Victor Frankl ve Logoterapi Üzerine

Anlam”ı merkeze alan, yani “anlam kazandırma yoluyla tedavi”yi amaçlayan Logoterapi’nin kurucusu olan Victor Frankl, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1942’de Naziler tarafından ailesi ile birlikte toplama kampına gönderilmiş, ailesinin bir kısmını burada kaybetmiştir. Yine de güçlü kalmayı başaran Frankl, bu kampta, engellerle karşılaşsa da birtakım çalışmalar yapmıştır. Gözlemleri onun için önemli olmuş, eserlerinde ele alacağı farkındalıklar yaşamıştır. Yani bu kamp, Frankl’ın düşünce dünyasında ve akademik hayatında önemli bir yere sahip olmuştur.

Frankl’ın üzerinde durduğu en temel nokta, eserlerinden birine de adını veren “anlam arayışı” olmuştur. Anlamı aramak ve bulmak önemli bir durumdur ve Frankl Nazi kampındayken, insanların o şartlar altında bile bir anlama ihtiyaç duyduklarını ve o anlamı arayıp bulduklarını gözlemlemiştir. Yani insanı hayatta tutan, insanı bağlayan, rahatlatan, bir şekilde bir şeyleri aşarak bir anlama bağlanmak… Frankl Nazi kamplarındaki insanların içinde bulundukları anlam ve geleceğe dönük bir şeylere bağlanma duygusundan oldukça etkilenmiştir. Aslında her insan, her şartta o anlamı mutlaka bulabilir ve bulmalıdır. İnsanın en temel güdüsü, anlam arayışıdır Frankl için. Her insanın dünyasında, kendi anlamı mutlaka vardır.

Logoterapi, bu noktada anlamları bularak, anlamlar yoluyla tedavi etmeyi amaçlayan bir psikoterapi yöntemidir. İnsanın anlamları ararken, ne olursa olsun, hayatıyla yüzleşmesi ve sorumluluk alması sağlanır. Acı olan olaylardan da bahsedilebilir. Bunlar da anlamlıdır.

 Bu düşünce psikoterapi yoluyla anlam arayışında olan geleneksel ekollerden farklıdır. Frankl’ın bu görüşü her şeyin merkezine iç güdüleri alan Freud’a, gücü koyan Adler’e, kendini gerçekleştirmeyi koyan Maslow ve ihtiyaçlar hiyerarşisine karşı çıkıştır. Bu karşı çıkış onları tamamen yok saymak anlamında değil, eksiklerini giderir bir biçimde olmuştur. Freud’un öne sürdüğü haz, anlam bulunduktan sonra gerçekleşir, Adler’in gücü ise araçtır anlamı bulabilmek için.

İnsanı anlamsız bir hale getiren şey, anlamsızlık duygusu, Frankl’da “varoluşsal boşluk” olarak karşılık bulur kendisine. Özellikle çağımız için düşünüldüğünde, bir şeylerin köklerinin tutmasına fırsat kalmadan hızlıca değişmesi, insanı varoluşsal boşluğa, yani anlamsızlığa doğru sürüklemektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, kurumlar, toplumsal, bireysel, ekonomik… Bir şekilde bir yerlerden çekilip alınan anlamlar hayatın geri kalanına da yansır. Yaşadığımız çağ, hepimizi anlamsızlıklara boğuyor. Televizyon programları, kitaplar, dergiler, sınavlar, karşılaştığımız insanlar… bir şekilde olması gerekenden uzaklaştırıyor, bizi yoruyor, yalnızlaştırıyor.

İnsanların toparlanması, anlamı arayıp bulmalarına bağlıdır. Bu anlam arayışında Frankl’a göre ise insanı yönlendiren, vicdandır.

