Tarihte Fütüvvet ve Ahilik Kitabı

Akademisyen Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner tarafından kaleme alınmış bir kitaptır.

Kitap hakkında

Ahilik, bir Ortaçağ esnaf teşkilâtıydı. Batı’daki lonca teşkilâtının, Türkleştirilmiş ve İslamlaştırılmış bir modeliydi. Aslında, ekonomik bir müessese olarak kurulmuş olsa da, zamanla ekonomik olduğu kadar İslâmî ve insanî renkleri de olan bir müessese mahiyeti kazandı. Ona bu renkleri biz kattık. Nitekim, bu teşkilâtın bir diğer ismi olan “fütüvvet”; cömertlik, eliaçıklık, mertlik, delikanlılık mânâlarına geliyordu. Daha evvelki devirlerde Bizans’ta, Türk-İslâm dünyasında Selçuklularda bulunan bu müessese, Osmanlılarda devam etti. Ancak Batı Avrupa’da tamamen, çalışanların Feodal Bey lehine kontrol ve istismarını hedefleyen bu müessese, Selçuklular ve bilhassa da Osmanlılarda, çalışanların ve tüketicilerin korunmasını hedefliyordu. Dolayısıyla, iktisadî yönüyle bir esnaf teşkilâtı olan Ahilik, manevî yönüyle âdeta bir tarikat gibiydi. Kendisine ait ahlâkî, insanî ve dinî kaideleri vardı. Bu yönüyle de cemiyetin sadece ekonomik gelişimine değil, sosyal, kültürel, insanî ve manevî gelişimine de hizmet ediyordu. Umut Güner’in -Dinî, Siyasî ve Sosyal Yönleriyle- Tarihte Fütüvvet ve Ahilik adlı bu kitabı, Türkiye Selçukluları döneminde Anadolu’nun maddî-manevî yapılanmasını idrak etmeye katkı sağlayacak bir çalışmadır.

Medeniyet nedir?

Medeniyet, Arapça “Medine” yani  “Şehir” ile ilgili bir olgudur. Çünkü medeniyet demek üretmek ve sistemleştirme demektir. Medeniyet kurmak ve dinamik bir şekilde devamlılığını sağlamak yâni üretmek ancak yerleşik bir düzen ile mümkündür.  Bu nedenle Medeniyet kelimesi Arapça “Şehir” demek olan “Medine”den türemiştir. Şehir ile Medeniyet arasında derûni bir bağ söz konusudur. Her ne kadar atlı ve göçebe kültürünün de oluşturduğu medeniyet unsurları varsa da bunlar çok hakim ve güçlü değildir.

Bir toplumun ve kültürün Medenîyet oluşturması ancak üretmesi ile mümkündür. Eğer bir toplum bilim, sanat, felsefe ve tarih  başta olmak üzere ve daha bir çok alanda evrensel ve yerel bir şeyler üretebilmiş ise ve bu üretilenler özgün bir ruh ile, yâni o toplumun mevcut dinamikleri ile ortaya konulmuş ise Medeniyet kavramının içine alınabilir. Bu dinamikler o toplumu her zaman ayakta tutar, düşmanlarına karşı güçlü ve dirayetli olmasını ve asla o toplumun yok olmamasını, yaşamasını sağlar.

Umut Güner, Medeniyet üretmektir

Kültür nedir?

Kültür, esas itibârı ile bir çok farklı tanım ile açıklanılmaya çalışılan bir kavram olsa da, sosyologlar ve kültür bilimciler genellikle kültür kavramı için bir milleti oluşturan maddi ve manevi bütün değerler ile kültür kavramının sınırlarını çizerler.

Kültürü oluşturan maddi ve manevi değerler ise, özellikle bir milleti oluşturan bütün dinamikleri kapsamaktadır. Kültürü oluşturan esas unsurlar milletlerin dil, tarih, inanç başta olmak üzere kendi bireysel ve özgün tecrübeleridir. Bu sebeple de yeryüzünde varlık gösteren ve hayat alanı bulmuş her etnik unsurun kültürü özgün ve farklıdır. Milletlerin karakteristik yapısı, geçirdikleri tarihi tecrübe, yaşadıkları coğrafya vs. gibi bir çok husus milletlere özgün bir kültür kazandırmıştır. İslâmiyet başta olmak üzere bir çok semavi din ve inançlar da toplumların sahip oldukları farklı kültürlere dikkat çekmiş ve bu farklılıkları zenginlik olarak görmüş ve adlandırmıştır.

