Amil ne demek? Amil anlamı nedir? Amil tarihi nedir?

Alm. Steuereinnehmer, [im isl. staat] Fr. Percepteur (m.), İng. Collector of revenues. Herhangi bir bölgede zekat, haraç, öşr ve ganimetlerin tahsili (toplanması) için İslam devleti tarafından vazifelendirilen ve yerine göre dinin emirlerini öğreten memur. Amil, İslam tarihinde adı sık geçen bir tabir olup, muhtelif İslam devletlerinde ve farklı devirlerde değişik manalarda kullanılmıştır.

Amil, lügatta bir işi yapan, işleyen kimse manasındadır. Kur’an-ı kerimde çoğul olarak, zekat toplayan tahsildar manasında geçmektedir. Kur’an-ı kerimde mealen; “Sadakalar (zekat) Allahü tealadan bir farz olarak, ancak fakirlere, miskinlere, (zekat toplayan) amillere, kalbleri müslümanlığa ısındırılmak istenilenlere, (efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince azad olacak mükatep) kölelere, borçlulara, cihad ve hac yolunda olup, muhtac kalanlara, yolda kalmışlara mahsustur. Allahü teala alimdir, hakimdir.” buyruldu. (Tevbe suresi: 60)

Peygamber efendimiz Medine-i münevvereye hicret ettikten sonra, çeşitli kabile ve bölgelere amiller tayin etti. Bu amiller, Müslümanlara namaz kıldırıyor, zekatlarını topluyor, davalarını hallediyor, İslamiyeti öğretiyor ve valilik de yapıyorlardı. Medine’de bulunan amiller, umumiyetle gelen zekatların kayıtlarını tutar, muhafaza ve yerlerine dağıtma işine bakarlardı.

Peygamber efendimiz Attab bin Üseyd’i Mekke’ye amil yaptığında kendisine günlük bir dirhem yevmiye tayin etmişti. Bu, İslam tarihinde amiller ve valiler için konulan ilk ücrettir.

Hazret-i Ebu Bekr halife olunca, Peygamber efendimizin tayin ettiği amilleri yerinde bıraktı. Arabistan Yarımadasını bazı bölgelere ayırdı.

Hazret-i Ömer devrinde İslam devletinin sınırları genişleyince, idarede kolaylığı sağlamak, gelirleri iyi takib etmek için, memleket büyük idari bölgelere ayrıldı ve buralara amiller tayin edildi. Tayin edilen amiller, halife namına gittikleri bölgeleri idare ettiler. Zekatları haraç ve cizyeleri topladılar. Vilayetlerde amil adı altında vali, katip, divan katibi, zabıta, ve hakim adı altında memurlar görev yaptılar.

Amil olacak kimsede; hür ve Müslüman olmak, emanet ve doğru sözlülük,  tamahkar olmamak, insanlar arasında kin ve düşmanlığa yol açmamak, kuvvetli hafıza sahibi olmak, nefsin arzu ve isteklerine uymamak gibi bazı şartlar aranırdı. Amil, vazifeye başlamadan önce mal beyanına tabi tutulur ve kaydettirilirdi. İşin sonunda amilin serveti ile beyanı karşılaştırılırdı. Fazlalık varsa, mahkeme yoluyla geri alınırdı.

Hazret-i Ömer, bir gün hutbesinde, cemaate şöyle hitab etti: “Ey müminler Allahü tealaya yemin ederim ki, bu memurları sadece vergilerinizi toplamaları için göndermiyorum. Onları size dininizi de öğretmeleri için gönderiyorum. Allahü tealaya yemin olsun ki, kime bunun haricinde muamele yapılırsa, bana haber versin. Onun hakkını alıp, gerekeni yapayım.”

Emeviler devrinde sadece zekat tahsildarlarına “amil” denildi. Abbasi ve sonra gelen Türk-İslam devletlerinde amil ünvanı farklı manalarda kullanıldı. Mesela; Gaznelilerde maliye me’muru olarak kullanıldı. Doğu İslam memleketlerinde olduğu gibi, batıdaki Kuzey Afrika ve Endülüs’te de amil ünvanı kullanılmıştır.

Allahü teala ne demek? Allahü teala sıfatları nelerdir? Allahü teala anlamı nedir?

Varlığı muhakkak lazım olan, ibadet edilecek hakiki mabud olan ve bütün varlıkları yaratan. Esma-i hüsnadan yani Allahü tealanın doksan dokuz isminden ilki. Her varlığın yaratanı, sahibi, hakimi Allahü tealadır. O’nun hakimi, amiri, üstünü yoktur. Her üstünlük, her kemal sıfat O’nundur.

Allahü teala zatı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep vardır ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda da yokluk olamaz. Çünkü O’nun varlığı lazımdır. Yani Vacibül-vücud’dur. Allahü teala birdir. Yani şeriki, benzeri yoktur.

Dünya aleminde ve ahiret aleminde bulunan her şeyi yokken O yaratmıştır. Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cisimleri, hücreleri, hayatı, ölümü, her reaksiyonu, her kuvveti, hareketleri, kanunları, ruhları, melekleri, canlı cansız her varı yoktan var eden ve hepsini her an varlıkta bulunduran O’dur. Alemlerde olan her şeyi hiçbiri yok iken yarattığı gibi, kıyamet zamanı gelince yine bir anda her şeyi yok edecektir.

O’nda hiç bir kusur, hiç bir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber her işinde hikmetler, faydalar, lütuflar, ihsanlar vardır. Kullarına iyi olanı, faydalı olanı vermeye, kimisine sevab, kimisine azab yapmaya mecbur değildir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar iman etse, O’na hiç bir faydası dokunmaz. Bütün alem, inançsız olsa, azgın ve taşkın olsa, karşı gelse, O’na hiçbir zarar vermez. Kul bir şey yapmak dileyince, O da isterse  o şeyi yaratır. Kullarının her hareketini, her şeyi yaratan O’dur. O dilemezse, yaratmazsa hiç bir şey hareket edemez.

