Adalet Dairesi’ni sekiz madde de belirlemiş ve devlet felsefesini bunu üzerine kurmuştur. Kınalızâde’nin belirlediği Adalet Dairesi ilkeleri şu şekildedir:
- Adldir mucib-i salâh-ı cihan – Dünyanın kurtuluşunu, düzenini ve saadetini sağlayan adâlettir.
- Cihan bir bağdır dîvarı devlet – Dünya bir bahçedir, duvarı ise devlettir.
- Devletin nâzımı şeriattır – Devletin nizamını kuran Allah’ın kanunudur.
- Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk – Allah kanunu ancak saltanat ile korunur yani siyasi kurumlar ile.
- Mülk zabt eylemez illa leşker – Otorite ve kudret, ancak ordu ile zaptedilebilir.
- Leşkeri cem edemez illa mal – Ordu, ancak mal ile ayakta kalabilir.
- Malı cem eyleyen raiyettir – Malı toplayan halktır.
- Raiyeti kul eder padişah-ı âleme adl – Halkı idare altına ancak Cihan Padişah’ının adâleti alır.
Adalet Dairesi’nin her maddesi ayrı birer derinlikli incelemenin konusudur. Her maddesinin tarihi gelenekte birer tecrübesi ve yaşanmışlığı söz konusudur. Daireyi oluşturan maddeler tarihi süreçte elde edilen kazanımlar ve birikimler ile oluşarak bu noktaya kadar gelmiştir.
Daire-i Adliye bir devleti gerekli kılan ve ayakta tutan bütün dinamiklerle beraber en önemli kabul edilebilecek prensipleri belirler. Devleti gerekli kılan en önemli dinamikler hükümdar, siyaset, ordu, iktisat ve halktır. Bu vasıfların hepsinin bir devletin büyesinde bulunması elzemdir. Dairede bütünlük esastır, bu felsefi gelenekte eğer maddelerden biri eksik veya prensiplerde bozulma söz konusuysa daire işlevselliğini yitirir ve dolayısıyla devlet köhneleşir ve çökmeye yüz tutar. Adalet Dairesi’nde aynı zamanda tüm maddelerin birbiyile ilişkili olduğu görülecektir. Halk, Devlet, Ordu başta olmak üzere hepsi içiçedir. Biri olmazsa diğeri asla var olamaz.
Adalet Dairesi’nde bulunan her madde aynı zamanda o madde ile ilişkili kurumların vasıflarını ve prensiplerini de belirler. Örnek olarak dairede bulunan ekonomi veya ordu ile alakalı prensibin işaret ettiği hazine ve askeriyede bozulma varsa devlet nizamının işleyişinde ciddi sıkıntılar hasıl olur. Zaaf içerisindeki hazine ekonomik gerileyişi, askeriyedeki bozulmalar ise savaş kayıpları ve askeri zafiyetleri husule getirir. Adalet olmazsa halk olmaz, halk olmaz ise ekonomik gelir olmaz, gelir olmazsa ordu ve asker olmaz, asker olmazsa da devlet var olmaz.
Osmanlıların bir imparatorluk haline gelmesiyle Daire-i Adliye arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Daire düzenini sağlıklı bir şekilde işlediği dönemler her zaman için Osmanlıların en kazançlı ve başarılı olduğu dönemler olarak tarihte yerini almıştır. Dairede mevcut olan madde ve prensiplerin uygulanmasında sıkıntı hasıl olan dönem ise Osmanlıların gerilemeye başladığı zamana denk gelmektedir. Bu dönemle birlikte dairede bozulmalar meydana gelmeye başlamıştır. İmparatorluğun gerilemesi ile birlikte Adalet Dairesi’nin önemi ve değeri bürokraside iyice hissedilmeye başlanmıştır.
Hasan Kâfî el-Akhisârî, Koçi Bey, Kınalızâde Ali Efendi ve Taşköprülüzâde gibi alimeler başta olmak üzere muhtelif Osmanlı uleması meydana gelen bu bozulmalara dikkat çekmiş ve tavsiyelerde bulunmuşlardır. Risaleler ve Layihalar kaleme alınmış, hükümdara ve devlet erkanına uyarılarda bulunulmuştur. Tanzimat ve Meşruiyete giden süreç bu şekilde başlamıştır. Bu süreçte geç kalınmış ve alınan önlemler çare getirmemiştir.