Umut Güner, Medeniyet Üretmektir

Naima kimdir?

İlk resmî Osmanlı vak’anüvisi ve târihçi Mustafa Naîm, Halep’te doğmuştur ve burada mukîm bir yeniçeri âilesine mensuptur. Şöhret bulduğu Naîmâ mahlasını, devlet hizmetine girdikten sonra dîvân kâtipliği sırasında almıştır. Halep’te ilk eğitimini alıp İstanbul’a geldikten sonra girdiği memuriyet, Saray-ı Atîk baltacılığıdır. Bir taraftan Beyazıd Camii’nde derslere devam etmiş, 1686’da ise Dîvân-ı Hümâyun kâtipleri arasına girmiştir. Muhtemelen 1702’den önce kendisine vak’anüvislik görevi verilmiştir. Bu resmî tarihçilik görevinin Kânûnî Sultan Süleyman devrinde kamu görevine dönüşen şehnâmenüvisliğin devâmı olduğu da ifâde edilmiştir. Başka bir görüşe nazaran (II.) Bayezid’in İdrîs-i Bitlisî ve Kemalpaşaoğlu’ndan veya (IV.) Mehmed’in Nişancı Abdi Paşa’dan Osmanlı târihleri telif etmelerini istemesi bu kamu görevini doğurmuştur; fakat bunlar şahsî talepler üzerine yazılmış eserlerdir. Oysa Naîmâ, Sadrâzam Amcazâde Hüseyin Paşa tarafından Şârihülmenarzâde Ahmed Efendi’nin târih müsveddelerini düzenlemekle görevlendirilmiş ve bunu tamamlayınca bir kese atıye ve 120 akça maaşla birlikte kendisine görev beratı verilmiştir. Halefi Râşid Mehmed Efendi de bu görev tevcihine dayanarak kendisinden ilk vak’anüvis olarak bahsetmiştir. Bundan sonra Dîvân-ı Hümâyûn hâcegânı zümresine girip fâsılalarla üç kere Anadolu muhasebeciliğine getirilen Naîmâ, defter eminliği, başmuhasebecilik ve silâhdar kâtipliği gibi görevlerde de bulunmuştur.

Şüphesiz ona asıl şöhretini kazandıran, genelde Naîmâ Târihi adıyla bilinen ve takriben 1400 başlıktan oluşan, Ravzatü’l-Hüseyn fî hulâsati ahbâri’l-hâfikayn adlı târih eseridir. Eser, (III.) Murad’ın saltanâtından (1574) başlayıp 1655’e kadar Şârihülmenarzâde’nin kayıtları kullanılarak getirilmiş ve Karlofça Anlaşmasının da eklendiği bir mukaddimeyle Amcazâde Hüseyin Paşa’ya sunulmuştur. Amcazâde’nin yerine sadrâzam olan Damat Hasan Paşa’nın talebiyle eserine devam eden Naîmâ, ilk telifin 1592’ye kadar gelen kısmını ayırmış, Amcazâde’ye sunduğu ve 1655’te biten metne sonraki 5 yılın olaylarını ve Edirne Vak’asının anlatıldığı bir risâleyi ekleyerek 1592 – 1660 yıllarını içeren yeni bir tensîkatla metni takdîm etmiştir.

Naîmâ, eserinin mukaddimesinde özgün olmamakla birlikte bir târih felsefesi ortaya koyma çabasına girerek “Ma’lûm ola ki âdet-i ilâhiyye ve irâdet-i aliyye bu veçhile cârî olagelmiştir ki her devlet ü cem’iyyetin hâli dâ’imâ bir karar üzre müstekar ve vetire-i vâhid üzre müstemirr olmayıp” dedikten sonra “Pes etvâr-ı mütegâyire-i devlet gâlib-i hâlde beş tavrı tecâvüz eylemez” kaydıyla bu beş tavrı, “zafer vakti”, devleti doğuran kabile ve aşiretin “İstiklâl vakti”, “ferâğ ü râhat ve sükûn u emniyet vakti”, “kanâ’at ü müsâleme tavrı”, “tebzîr ü isrâf ve izâ’at ü itlâf tavrı” başlıkları altında açıklayıp İbn Haldun’un Mukaddime’sinde bahsettiği dâire-i adliyye konusuna temâs etmiş, uzviyetçi/biyolojist görüşü ve beş tavır nazariyesini benimsemiştir. Bu konuda esas kaynağı, Kâtip Çelebi’dir; fakat Naîmâ, cemiyetin bir hâzık tabîbin tedbiriyle kurtulabileceğine de inanmaktan geri kalmamıştır.