Allahü teala üzerinden, gece, gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. O’nda hiçbir değişiklik olmayacağı için geçmişte gelecekte şöyledir, böyledir denilemez. Allahü teala hiç bir şeyle birleşmez. Allahü tealanın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Allahü tealaya “baba”, “Allah baba” diyenin imanı gider, Müslümanlıktan çıkar. Herkese şah damarlarından daha yakındır. Bu yakınlığı, insan aklı anlayamaz. Allahü teala zatında ve sıfatlarında birdir. Hiçbirinde değişiklik başkalaşmak olmaz.

Allahü tealayı, İslamiyetin bildirdiği isimler ile anmak, söylemek lazımdır. Allah adı yerine tanrı kelimesi kullanılamaz. Çünkü tanrı “ilah, ma’bud” demektir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, “ilah, ma’bud” manasına kullanılabilir. Allah adı yerine kullanılamaz.

Allahü tealanın isimleri sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhurdur. Yani binbir tanesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselamın dininde, bunlardan doksan dokuzu bildirilmiştir. Bunlara Esma-i hüsna denir. (Bkz. Esma-i Hüsna).

Müslümanlar, Cennet’te Allahü tealayı zamansız ve mekansız ve cihetsiz olarak göreceklerdir.

Allahü tealanın yüce zatının hakikatini kimse bilemez. O, akla hayale gelenlerin hepsinden uzaktır. Hiç biri O değildir. Ancak Kur’an-ı kerimde, bizzat kendisinin açıkladığı sıfatlarını isimlerini ezberleyip, uluhiyetini, büyüklüğünü bunlarla tasdik ve ikrar etmelidir. Akıllı ve büluğ (ergenlik) çağına gelmiş kadın ve erkek her Müslümanın Allahü tealanın sıfatlarını, doğru bilmesi ve inanması lazımdır. Bilmemek büyük günahtır.

Allahü tealanın sıfatları on dörttür. Altısına “Sıfat-ı Zatiyye” sekizine de “Sıfat-ı Subutiyye” denir.

Zati sıfatlar: Bu altı sıfatın hiç biri, varlıkların hiç birinde yoktur. Yalnız Allahü tealäya mahsusturlar. Bunların sonradan yaratılan varlıklara hiçbir surette bağlılıkları da yoktur.

Zati sıfatlar şunlardır:

Vücud: Allahü teala vardır. Varlığı ezelidir. Vacib-ül-vücuddur, yani varlığı muhakkak lazımdır.

Kıdem: Allahü tealanın evveli yoktur.

Beka: Allahü tealanın sonu yoktur. Hiç yok olmaz. Ortağı olmasının imkanı olmadığı gibi, zat ve sıfatlarının yokluğu da imkansızdır.

Vahdaniyet: Allahü tealanın zatında, sıfatlarında ve işlerinde ortağı yoktur.

Muhalefetün-lil-Havadis: Allahü teala zatında, sıfatlarında ve işlerinde hiç bir mahlukatın (yarattıklarının) hiç birine benzemez.

Kıyam bi-Nefsihi: Allahü teala zatı ile kaimdir. Durmak için bir yere muhtaç değildir. Zira her ihtiyaçtan münezzehtir, uzaktır. Bu kainatı yoktan var etmeden önce, zatı nasıl ise, sonsuz olarak hep böyledir.

Subuti sıfatları: Bu sekiz sıfat, Allahü tealanın varlığını göstermekte, zatında, sıfatlarında ve işlerinde kemal, üstünlük bulunduğunu ve hiçbir kusur, karışıklık ve değişiklik olmadığını bildirmektedir.

Subuti sıfatlar şunlardır:

Hayat: Allahü teala diridir. Hayatı, mahlukların hayatına benzemeyip, zatına mahsus olan hayat, ezeli ve ebedidir (başlangıcı ve sonu yoktur).

İlim: Allahü teala her şeyi bilir. Bilmesi mahlukatın bilmesi gibi değildir. Bilmesinde değişiklik olmaz. Ezeli ve ebedidir.

Sem’: Allahü teala işiticidir. Vasıtasız, ortamsız işitir. Kulların işitmesine benzemez. Bu sıfatı ve her sıfatı ezeli ve ebedidir.

Basar: Allahü teala görür. Bu görme aletsiz ve şartsızdır.

İrade: Allahü tealanın dilemesidir. Her şey, O’nun dilemesi ile olur. İradesine engel olacak hiçbir kuvvet yoktur.

Kudret: Allahü tealanın gücü yeticidir. Hiçbir şey O’na güç gelmez.

Kelam: Allahü teala söyleyicidir. Söylemesi alet, harfler, sesler ve dil ile değildir.

Tekvin: Allahü teala yaratıcıdır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Herşeyi O yaratır.

Akraba ne demek? Akraba anlamı nedir? Akraba ziyareti anlamı nedir?

Alm. Verwandte (p.), Fr. Parenté, İng. Relative. Kan ve evlilik yoluyla olan hısımlık. Kan yoluyla meydana gelen akrabalıkta; anne, baba, kardeşler en önce gelenlerdir. Kardeşler kız ve erkek olabilir. Bunların büyüğüne, kız ve oğlan olmasına göre “abla”, “ağabey” denir. Babanın ve annenin annelerine “nine” veya “anneanne, babaanne”, babalarına ise “dede” denir. Annenin kız kardeşine “teyze”, erkek kardeşine “dayı”, babanın erkek kardeşine “amca”, kız kardeşine ise “hala” ismi verilir. Bunların çocukları ise, teyzeoğlu, dayıoğlu amcaoğlu, halaoğlu diye anılır.