Psikoterapi ve Din kitabında şöyle söyler Frankl:

“Sanayileşme aynı zamanda bir kentleşme yaratır ve insanı geleneklerinden ve gelenekleri kanalıyla tarif edilen değerlerinden yabancılaştırarak köksüzleştirir. Bu koşullar altında, bilimsel araştırma sonuçlarının da gösterdiği gibi, özellikle genç neslin anlamsızlık duygusu yaşaması doğaldır.” Bu bilgileri verdikten sonra Frankl “bağımlılık, saldırganlık ve depresyon üçlüsünden oluşan ve temelinde anlamsızlık duygusunun yatmış olduğu kanıtlanan kitle nevrozu sendromuna” işaret eder.

Başka bir paragrafta ise şunları söyler:

“Öyle veya böyle eğitim sorumluluk alma eğitimidir; bugün bu her zamankinden daha fazla geçerlidir. Bolluk toplumunda yaşıyoruz ve bu bolluk yalnızca maddi varlıkların bolluğu değil aynı zamanda bir bilgi yüklemesi bilgi patlamasıdır. Çalışma masalarımızın üzerinde giderek artan sayıda kitap ve dergiler birikiyor. Sadece cinsel anlamda değil, çok farklı uyaranlarla karşılaşıyoruz. Kitle iletişim araçlarının uyarı yüklemesi karşısında ayakta kalmak için insan neyin önemli neyin önemsiz olduğunu, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu, kısacası neyin anlamlı ve neyin anlamsız olduğunu bilmek zorundadır.”

Fatıma Güner

Kadın Olmak, Feminizm ve İslamiyet

Hayatın her yerine, her alanına ve herkese söylemek istiyorum aslında, nerede durursanız durun, şu hayatta insanlara yapılacak en büyük kötülüklerden biri cinsiyetçi söylemlerdir. Cinsiyet üzerinden ötekileştirmek. İnsan olamamak demek bu. Bu durumdan belki de en fazla rahatsız olan kadınlar… Ama şimdilerde bu durum nasıl aşılmaya çalışılıyor merak ediyorum doğrusu?

Bakalım..

Kadın olmak aşağılanacak bir şeymiş gibi, erkek olmak yüceltilecek bir şeymiş gibi düşünülüyor. Bizim toplumumuzda hep böyledir de bu zaten. Kadın ağzını açsa ayıplanır..! “Kız gibi olmak” diye bir deyim var, genelde bir erkeğe hakaret anlamında kullanılır. Bir arkadaşım vardı, kız gibi ağlamazdı mesela ne büyük bir meziyet(!)

İlkel kabilelerden bu yana, tarih boyunca neredeyse bütün dinlerin yorumlarında kadına kötü sıfatlar verilir. Kadın yüzünden cennetten kovulduğuna inanan dindarlar, kadın eşittir şeytan algısı oluşturdular. Malesef böyle hikayelerle büyüyen nesiller çoğaldı.

Kadın dövülüyodu değil mi?

Öne çıkan bütün din “adam”larının erkek oluşunun ve yaşadıkları çağın kadına bakışının bu yorumları bu şekilde etkilediğini de düşünmüyor değilim.

Ama neden?

İnancıma göre Allah/Tanrı/Yaratıcı bir cinsi öteki cinse üstün kılmamış, erkeklere de kadınlara da eşit sorumluluklar yüklemiştir. Biyolojik farklılıklar bir kenarda dursun, biyolojik açıdan farklı oluş kimseye üstünlük kazandırmaz. Kadına da erkeğe de. Ama vatandaş er kişinin üstün olduğuna, kadının da onun kölesi olduğuna öyle inanmış ki, kadın ne yaparsa yapsın suç.

Bakın ben rahatsız olurum mesela bizim toplumumuzun şu yapısından: Sofra kurulur erkekler yer kalkar, kadın sofrayı toplar bulaşığı yıkar o arada erkeğin çayını hazırlamak zorundadır, servis eder, meyvesini sunar, çerezini verir, o bu şu..!

Kendine ayrıcak vakti?

Yok.