Modern dönemle birlikte her ne kadar imparatorluklar ortadan kalkmış ve yeni siyasal sistemler tarih sahnesinde yerine almış olsa da Adalet Dairesi’nin gerekliliği ve faydası asla geçerliliğini yitirmemiştir. Daire’nin madde ve prensipleri yeni siyasal sistemler içerisinde kendine yer bulmuştur. Günümüzde malesef birtakım siyasi ideolojiler ve yönetim şekilleri Adalet Dairesi’nda mevcut olan dengeyi gözetmemektedirler. Daire’de bütün maddeler eşit ve dengeli bir şekilde yer almaktadır. Hiçbir prensip diğerinden evla kabul edmemektedir. Bir düzen ve işleyiş söz konusudur. Fakat modern dönem bazı devlet sistemleri ve siyasal ideoloji doktrinlerinde bazı prensipler ayrıcalıklı bazıları ise önemsiz addedilmektedir. Sahip olunan bu anlayış malesef modern toplumlar için büyük bir sıkıntı yaratmaktadır. Bu nedenle sürekli olarak devlet zaafiyeti, toplumsal huzursuzluk ve kriz dönemleri meydana gelmektedir.
Daire-i Adliye, modern siyasal sistemler, ideolojiler ve doktrinler karşısında binlerce yıllık bir tarihi tecrübe olarak durmaktadır. Bu sebeple Adalet Dairesi’nin birçok devlet ve toplum için kurtuluş reçetesi olacağı muhakkatır!
Banka kredisi ile kurban kesilebilir mi? Bankadan kredi çekerek kurban kesmek olur mu?
Kurban kesmek, âkil (akıl sağlığı yerinde), bâliğ (ergen), dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve mukim olan bir müslümanın yerine getireceği malî bir ibadettir (Merğînânî, el-Hidâye, VII, 146).
İster vacip isterse nafile olarak kurban kesecek kimse, kurbanını peşin satın alabileceği gibi, borçlanarak da satın alabilir. Bu, kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak faizli borç alması durumunda faiz verme yasağını işlediği için günaha girmiş olur. (Bkz. Bakara, 2/275-279; Müslim, Müsâkât, 105, 106; Ebû Dâvûd, Büyû’, 4). Kendi imkânlarıyla kurban kesemeyecek olanların böyle yöntemlere başvurmaları dinen uygun değildir.
Kredi kartıyla kurban alınır mı? Kredi kartıyla kurban kesilir mi?
Kurban kesmekle mükellef olan şahıs, kurbanlık hayvanı nakit olarak alabileceği gibi kredi kartıyla tek çekim veya vadeli olarak da alabilir. Bu bağlamda bedelin kredi kartıyla ödenmesi kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak kredi kartı borcunu, ödeme tarihinde ödemek ve gecikmeden kaynaklanan faizli işleme düşmemek gerekir.
Kredi kartıyla vadeli olarak kurban alırken, vadeyi bankanın uygulaması halinde ilave bir ücret ödenirse kesilen kurban geçerli olmakla birlikte, faizli işlem sebebiyle ayrı bir günah söz konusu olacağı için bundan sakınmak gerekir.
Abdestsiz kurban kesilir mi? Kurban keserken abdest almayı unutmak!
Kurban ibadetini yerine getirmek, gerekli şartları taşıyan bir hayvanı, kurban niyetiyle kesmekle gerçekleşir. Hayvanın kesim ameliyesi ibadet değildir. Böyle olduğu için kurban kesenin, hadesten taharet şartını yerine getirmesi gerekmez. Yine bu sebeple, kurban kesen kasabın ücret alması caizdir. Şayet kurban kesme eylemi ibadet olsaydı kasabın ücret alamaması gerekirdi. Çünkü ibadet karşılığında ücret almak caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 228-229). Öte yandan mekruh olmakla birlikte Ehl-i kitaptan olan kasabın kestiği kurban geçerlidir (Merğînânî, el-Hidâye, VII, 166).
Kurban kesen kişinin abdestli olması şart olmamakla birlikte kurban bir kurbet (Allah’a yakınlaşma aracı) olduğu için kesenin abdestli olması daha faziletlidir.
Vekalet vererek kurban kesilir mi? Vekalet yoluyla kurban olur mu?
Kişi, kurbanını bizzat kesebileceği gibi vekâlet yoluyla başkasına da kestirebilir. Zira kurban, hac ve zekât gibi mal ile yapılan bir ibadettir; mal ile yapılan ibadetlerde ise vekâlet caizdir (Kâsânî, Bedâi‘, V, 67; Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 263-265; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, VIII, 132). Nitekim Hz. Ali’nin (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.), develer kesilirken başında durmamı, derilerini ve sırtlarındaki çullarını paylaştırmamı emretti ve onlardan herhangi bir şeyi kasap ücreti olarak vermeyi bana yasakladı ve ‘kasap ücretini biz kendimiz veririz’ buyurdu.” (Buhârî, Hac, 120; Ebû Dâvûd, Menâsik, 19)
Vekâlet, sözlü veya yazılı olarak ya da telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları vasıtasıyla verilebilir. Vekil tayin edilen kişi veya kurum aldığı vekâleti gereği gibi yerine getirmelidir. Kurbanda önemli olan, kişinin niyetinin Allah için olması ve vekâleten kendisi adına kurbanın kesilmesidir.