Evlenmeden meydana gelen akrabalık ise, biraz daha karışıktır. Bu akrabalığın esasını karı – koca teşkil eder. Bunlar iki ayrı aileden gelmişlerdir. Kızın annesi, babası erkeğe “damat”, erkeğin annesi ve babası da kadına “gelin” derler. Kocanın kız kardeşi gelin için “görümce”, erkek  kardeşi de “kayın” olur. Kızın, kız kardeşi erkek için “baldız,” erkek kardeşi de “kayınbirader” olur. Kadın kocasının, koca da karısının anne ve babasına kayınpeder, kayınvalide derler. Buradaki kayın, kaim yani “yerine geçen” manasına kullanılmaktadır.

İki kız kardeşle evlenen erkekler birbirlerine “bacanak” derler. Kardeşlerin hanımları ise birbirlerinin “eltisi”, eşlerin anne ve babaları birbirlerinin “dünürü” olur. Çocuklar; dayı, amca ve erkek kardeşlerin eşlerine “yenge” der.

Türk-İslam aile yapısında bir de süt kardeşliği vardır. Bu aynı anneden süt emenler arasında olan yakınlık ve akrabalıktır (Bkz. Süt Kardeşlik).

İslam dininde, akraba ziyaretine “sıla-i rahm” adı verilmiştir. Akrabaya yardım ve iyiliğin çok sevab olduğu da Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Allahü teala mealen buyurdu ki:

Akrabana, yolcuya, düşküne, hakkını ver. Elindekini israf etme. (İsra suresi: 26)

Onlar, Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten (akrabalık bağlarını koparmayıp onlara iyilik eden), Rablerinden sakınan ve hesabın kötü olmasından korkan kimselerdir. (Ra’d suresi: 21)

Peygamber efendimiz buyurdu ki:

Allahü tealadan korkun, akrabanızı ziyaret edin, onlara yardım edin. Çünkü sıla-i rahm eden, yani akrabayı ziyaret ve onlara yardım sizin için dünyada bereket, ahirette ise günahlara mağfirettir.

Ey ümmetim! Beni peygamber olarak gönderen Allahü tealaya yemin ederim ki, fakir akrabası varken, başkalarına verilen zekatı Allahü teala kabul etmez.

Ömrünün uzun olmasını ve rahat yaşamayı seven sıla-i rahm yapsın.

Sıla-i rahm; ailede muhabbetin, malda servetin artmasına ve ömrün uzamasına sebeptir.

Sıla-i rahm yapan demek, dostlarından ve akrabasından gördüğü iyiliğe karşı ona iyilik yapan değil, kendisinden kesilen akrabasını arayıp, ziyaret ve iyilik edendir.

Bu sebeple, İslam dininde akraba ziyareti Müslümanın en önemli vazifeleri arasındadır. Hiç olmazsa selam göndererek, tatlı mektup yazarak gönüllerinin alınması gerekmektedir. Selamın ve mektubun ve sözle ve para ile olan yardımın mikdarı ve zamanı bildirilmemiştir.

Akraba ziyaretine devam edenlerin kavuşacağı faydalar şunlardır: 1) Allahü teala razı olur. 2)Melekler sevinir. 3)Şeytanlar üzülür. 4)Ömrü ve rızkı artar. 5) Ölmüşleri sevinir. 6)Vefatından sonra da ziyaret ettiği kimseler buna hayır dua ederler.

Akit ne demek? Akit anlamı nedir? İslam hukukunda akit nedir?

Alm.Vertrag (m.), Fr. Contrat (m.), İng. Contract. İki veya daha çok kişinin karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanlarıyla meydana gelen ve taraflara yani akde katılan kimselere karşılıklı haklar sağlayan ve borçlar yükleyen bir anlaşma.

Akitler, çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir.

Hukuki sahalara göre: Borç akitleri (borçlanma münasebeti doğuran akitler), alım-satım, kira, emanet akitleri.

Şekillerine göre;

  1. Adi akitler: Herhangi bir şekle bağlı kalmaksızın teşekkül eden akitler. Ödünç verme, ısmarlama ve kira akitleri.
  2. Şekle bağlı akitler: Tamamlanması belli bir şekil şartının varlığına bağlanmış akitler. Gayrimenkul malların satışı ve evlenme akitleri gibi. Akitler, kanunun istisnaları dışında şekle bağlı değildir.

Akit çeşitleri sınırlı değildir. Kanunda aranılan şartlara riayet edilerek istenilen çeşitte akit yapılabilir. Akdin konusu üzerinde taraflara geniş bir serbestlik tanınmış olmakla birlikte, akitler, kanunun emrettiği hukuki kaidelere, ahlaka, amme (kamu) düzenine, şahsiyet haklarına aykırı ve yerine getirilmesi imkansız olamaz.

Akitten doğan borçların yerine getirilmesi gerekir. Çünkü akit, tarafları bağlayıcı kuvvettir. Akitten doğan borcunu yerine getirmeyen tarafa karşı hukuk mahkemelerinde dava açılabilir. İcra yoluna başvurulabilir.

İslam hukuku: İslam hukukunda da akit, taraflara borçlar yükleyen ve haklar sağlayan bir anlaşmadır. Mecelle’de akit; “İki tarafın bir hususu icab ve kabul yoluyla kabul etmeleri, sözleşmeleri.” diye tarif edilmiştir. İcab, taraflardan birinin bir şeyi teklifi; kabul, karşısındakinin onu ayrılmadan önce kabul etmesidir. Yani akit, icabla başlar, kabul ile biter. Buna göre akit tek taraflı olmaz. Akitin yapılabilmesi için, icab ve kabul denilen beyandan başka, tarafların akıllı ve mümeyyiz (iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı birbirinden ayırabilen) olması ve akde konu olan şeyin belli ve mütekavvim yani kullanılması mubah (dinen serbest) ve mümkin olması lazımdır. Akitler, şahıslar bakımından bazı sonuçlar doğurur. Mesela alış-veriş akdinde satanın malı, satın alanın da bedeli teslim etmesi borçları doğar. Buna karşılık, satan bedele, satın alan da mala sahib olma hakkını kazanır. İslam hukukunda akitler, bir tarafa veya daha çok iki tarafa borç yükler. Hibe, ariyet gibi akitlerde, taraftlardan biri borç altına girer. Öbür tarafa alacaklıdır. Kira, alış-veriş gibi akitler ise, her iki tarafa borç yükler.