Buna itiraz etmek, büyük cesaret bu aslında. Ayıplanırsın anında, kötü gözle bakarlar sana. “Ay ev de çekip çeviremezsin sen şimdi!”

Biraz boğulduğumu hissediyorum. Bütün ötekileştirmelerden…

Ama şimdi bir hapis daha var ki kadın için beni daha çok rahatsız ediyor: Modern çağın “izm“leri.. İzmler adı altında kadını hapsedenler yâni.

Anladınız değil mi?

Bir de şunlar var, kadını iyice aptal gibi gösteren moda, yemek, evlilik programları… Bunlar ne yapıyor biliyor musunuz? Kadını pohpohlayarak aptallaştırıyor, kadın kendisi de aptal olduğuna inanıyor, inanmasın da ne yapsın canım?

Filmin birinde “ökkküüüz” gibi davranan bir erkeğin kendini sahiplenişine aşık olan premses başka ne ister ki?

Ya da dizilere bakınca yakışıkklııı, zengiiin, akılllııı, iş adamıııı erkeğin aptal aşığı esas kızımız…

Ama dur bir dakika, ya kızın elbisesi çok hoş değil mi?

Hepsi hikaye, aslında mesele kadın olmak da erkek olmak da değil. Mesele insan olabilmek. İnsanca yaşayabilmek. Bu programlarda ya da bu bağnaz algılarda ayaklar altına alınan kadının onuru değil ki, insan onuru.

İnsan, insan olanın bu kadar aptal olmasına dayanamıyor.

Fatıma Güner

Çocukta Dini Duygu Gelişimi

Yeryüzünde insanın bulunduğu her zamanda ve mekânda din var olmuştur. İnsan, bağlanma ihtiyacı olan, aynı zamanda belirli durumlar karşısında gücü yetmeyen, aciz bir varlıktır. İnsanda bulunan bu ihtiyaç ve hâl, onu çeşitli üstün güç arayışlarına yöneltmiştir. Bu da bize gösteriyor ki inanç bir ihtiyaç olarak hep vardır ve var olmaya devam edecektir. 

Peki, insanlık tarihi boyunca var olan, insan hayatının vazgeçilmez bir yanı olarak kabul ettiğimiz din ve dinî hayat nedir? Din kelimesinin sözlüklerde geçen anlamı “yol, mezhep, millet, kanun, itaat” şeklinde karşımıza çıkar. Terim olarak ise dinin tanımını yapmak çok kolay değildir. Her alan ve kişi kendi bakış açısı ve öncelikleriyle dini açıklamaya çalışmışlardır. İslam dini ve kültüründe din “Akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği şeyleri kabule çağıran ilahi bir kanundur.” (Seyyid Şerif Cürcani) şeklinde tanımlanmıştır. Yani dinimiz bizim yaşam tarzımızdır, takip ettiğimiz yolumuzdur ve bu yolda kuralları koyan Allah’tır. Buna inanır, buna iman ederiz.

Allah’ın koymuş olduğu İslam yolunu seçtikten sonra, bu yolda yürürken hayat tarzımızın da uygun hâle gelmesi gerekir. Allah izin verirse de doğru yoldan sapmayız. Biz bu yolda yürürken isteriz ki ailemiz, evlatlarımız da izimizden gelsin. Hz. İbrahim’in her anne-babanın yürekten amin diyeceği bir duası vardır: “Rabbim, beni namazı hakkıyla eda eden bir kimse eyle! Zürriyetimden de böyle kimseler var et! Rabbimiz, duamı kabul buyur.” (İbrâhim, 14/40.) Bu çok güzel bir dua, hayırlı bir istektir ancak çocuğumuzu bu yolda yürürken desteklememiz gerekir. Anne-babaların, öğretmenlerin, bir çocuğa dinî eğitim verirken çocuğun gelişimine zarar vermeden onun hangi dönemde nasıl özelliklere sahip olduğunu bilerek yaklaşım geliştirmeleri gerekir.