Eserinde târih yazmanın şartlarından, doğru sözlü olmak, araştırmak, salt hikâyeci olmayıp kıssadan hisse çıkarıcı olmak, şâyiâ ve dedikodulara kulak asmamak olarak bahseden Naîmâ, Türk tarih yazıcılığı içerisinde gerek üslûbu, gerek tasvir gücü açısından beğenilip benimsenerek kendisinden yararlanılan önemli bir kaynak olmuştur. Refik Halit Karay, Rıza Nur’un zuhûrunu anlattığı bir makalesinde Naîmâ’nın üslûbunu taklîd etmiş (Kirpinin Dedikleri içinde “Be-tarz-ı Naîmâ-yı Sühendân Târîh-i Devr-i Mebûsân Eser-i Hâme-i Kiprî-i Nâtevân”, İstanbul, 1336/1920), Dr. Rıza Nur da târihçiye olan hayranlığını belirtmiştir. Ayrıca B. Ayvazoğlu’nun “Beyazıt Meydanı’nın Derin Tarihi”ni anlattığı eserinden öğrendiğimize göre, ilk millî kütüphânemiz olan “Kütüphâne-i Umûmî-i Osmânî[5], 1884 Ramazan’ının ilk günü, raflara bir takım Naîmâ Târihi konulmak suretiyle” açılmıştır.

Kıymetli hocamız Turgut Güler’in ifâdeleriyle Naîmâ, şahsına münhasır üslûbu ve tahkiye tarzı olan müstesnâ bir kalem erbâbıdır. Bâzı mahfillerde, onun, başkalarına âit bilgi ve görüşleri nakletmekten öte bir vasfı olmadığı dile getirilse de, bu hüküm, çok acele verilen ve de bâzı kasıtlarn zemîn hazırladığı bir yaklaşma şeklidir. Naîmâ, bu kısır bakış açısını aslâ hak etmiyor. Bir ân için bu karakûşî değerlendirmeyi doğru kabûl etsek bile, asılları zaman tünelinde kaybolmuş Şârihü’l-Menârîzâde Ahmed Efendi ve Ma’noğlu Hüseyin Efendi gibi çok mühim kaynakları bize aktarmış olmasından dolayı, Naîmâ’ya minnet duymamız lâzımdır. Oysa o, çok daha fazlasına lâyık bir gayret ehlidir. Yazıldığı günden bu yana, en çok okunan ve basılan târîhlerden birine imzâ atmış olması, Naîmâ’yı Türk Büyükleri Galerisi’ne almamız için yeter de artar.”

Göktürk Ömer

Abdera Okulu nedir?

[ing. School of Abdera, Fr. Ecole d ‘Abdera].

İlkçağ felsefesinde, atomcu Demokritos tarafmdan kurulmuş olan ve adını Güney Makedonya’daki bir kentten alan okul. Abdera Okul unun diğer onemli temsilcileri arasında Kios’lu Metrodoros ve Anaksarkhos sayllabilir.

Sofist Protagoras’ın da doğduğu kent olan Abdera’da kurulmuş olan okulun felsefe tarihindeki önemi, kurucusu Demokritos tarafından savunulmuş olan atomcu görüşten kaynaklanmaktadır. Okulun söz konusu maddeci varlık görüşü, empirist bir bilgi görüşüyle tamamlanmış ve Abdera Okulu bu çerçeve içerisinde, tarihte ilk kez olarak birincil ve ikincil nitelikler arasında bir ayrım yapmıştır.

Abdera Okulu’yla ilgili kaydadeğer başka bir nokta da, Okulun üyelerinden olan Anaksarkhos’un, bir akım olarak kuşkuculuğun  Yunan’daki kurucusu Pyrrhon’un öğretmeni olmuş olmasıdır.

Kaynak: Ahmet Cevizci, Felsefe Ansiklopedisi

Ansiklopedi nedir?

Herhangi bir konuda alfabetik sıra ile veya daha farklı bir sıralama ile düzenlenmiş konuları içeren yayınlar bütünüdür. Her türlü konu içeriğine sahip olan genel ansiklopediler olduğu gibi belirli konularda ve alanlarda maddeleri içeren ansiklopediler de vardır. Türkler Ansiklopedisi, İslam Ansiklopedisi, Hayat Ansiklopedisi gibi.