İslam hukukunda değişik bahisler içerisinde yer alan akdin çeşitli kısımları vardır. Bunlar, fıkıh ve diğer İslam hukuku kaynaklarında geniş olarak anlatılmıştır.

İslam hukukunda akitler genellikle şekli şartlara bağlı değildir. Çoğunluğunu Avrupalı hukukçuların teşkil ettiği, bazı hukukçuların aleyhde iddialarına karşılık, İslam hukukunda geniş bir akit yapma hürriyeti vardır. Yalnız nassların (ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin), kıyas ve icmaın yasakladığı akitler yapılamaz. Mesela, ağaçta belirmemiş meyveyi satmak, akıllı olmayan küçük çocuğun alış-verişi, koyun üstündeki yünü ve canlı koyunun derisini satmak, denizdeki balığı yakalamadan önce satmak batıldır, haramdır.

Akika ne demek? Akika kurbanı nedir? Akika neden kesilir?

Yeni doğan çocuk nimetine karşılık Allahü tealaya şükretmek niyetiyle kesilen hayvan.

Akika hayvanı kurbanlık hayvan gibidir. Kurban için caiz olmayan koyun, akika için de kesilmez. Akika her zaman kesilebilir. Kurban bayramında da kesilebilir. Yeni doğan çocuğa yedinci gün isim koymak, saçlarını kesip saçlarının ağırlığı kadar altın veya gümüş sadaka vermek, kız çocukları için bir, erkek çocukları için iki koyun kesmek çok sevabtır. Saçları kesilmeden tahmini ağırlığı kadar altın ve gümüş sadaka verilebilir. Akika, çocukların kazalardan, belalardan, hastalıklardan korunmasına sebep olur.

Peygamber efendimiz nübüvvetten yani peygamber olduğu bildirildikten sonra kendisi için akika kesti. Hicretin sekizinci senesinde de oğlu İbrahim dünyaya gelince, yedinci günü, saçlarının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve iki koç kesti.

Akabe Biatı ne demek? Akabe Biatları nedir? Birince ve İkinci Akabe Biatı!

Medineli ilk Müslümanların, Peygamber efendimiz ile yaptığı itaat ve bağlılık sözleşmeleri. Peygamberimize ilk vahyin gelmesinin on birinci senesinde, birer sene ara ile Mekke ile Medine arasında yer alan Akabe mevkıinde yapıldı.

Birinci Akabe Biatı: Peygamberliğin bildirilmesinin on birinci senesinde Medine’den Mekke’ye Kabe’yi ziyarete gelen Hazrec kabilesinden altı kişi Peygamber efendimizin daveti üzerine müslüman oldu. Peygamber efendimizle görüşüp müslüman olan Hazrecli altı kişi bir sene sonra hac mevsiminde tekrar Mekke’ye geldiler.

O sene, müşrikler, Müslümanlara daha çok eziyet ettiler. Peygamber efendimizi, takip edip, O’nunla konuşan, iman eden herkese işkence yaptılar. Bu hali öğrenen Medineliler, Peygamber efendimizle haberleştiler ve gece buluşmaya karar verdiler. Gece olunca, buluştular. İtaat ve bağlılıklarını Peygamberimize arz edip, bütün emir ve isteklerine teslim olacaklarına söz verdiler. Bu sözün ardından da biat ettiler. Bu biata katılanların onu Hazrec, ikisi de Evs kabilesinden idi. Bu biat, İslam tarihine “Birinci Akabe Biatı” olarak geçti. Yapılan biatta, her iki kabileden orada bulunanlar; “Allahü tealaya ortak koşmayacaklarına, ayıplanmak ve rızık korkusuyla çocuklarını öldürmeyeceklerine, zina yapmayacaklarına, hırsızlık etmeyeceklerine, iftiradan kaçınacaklarına ve daha başka hususlara dair söz verip, taahhütte bulundular. Biat eden bu topluluğun reisi Es’ad bin Zürare radıyallahü anh idi. Sevgili Peygamberimiz, bu on iki kişiyi kabilelerine temsilci yaptı. Bunlar, kabilelerine İslamiyeti anlatıp, onlar adına Peygamberimize karşı mesul ve kefil olacaklardı. Es’ad bin Zürare radıyallahü anh da, bütün kabileler ve kabile reislerine, reis tayin edildi. Mus’ab bin Umeyr radıyallahü anh da onlara dini öğretmek üzere vazifelendirildi. Böylece Medine’ye döndüler. Artık orada gece-gündüz İslamiyeti yaymak için gayret gösterdiler. İslamiyet Medine’de sür’atle yayılmaya başladı. Evs ve Hazrec kabileleri müslüman oldu. Putlar kırıldı, her eve İslamiyet girdi. O seneye (M. 621) Sevinç Yılı manasında “Senetü’s-Sürur” denildi.

İkinci Akabe Biatı: Mekkeli müşriklerin Müslümanlara zulmü son haddine vararak, dayanılmaz bir hal almıştı. Mekke’de hal böyleyken Medine’de, Es’ad bin Zürare ile Mus’ab bin Umeyr’in gayretli çalışmaları sayesinde, Evs ve Hazrecliler, Müslümanlara kucak açarak, onları bağırlarına basıp, bu uğurda her türlü fedakarlığı yapacak haldeydiler ve Resulullah efendimizin de bir an önce Medine’ye teşriflerini arzuluyor, O’nun uğrunda, mallarını ve canlarını esirgemeyeceklerine dair söz veriyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, peygamberlik vazifesini tebliğ edeli 13 sene olmuştu. Hac mevsimi gelmişti. Mus’ab bin Umeyr ile beraber, Medineli 73 erkek ile 2 Müslüman kadın Mekke’ye geldiler. Hacdan sonra hepsi birinci biatta olduğu gibi, Peygamberimizle Akabe’de buluştular. Burada yapılan görüşmeler sırasında Medine’den gelen Müslümanlara Peygamber efendimiz İslamiyeti anlattı ve; “Allahü tealaya ibadet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamanız; kendim ve Eshabım için olan şartım, bizi barındırmanız, bana ve Eshabıma yardımcı olmanız, kendinizi savunduğunuz, koruduğunuz şeylerden bizleri de korumanızdır.” buyurdu.