Öncelikle belirtmeliyiz ki Müslüman düşünürlere göre din duygusu çocukta doğuştan var olan bir duygudur. Dinî inancın tohumları insanın benliğinde bulunur. İslam kültüründe bu durum “fıtrat” kavramıyla anılır. Bu görüşü destekleyen unsurlardan bir tanesi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hâli konuşma çağına kadar devam eder. Sonra ebeveyni onu Yahudi, Mecusi ya da müşrik yapar.” hadis-i şerifidir. Gazali, insan ruhunun yaratılış itibarıyla Allah’ı bulacak güce sahip olduğunu kabul eder. İbn Haldun da çocuğun doğuştan kabiliyetle geldiğini ve bunun geliştirilmesi gerektiğini söyler.

Dinî duygunun gelişimi açısından büyük bir öneme sahip olan yaş grubu 0-6 yaş aralığıdır. Bu yaşlar erken çocukluk dönemi olarak da adlandırılır. Bu dönem, çocuğun hayatında büyük bir öneme sahiptir. Normal şartlar altında dünyanın her yerinde bu yaş grubundaki çocuklar, benzer yaşlarda benzer gelişim özellikleri gösterirler. Din duygusunun gelişimi; fiziksel gelişim, bilişsel gelişim, dil gelişimi, psikomotor gelişim, ahlaki gelişim, sosyal gelişim ve duygu gelişiminden bağımsız değil, karşılıklı etkileşim içerisindedir. Dolayısıyla bir çocuğun dinî duygularının anlaşılması için onun diğer gelişim özelliklerini de bilmemiz gerekir.

Bu gelişim özelliklerine kısaca bakacak olursak:

Fiziksel gelişim bedeni oluşturan tüm organların gelişmesi, boyun uzaması, kilonun artışı, kemiklerin gelişmesi, kas, beyin ve sindirim, sinir, boşaltım, solunum sistemlerinin, duyu organlarının gelişimidir.

Psikomotor gelişim hareket gelişimi demektir. Fiziksel gelişmeyle beraber sinir sisteminin gelişimine paralel olarak hareketlerin isteğe bağlı olarak kazanılmasıdır. Çocuğun yürümeye başlamasından sonraki dönem yoğun bir motor gelişim evresidir. 6 yaşına kadar hızlı bir şekilde ilerler, 6 yaşından sonra ise yavaşlamaya başlar.

Bilişsel gelişim bireyin çevresindeki dünyayı anlama ve öğrenmesini sağlayan, aktif zihinsel faaliyetlerdeki gelişimidir. İnsanın bilişsel gücü onu diğer canlılardan ayırmaktadır. Biliş; dünyamızı öğrenmeyi ve anlamayı içeren zihinsel faaliyetler anlamına gelir ve algılama, bellek, muhakeme, düşünme ve kavrama süreçlerini kapsar. Bilişsel gelişme ile ilgili en önemli ve en bilinen çalışma Piaget’ye aittir. Piaget’nin bilişsel gelişimi inceleyen bir kuramı vardır. Dört dönemden oluşan bu kuramda 0-6 yaş grubu çocuğu içine alan kısım ilk iki dönemdir. Birinci evre olan duyusal hareket dönemi 0-2 yaş arası dönemi kapsar. Bu dönemde çocuk çevresini emme ve tutma, dokunma refleksleriyle tanımaya çalışır. İkinci evrede ise işlem öncesi dönemle karşılaşırız. 2-4 yaş arasındaki çocuklar bu dönemde simgesel düşünürler. Konular arasında mantıklı ilişki kuramazlar ve neden-sonuç ilişkisini anlayamazlar. Çocuk kendini olayların merkezinde görür, işlemleri tersine çeviremez, ayrıntıları dikkate almadan ilişkisiz objeler arasında bağlantı kurabilirler, güneşin hareket etmesi nedeniyle canlı olduğunu düşünebilirler. Allah’ı insan şeklinde hayal edebilirler. Soruları bu yönde olabilir, bunlar çok doğal ve normal süreçlerdir. Bilişsel gelişim dinî duygu gelişimi için önemlidir, bilinmelidir ki din akıl sahiplerini muhatap alır.