Dolayısıyla kurbanın yurt içinde başka bir ilde ya da yurt dışında kesilmesinde sakınca bulunmamaktadır. Kurban fiyatlarının kesilen ülkeye göre az veya çok olması bu durumu değiştirmez. Ancak yaşadığı yerde muhtaç ve fakirler varsa kişinin, kurbanını orada kesip dağıtması daha uygun olur. Çünkü kişinin yaşadığı yerdeki fakirlerin ve komşuların onun üzerinde hakları vardır.
Kurban kesmek yerine sadaka verilse olur mu? Kurban kesmek yerine yardım edilse olur mu?
İbadetlerin şekil, şart ve rükünleri olduğu gibi hikmetleri, amaçları ve teşri gerekçeleri de vardır. İbadetlerdeki bu özelliklerin birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Diğer taraftan ibadetler ancak emredildikleri şekliyle yerine getirilir. (Kâsânî, Bedâi‘, V, 40). Her ibadetin bir yapılış şekli vardır. Kurban ibadeti de ancak kurban olacak hayvanın usûlüne uygun olarak kesilmesiyle yerine getirilebilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 360). Bedelini infak etmek suretiyle, kurban ibadeti yerine getirilmiş olmaz. Zira hayvanın kesilmesi bu ibadetinin rüknüdür.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) de, kurban meşru kılındıktan sonra her yıl bizzat kurban kesmek sureti ile bu ibadeti yerine getirmiştir (Buhârî, Hac, 117, 119; Müslim, Edâhî, 17).
Hz. Peygamber (s.a.s.), kurban bayramında, Allah katında en sevimli ibadetin kurban kesmek olduğunu, kurbanın kesilir kesilmez Allah katında makbul olacağını ve kurban edilen hayvanın her bir parçasının kişinin hayır hanesine kaydedileceğini ifade etmiştir (Tirmizî, Edâhî, 1; İbn Mâce, Edâhî, 3).
Allah Teâla’nın rızasını kazanmak niyetiyle, karşılıksız olarak fakir ve muhtaçlara yardım etmek, iyilik ve ihsanda bulunmak da müslümanın önemli vazifelerinden biridir. Zaruret derecesinde ihtiyaç içerisinde bulunan kimseye yardım etmek dinimizde farz kabul edilmiştir. Ancak, bu iki ibadetin birbirinin alternatifi olarak sunulması doğru değildir. Bu sebeple kesme olmadan hayvanı, sadaka olarak bir kişiye vermek kurban yerine geçmez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 454, 463). Aynı şekilde kurban bedelini de yoksullara ya da yardım kuruluşlarına vermek suretiyle, kurban ibadeti ifa edilmiş olmaz (Serahsî, el-Mebsût, XII, 13).
Kurban hayvanının nereleri yenir? Kurbanın hangi etleri yenir? Kurbanın hangi organları tüketilebilir?
Etlerinin yenmesi helal olan hayvanların, -ister kurban olarak ister başka bir amaçla kesilmiş olsun- kanları, ödleri, bezeleri, idrar torbaları, cinsel organları ve husyelerini (yumurtalarını) yemek tahrîmen mekruhtur (İbn Nüceym, el-Bahr, VIII, 553; el-Fetâva’l-Hindiyye, VI, 495).
Bir hadisi şerifte Hz. Peygamberin (s.a.s.), eti yenen hayvanların cinsel organlarının, husyelerinin (yumurtalarının), dübürlerinin (anüslerinin), bezelerinin, öd keselerinin, mesanelerinin yenilmesini uygun görmediği bildirilmektedir (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 12). Bununla birlikte Malikî ve Şâfiî mezheplerinde eti yenen hayvanların yumurtalarını (husye) yemek caizdir (Uleyş, Şerhu minah, V, 8-9; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, IV, 256).
Kurbanın veya başka bir amaçla kesilen bir hayvanın yenilmeyen kısımlarını toprağa gömmek, sağlık ve çevreyi temiz tutma açısından öncelikli olmakla beraber çevreyi kirletmemek kaydıyla, kedi ve köpek gibi hayvanlara da verilebilir.
Kurban eti ve derisi nasıl değerlendirilmeli? Kurban eti ne yapılmalı? Kurban derisi ne yapılmalı?
Şâfiî mezhebine göre ise, kurban etinden az da olsa fakirlere verilmesi gerekir (Bkz. Nevevî, el-Mecmû‘, VIII, 413).
Ancak kurbanın derisi, bir yoksula veya hayır kurumuna bağışlanabileceği gibi, evde namazlık, kalbur ve benzeri ev eşyası yapılarak kullanılmasında da bir sakınca yoktur (Kâsânî, Bedâi‘, V, 81; Merğînânî, el-Hidâye, VII, 164).