Yapılan konuşmalardan sonra, biat için gelenler arasından Bera bin Ma’rur; “Seni hak din ve kitap ile peygamber gönderen Allahü tealaya and olsun ki, çoluk çocuğumuzu koruyup, savunduğumuz gibi, seni de koruyacağız. Biz, ahde vefa ve sadakat göstermek, önünde, canlarımızı feda etmek arzusundayız. Bizimle biatlaş ya Resulallah!” dedi.

Bundan sonra biat edecek olanlar hep bir ağızdan; “Biz Peygamberimizden, mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürülse de vazgeçmeyiz. O’ndan hiçbir zaman ayrılmayız. Bu yolda ölmek var, dönmek yok!” dediler. Sonra da sevgili Peygamberimize dönerek; “Ya Resulallah! Biz bu ahdimizi yerine getirirsek, bize ne vardır?” diye sual ettiler. Peygamber efendimiz o zaman;  “Allahü tealanın razı olması ve Cennet var!” buyurdular. Orada bulunan her kavmin temsilcileri, kavimleri adına söz verdiler. İlk önce hazret-i Es’ad bin Zürare; “Ben, Allahü tealaya ve O’nun Resulüne verdiğim sözü yerine getirmek, canımla ve malımla O’na yardım hususundaki vadimi gerçekleştirmek üzere biat ediyorum.” diyerek, Peygamberimizle müsafeha etti. Arkasından her biri, biatı bu şekilde tamamlayıp; “Allahü tealanın ve Resulünün davetini dinleyip, boyun eğerek kabul ettik.” diyerek, sevinçlerini ve teslimiyetlerini arz ettiler. Böylece, Resulullah’ın uğrunda canlarını ve mallarını büyük bir teslimiyetle ve bağlılıkla ortaya koydular. Burada kadınlar ile yapılan biat sadece söz ile yapılmıştı.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Allahü tealaya hiç bir şeyi ortak koşmamak, iftira, hırsızlık ve zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek, hayırlı işlere muhalefette bulunmamak…” hususlarında onlardan söz aldılar. Bu biatlardan sonra Medine’ye hicret yapıldı (Bkz. Hicret).

Ahlak ne demek? İslam ahlakı nedir? Ahlaklı olmak nedir?

Alm. Moral, Sitten, Fr. éthique, morale, İng. Morality, ethics. İstemeden, kendini zorlamadan insanda meydana gelen meleke, yani yerleşmiş huy, seciye, tabiat. İnsanın sözleri, hareketleri ve davranışları ahlakına bağlı olarak meydana gelir. Kötü huylardan kurtulup, iyi huylu olma yollarından bahseden ilme, Ahlak ilmi denir. Ahlak ilmi, İslamiyette sekiz yüksek dini ilimden biridir.

İnsanlar, iyiliğe, güzelliğe ve yükselmeye elverişli olarak doğarlar. Hiç kimsenin huyu yaradılışındaki gibi kalmaz. İyi veya kötü yönde değişir. Böyle olmasaydı, peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Halbuki onlar insanları hep iyiye, doğruya çağırmışlardır. Peygamber efendimiz, “Ahlakınızı iyileştiriniz.” buyurmuştur. İlim adamları çocuklarını terbiye etmişlerdir.

İyi ve güzel ahlakın temeli, ilahi vahye dayanan dindir. Ancak dine dayanan ahlak müessesesi insanların ruhlarını tatmin eder, huzura kavuşturur ve maddi-manevi yükselmelerini sağlar. Filozofların bir kısmı, ahlak müesseselerini hazza, zevke, nefse, maddi bir menfaate dayandırmak istemişlerdir. Halbuki bunların hiç biri ahlak için kafi bir dayanak ve insana huzur kaynağı olmamaktadır.

Adem aleyhisselamdan itibaren Allahü teala peygamberleri vasıtasıyla kullarına emirlerini ve yasaklarını ve beğendiği işleri bildirdi. İnsanlar, peygamberlere tabi olup, emirlere uydukları müddetçe, huzurlu ve rahat bir hayat yaşadılar, birbirlerini sevip saydılar. Emirlere uymadıkları vakit, huzursuz oldular, rahatları bozuldu, ahlaksızlık ve haksızlık, cemiyeti sardı. İnançsızlığın ve ahlaksızlığın umumi bir hal alması, cemiyetlerin yıkılmasına ve helakine sebep oldu. Nuh ve Lut kavimlerinin ve daha pekçok milletlerin helaki bu yüzden oldu.

İnsanlığın doğru yolu bulması, ahlaken yükselmesi, dolayısıyle dünyada ve ahirette huzura kavuşmaları için son peygamber olarak Muhammed aleyhisselam gönderildi. “İyi huyları tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim.” buyurdu. Böylece İslamiyet insanlığa temelinde Allah sevgisi, Allah korkusu ve her yaptığını, kimseden dünyevi bir menfaat beklemeden ihlas, yalnız Allah için yapma, nefsi kontrol etme ve ona hakim olma esasları bulunan en yüksek ahlak kaidelerini (kurallarını) sundu. Et-ta’zimü liemrillah veş-şefekatü ala halkıllah, yani Allahü tealanın emrine hürmet, saygı ve yarattıklarına merhamet, bu kaidelerin en önemlilerinden biridir. Müslümanların ahlak üzerindeki titizliği, İslam dininin kısa zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanlar her gittikleri yere adalet ve güzel ahlakı da götürmüşlerdir. İslam dini baştan başa ahlak ve fazilet dinidir.