Dil gelişimi insanı diğer canlılardan ayıran bir diğer özelliği onun dil yetisinin olmasıdır. Dilin yapısı ve gelişimi son derece karmaşıktır. Dil gelişimi çocuğun motor gelişimi ve bilişsel gelişimine paralel olarak ilerler. Bununla beraber çocuğun ilk dönemde dil gelişiminde çevresi ön plandadır. Çocuklar dili kazanırken ilk örnekleri olarak anne-baba ve yakın çevresindeki insanlar, kullandıkları dil ve kavramlar büyük önem kazanmaktadır. Yakın çevrenin çocuğun yanında dinî bir dil kullanması, çocuğun dili öğrenirken bu kavramlara yabancılık çekmemesini sağlar.

Duygu gelişimi yapılan araştırmalar, çocuklardaki duygusal gelişimin hem olgunlaşma hem de öğrenme yoluyla oluştuğunu ortaya koymaktadır. Buna göre iç salgı bezlerindeki gelişim, duygusal davranışın oluşmasında temel oluşturur. Bu duygunun oluşumunun biyolojik aşamasıdır. Duygu oluştuktan sonra kişide meydana gelen tepkinin, yani dışa yansımasının nasıl olacağı ise öğrenme yoluyla gerçekleşir. Duyguların öğrenilmesi deneme-yanılma, taklit ya da koşullanma yoluyladır. Olgunlaşma ve öğrenmenin duygular üzerindeki etkisinden yola çıkarak farklı yaşlardaki kişilerin aynı duygusal davranışlara sahip olmadığını söyleyebiliriz. Yine aynı şekilde belirli bir yaştaki tüm çocuklardan da aynı heyecan biçimlerini beklemek olanaksızdır. Duyguların oluşmasında çevre şartları ve o anki durumlar önemli rol oynar. Duygular, davranışlarımıza da yön verir. Sevdiğimizde nasıl davranacağımız, korktuğumuzda verdiğimiz tepkiler bizim sonradan öğrendiğimiz davranışlarımızdır. Kur’an’a karşı duyduğumuz saygı ve sevgi sonucu onu öperek alnımıza koymamız, ardından yüksek bir yere kaldırmamız, kültürümüzde öğrenmiş olduğumuz duygusal bir davranıştır.

Dinin de duygusal bir yanı vardır. Din duygusu da insanın yaşantısını etkileme gücüne sahiptir. Bu duygu, duygular içinde yüce ve aşkın bir duygu olarak kabul edilmiştir. Dinî duygu; dinsel objeler veya durumlar karşısında beliren pek çok duygunun ortak adıdır. Tanımlanması son derece zordur çünkü kişiler din karşısında hangi duygu kendisinde ağır basıyorsa o duyguyu temel almışlardır. İnsanın yaşadığı duruma göre duyguları; sevgi, korku, güven, bağlanma şekillerinde ortaya çıkabilir. Dinin bizde uyandırdığı duygu, dine karşı davranışımızı etkiler. Bir çocuk din duygusunu sevgiyle tattıysa sevgi dolu yaklaşımlar sergilerken korku merkezli bir duygu yaşayan çocuk korkuyla hareket eder.

Din duygusu yanında sevginin önemli bir yeri vardır. Çünkü sevgi, diğer olumlu duyguları da besler. Sevilen varlığa bağlanılır ve güvenilir. Bu din ve Allah’a bağlanma konusunda da böyledir. Dinî eğitimin sevgi temelli bir şekilde verilmesi Allah’ı sevme, O’na bağlanma ve güvenmeyi beraberinde getirir.