İslam ahlakına göre huylar, güzel ve çirkin olmak üzere iki kısma ayrılır. Güzel huylara “ahlak-ı hasene” veya “ahlak-ı hamide”, kötü huylara da “ahlak-ı kabiha” veya “ahlak-ı zemime” denir. Edep, haya, cömertlik, tevazu (alçak gönüllü olmak), ikram gibi huylar güzel; kibir, haset (kıskançlık), kin, düşmanlık, cimrilik, sefihlik gibi huylar da çirkindir.

İslam alimleri, güzel ahlakı; “Güler yüzlü olmak, insanların kalbini kırmamak, kimseyle münakaşa etmemek, müslümanlara su-i zan (kötü zan)da bulunmamak, cömert olmak ve dine hizmet” diye tarif etmişlerdir. Güzel ahlaka sahip olmak için, kötü huyları teşhis etmek lazımdır. Bir kimse, bu teşhisi ya kendi yapar, yahud bir alimin, rehberin bildirmesi ile anlar. İnsan kendi kusurlarını zor anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak kusurunu öğrenir. Sadık olan dost, onu tehlikelerden koruyan kimsedir.

Düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimeler de, insana ayıplarını tanıtmaya yarar. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. Arkadaşlar ise, insanın ayıplarını pek görmezler. Birisi İbrahim Edhem hazretlerine, ayıbını, kusurunu bildirmesi için yalvarınca; “Seni dost edindim. Her halin, hareketlerin bana güzel görünüyor. Ayıbını başkalarına sor.” dedi. Başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde aramak, kendinde bulursa, bundan kurtulmaya çalışmak lazımdır. “Mü’min mü’minin aynasıdır.” hadis-i şerifinin manası budur. Yani, başkasının ayıplarında, kendi ayıplarını görür. İsa aleyhisselama, bu güzel ahlakını kimden öğrendin dediklerinde; “Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmeyen şeylerden sakındım ve beğendiklerimi yaptım.” buyurdu. Hazret-i Lokman Hakim’e; “Edebi kimden öğrendin?” dediklerinde; “Edebsizden!” dedi. Selef-i salihinin, Eshab-ı kiramın ve velilerin hayat hikayelerini okumak da iyi ahlaklı olmaya sebep olur.

Kendinde kötü huy bulunan kimse, buna yakalanmasının sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeğe, zıddını yapmağa çalışmalıdır. Kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmak için çok uğraşmak lazımdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması güçtür. Kötü şeyler nefse tatlı gelir.

İnsanın kötü şey yapınca, peşinden, nefse güç gelen şey yapmayı adet edinmesi de faydalı ilaçtır. Mesela, bir kötülük yaparsam, şu kadar sadaka vereceğim veya oruç tutacağım diye yemin etmelidir. Nefis bunları yapmamak için, onlara sebep olan kötü adeti yapmaz. Kötü huyların zararını okumak ve dinlemek, kötü kimselerden uzak durup, iyi kimselerle arkadaşlık etmek de çok faydalıdır.

Ahlak ile ilgili hadis-i şeriflerde Peygamber efendimiz buyurdu ki:

Allahü teala indinde kulların en sevgilisi, ahlakça en güzel olanıdır.

Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hataları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy da hasenatı (iyilikleri) mahv eder, giderir.

İyi huylu olan, dünya ve ahiret seadetlerine kavuşur.

Bir kulun ibadetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem’e götürür.

Allah katında kötü huydan büyük günah yoktur. (Çünkü kötü huyun sahibi, bunda günah olduğunu bilmez. Tövbe etmez. İşledikçe, günahı kat kat artar.)

Güzel ahlak; senden kesilen akrabanı ziyaret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir.

İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.

Bir kimse tövbe ederse, tövbesini Allahü teala kabul eder. Kötü ahlaklı kimsenin tövbesi ise makbul olmaz. Zira bir günahtan tövbe ederse, kötü ahlakı sebebiyle, daha büyük bir günah işler.

İslam alimleri ahlak ilmine çok önem vermişlerdir. Ahlak ilmi, İslami ilimler arasında başlıbaşına bir ilimdir. Kur’an-ı kerimde, hadis-i şeriflerde ve İslam alimleri yazdıkları eserlerinde, insanların Allahü tealaya karşı, birbirlerine hatta hayvanlara ve cansızlara karşı nasıl davranacaklarını geniş olarak bildirmişlerdir. İslam alimleri ahlaka dair çeşitli kitaplar yazmışlardır. Haris el-Muhasibi’nin Er-Riaye li Hukukillah’ı, Ebu Talib-i Mekki’nin Kut-ul-Kulub’u, Maverdi’nin Edeb-üd-Dünya ved-Din’i, İmam-ı Gazali’nin İhya’sı, Celaleddin-i Devani’nin Ahlak-ı Celali’si, Hüseyin Vaiz-i Kaşifi’nin Ahlak-ı Muhsini’si, Kınalızade Ali Efendinin Ahlak-ı Alai’si bunlardandır. İslam alimlerinin ahlak kitaplarını inceleyen Avrupalılar ve diğer milletler hayran kalmışlar, bunları tercüme ederek, kendi milletlerinin de faydalanmalarını temin etmişlerdir.

Ahiret kardeşi ne demek? Ahiret kardeşi anlamı nedir?

Alm. Glaubensbruder, Fr. Confrérie des fréres de foi, İng. Brother in faith, co-religions. İki Müslüman arasında Allah rızası için, dünyada ve ahirette biribirlerine yardım etmek ve dua etmek üzere kurulan kardeşlik, dostluk. Buna Anadolu’da “ahiretlik” adı da verilmektedir.

İslamiyete göre ahiret kardeşliği iki erkek veya iki kadın arasında olur. Bir erkeğin yabancı kadınla ahiret kardeşi olması dinen caiz ise de ahiret kardeşi kendi kardeşi gibi mahrem olmaz. Yani nikah, evlenme ve konuşup görüşme hususunda yabancılar gibidir.

Peygamber efendimiz ahiret kardeşliği hususunda; “Allah için ahiret kardeşliği yapan kimse ahiret gününde ana-baba bir kardeşinden daha faydalı yardımları ahiret kardeşinden görür. Bir kimse ahiret kardeşini ne kadar çok severse Allahü teala da o kimseyi o kadar çok sever.” buyurdu.

Ahiret kardeşi olan kimseler birbirlerine hediye verirler. Sevinçli ve üzüntülü zamanlarında birbirlerinin yanında yer alırlar. Birbirlerine hayrı tavsiye eder, kötülüklerden sakındırırlar. Kötü ve tehlikeli yollara düşmekten korurlar. Hayattayken birbirlerine yardımcı olan ahiret kardeşlerinden birisi öldüğü zaman, sağ olan vefat edenin ruhu için hayır ve hasenat yapar, ailesine ve çocuklarına yardımcı olur. Onların sıkıntılarını gidermeye çalışır. Ahiret kardeşi olan kimselerin aileleri de aynı münasebetleri devam ettirmeye çalışırlar.

Eski Türklerde büyük önem verilen “Tuz ekmek hakkı” anlayışının devamı olarak uygulanan ve dinimizin bildirdiği ahiret kardeşliği adıyla kurulan kardeşlik ve dostluk Anadolu’da “ahiretlik” veya “ahretlik” adıyla devam ettirilmiştir. Bilhassa genç kızlar ve kadınlar arasında görülen bu kardeşlik ahlak, kişilik ve huy benzerliği olan kişiler arasında kurulmuştur. Genç kızlar arasındaki ahiretlik anlaşması, genç kıza hayat boyu yalnız olmadığı anlayışını kazandırırdı. Günümüzde bu gelenek yok denecek kadar azalmıştır.

Ahiret ne demek? Ahiret günü nedir? Ahiret anlamı ne?

İnsanın ölümü ile başlayıp, kıyametin kopması, ölülerin tekrar diriltilmesi, Mahşer’de hesaba çekilerek işlerine ve ibadetlerine göre Cennet’e veya Cehennem’e gönderilmesi ile devam eden ebedi (sonsuz) hayat. Öteki dünya. İslamiyette iman edilmesi lazım olan altı esastan beşincisidir.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem;  “İnsan ölünce kıyameti kopmuş olur.” buyurmaktadır. Ölü, kabre konunca onun ahiret hayatı başlar. Kabir hayatına “berzah alemi” de denir. Ölü orada bilinmeyen bir hayat ile rahat içinde olacak veya azab görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin mezara gelip sual soracaklarını hadis-i şerifler açıkça bildirmektedir. (Bkz. Münker ve Nekir).

Kabirde, iman edenlere ve ibadetlerinde kusuru olmayanlara mükafat, iyilik ve nimetler verileceği gibi; kafirler ile günah işleyip tövbe etmeden ölen Müslümanlara da azab yapılacaktır.

Peygamber efendimiz buyurdu ki:

Kabir, ahiret konaklarının birincisidir. Ondan kurtulana sonraki konaklardan geçmek kolay olur. Kabirden kurtulamayana ondan sonraki konaklar daha zor olup, azabları da şiddetlidir.

Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur. (Bkz. Kabir)

Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmedi. Ancak Peygamber efendimiz birçok alametlerini haber verdi (Bkz. Kıyamet). İnsanlar ve bütün canlılar öldükten sonra tekrar dirilecektir. Kemikler, etler, çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra hepsi yine bir araya gelecek, ruhlar bedenlerine girip herkes mezardan kalkacaktır.

Bitkiler, havadan karbondioksit gazını ve topraktan su ile tuzları yani toprak maddelerini alıp bunları birleştiriyorlar. Organik cisimleri organlarımızın yapı taşlarını meydana getiriyorlar. Katalizör adı verilen maddeler ile, binlerce sene sürecek olan kimya reaksiyonları, bir kaç saniyelik zamanlarda yapılmaktadır. İnsanlar binlerce senelik işi bir kaç saniyede yapabildiklerine göre ve Allahü tealanın toprak maddelerini, birkaç senede et, kemik maddelerine çevirdiği bugün bilindiğine göre, bu işi bir anda da yapabileceği fen yolu ile kolayca anlaşılabilir. İşte bunun gibi, Allahü teala, mezarda; su, karbondioksit ve toprak maddelerini birleştirerek organik maddeleri ve canlı uzuvları bir anda yaratacaktır. Öldükten sonra dirileceğimizi, Kur’an-ı kerim ve bütün peygamberler bildirmişlerdir. Bu bakımdan öldükten sonra dirilmeyi inkar etmek mümkün değildir. Kıyamet gününü inkar edenler için hazret-i Ali buyurdu ki: “Müslümanlar ahirete inanıyor. Kitapsız kafirler inkar ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayan bir şey kazanmaz, Müslümanlar zarar etmezdi. Fakat kafirlerin dediği olmayınca onlar sonsuz azab çekeceklerdir.”

Bütün canlılar diriltilip, kabirlerinden kalktıktan sonra Mahşer yerinde toplanacaktır. Her insanın amel defterleri uçarak sahibine gelecektir. Bunları her şeyin sahibi olan Allahü teala yapacaktır. Salihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından; fasıkların, kötülerin arka ve sol tarafından verilecektir.

Herkesin amelleri, ahirete mahsus ve Mizan adındaki ölçü aletinde tartılacaktır. Herkes dünyadayken yaptıklarından hesaba çekilecektir. Allahü teala adaleti ile bazı küçük günahlar için de azap yapacak, dilediği müminlerin büyük ve küçük bütün günahlarını, lütuf ve ihsanı ile affedecektir. Kafirleri hiç affetmeyecektir. Şefaat haktır. Tövbesiz ölen müminlerin küçük ve büyük günahlarının affedilmesi için, peygamberler, veliler, salihler, şehitler, melekler ve Allahü tealanın izin verdiği kimseler şefaat edecek ve şefaatleri kabul edilecektir.

Ahirette, Peygamber efendimize mahsus olan Kevser havuzu vardır. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir.

Allahü tealanın emri ile Cehennem üzerine Sırat köprüsü kurulacak ve herkese bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçecek, Cennet’e gidecektir. Cehennemlikler ise, Sırat’dan geçerken ateş içine düşeceklerdir. Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Sekiz Cennet ve yedi Cehennem vardır (Bkz. Sırat Köprüsü).

Ahidname nedir? Ahidname ne demek? Ahidname neden verilir?

Kuvvet, kudret sahibi bir hükümdar tarafından diğer kabile, devlet veya devletlere bazı haklar tanımak ve karşılıklı hakları garanti altına almak için tek taraflı hazırlanan belge.

İslamiyetin ilk zamanlarında Müslümanlar Medine-i münevvereye hakim olunca, Resulullah sallalahü aleyhi ve sellem kabilelere ahidnameler verdiler. Resulullah efendimizin Hıristiyan ve Yahudilere verdikleri ahidnameler meşhurdur. Hazret-i Ebu Bekr ve hazret-i Ömer de ahidnameler vermişlerdir. Hazret-i Ebu Bekr kumandanlarından Halid bin Velid’e gönderdiği ahidnamesinde; “Ey Halid! Gizli ve açık her işinde Allahü tealadan kork. O’nun emirlerini yerine getirmekte büyük gayret göster. Allahü tealadan vazgeçip, O’ndan başkasına yönelenlerle ve İslamdan dalalete, cehalete ve şeytanın isteklerine dönenlerle cihat et. Hangi ırktan olursa olsun, İslamiyeti kabul edenin bu icabetini kabul et. Gerek iyilikle gerekse kılıçla, İslama davet olunan kimseye adaletle muamelede bulun. Allahü tealaya imana davet olunan kimse bu daveti kabul ederse ona asla zarar verme.” buyurmuştur. Yine hazret-i Ömer, Kudüs ahalisine yazdığı ahidanesinde; varlıkları, hayatları, kilise, havra ve manastırları hakkında onlara teminat vermiştir. Daha sonra kurulan İslam devletlerinde de ahidnameler verildiği ve ahdedilen şeye, her türlü kötü şartlara rağmen, riayet edildiği görülmektedir.

Osmanlı sultanları da devletin kuruluşunun hemen başlarından itibaren çeşitli devlet ve topluluklara ahidnameler vermişlerdir. Osmanlı sultanları, ahidnamelerini iki nüsha olarak yazdırırlardı. Nüshaların biri Türkçe diğeri de taraf devletin dili ile olurdu. Osmanlı ahidnameleri umumiyetle ferman ve name-i hümayunlarda olduğu gibi, dokuz bölümden meydana gelirdi:

1)Tuğra. 2) Unvan, padişahın unvanını bildiren cümleler. Umumiyetle bu cümleler “nişan-ı alişan” veya “nişan-ı hümayun-i alişan…” ifadeleri ile başlardı. 3) Elkab; ahidname gönderilen kimsenin lakabı. 4)Dua; muhataba dua cümlesi. 5) Nakil ve iblağ, söz konusu olan meselenin evveliyatı ve yeni durumu ile ilgili ve bildirilmek istenen hususların izah edildiği cümleler. 6)Emir ve hüküm; karşı tarafa netice olarak bildirilen ilgili hükümler. 7) Tekid; hükümlerin yemin ile karşı tarafa bildirilmesi. 8)Hatime; bitirme cümleleri. 9) Tarih ve yer; ahidnamenin yazıldığı yer ve tarih kaydını bildiren son cümleler. Ahidnamelerin tekid kısmında yemin bulunuyorsa da bu şartlı yemin şeklindedir. Yani karşı tarafa gönderilen şartlara uyulduğu müddetçe hiçbir müdahale görmeyecek, aksi taktirde (ahdi bozduğunda) verilen söz yerine getirilmeyecek ve gerektiği zaman müdahale edilecektir.

Ahidnameler Amedi Kaleminde hazırlanarak tuğra çektirilirdi. Bir nüshası  elde, diğeri ise karşı devlet nezdinde bulundurulur, resmi sicillerle tescil olunarak ayrıca, bir sureti ahidname defterlerine yazılarak, muhafaza olunurdu.

Herhangi bir sefer yani harp dolayısıyla veziriazam serdar-ı ekremlik (baş kumandanlık) vazifesiyle cepheye  hareket ederken, adet olduğu üzere, bütün ilgili ahidnameler beraberinde götürülür ve lüzumu halinde bunlara bizzat müracaat olunarak; askeri, siyasi veya iki devleti ilgilendiren ve ahidnamelerle tesbit olunan konular ışığında hareket edilerek meseleler çözüme bağlanırdı.

1768 senesinde açılan seferde, sadrazamın reisülküttaba yazdığı bir emir gereğince, ahidnamelerin birer sureti adet olmadığı halde, ilk defa yazdırılıp İstanbul’da bırakıldı ve asıl ahidnamenin bulunduğu defterler ordu ile beraber götürüldü.

Ahidnamelerde devletlerarası ticari, siyasi, askeri ve harb hukuku ile ilgili mühim meseleler ile başta diplomatik kaideler, diplomasi hukuku ve devletlerarası hukuk sahalarında misli görülmemiş medeni davranışların parlak ve pek şanlı misalleri ortaya konulmuştur. Ahdnameler, Osmanlı adaletinin bütün insanlığa medeniyet ve hukuk sahasındaki başarılarının eşsiz nümuneleri olarak ışık tutmaktadır. Ahidnameler, milli arşivlerimizde ve bazı Avrupa arşivlerinde muhafaza edilmekte ve ilmi tedkiklere açık tutulmaktadır. Bir kısmı ise matbu veya el yazması halindeki Münşeat, Mücahedat ve Mukavelat mecmualarında bulunmaktadır.