Dinî duygunun gelişimindeki en önemli faktörlerden biri güvendir. Güven kelimesi “korku, çekinme duymadan bağlanma duygusu” anlamına gelir. 0-1 yaş arasındaki dönem güven duygusunun kazanılmasında önemlidir. Bu yaşta çocuğun temel bakım gereksinimleri karşılanırsa çocukta güven, uyum ve umut duyguları gelişir. Ayrıca dinî duyguların edinilmesi de bu dönemde başlar.

Bebeklik döneminde oluşan güven duygusu bağlanmaya dönüşür. Anne çocuk arasındaki güven temelli bağlanma, ilerleyen yaşlarda yerini Allah’a güvene ve bağlanmaya bırakır.

Korku her dinî heyecanda yer alan, zaman içerisinde yönlendirilmesine bağlı olarak yerini hayranlık, minnettarlık ve huşuya bırakabilen bir duygudur. Çocuğun din duygusu üzerindeki etkisi ise gördüğü eğitim ile ilgilidir. Genelde çocukta korkular 2-3 yaşlarında ortaya çıkar. Bu yaşlarda verilen eğitim sürecinde kullanılan kavramlar sevgi veya korku temelli bir din anlayışı oluşturabilir. Din veya kutsal nesne korkusuna “hagiophobia” denir. Bu korkunun oluşmasında geçmişte yaşanılan travmatik olaylar, aile ve çevre etkisi vardır. Sürekli cehennemle ilgili kavramlarla büyütülen bir çocuğun dine yaklaşımı olumlu olmayacaktır. Kur’ani metot incelendiğinde bunun son derece yanlış olduğu, Allah’ın azap ayetlerinden hemen sonra rahmet ayetlerini indirdiği görülecektir. Eğitimin temeli korku olmamalıdır.

Buraya kadar baktığımızda ortaya çıkan şey şudur: Çocukta dinî duygu gelişimi sadece duygusal gelişime bağlı değildir. Çocuğun fiziksel, bilişsel, psikomotor ve dil gelişimi çocukta dinî duygu gelişimini etkilemektedir. Dinî gelişimin ilk belirtileri, çocukluğun ilk yıllarında ortaya çıkmaktadır. Bunun dinî hayatta nasıl ifade edileceği ise çocuğun fiziksel, bilişsel, motor ve dil gelişimi ile paralellik gösterir. Burada sözünü ettiğimiz kimi gelişimler olgunlaşmaya yani biyolojik süreçlere bağlıyken kimi gelişim süreçleri ise öğrenmeye bağlıdır. Yani anne-babadan, çevreden görülenleri ve duyulanları çocuğun taklit etmesine bağlıdır.

0-2 yaş arasındaki dönemde dinle ilgili pek bir şeye rastlayamayız ancak burada en önemli duygu güven duygusudur. Çünkü dinî duygunun bu dönemdeki kaynağı güvendir. Temel ihtiyaçları anne veya yakın çevresi tarafından karşılanan kişide güven duygusu gelişir ve bu ilerleyen süreçlerde Allah’a inanma konusunda olumlu rol oynar.

3-6 yaş arasında çocuklar artık meraklı olmaya, her konuda olduğu gibi Allah hakkında da sorular sormaya yavaş yavaş başlarlar. Bu sebeple diyebiliriz ki bu yaşlar çocuğun dine olan ilgisinin en yüksek olduğu zamandır. Çocuk, çevresindeki inançla ilgili hikâye ve eylemlere yönelir. Çevresinde namaz kılan, dua eden birini gördüğünde bunu taklit eder. Benmerkezci olduğu bir yaştadır, bu nedenle Allah’ın her şeyi kendisi için var ettiğini düşünebilir. Allah’ı bazen insan bazen bulut bazen hilal vb. şekillerde hayal edebilir. Bunlar son derece normaldir, bu gibi durumlarda anne-babaların veya yakın çevredeki kimselerin çocuğa olumsuz tepkiler vermemeleri gerekir. Büyüklerin yanında kullandığı kavramları bilinçsiz de olsa kullanmaya başlar. Bu nedenle çocuğun yanında kullanılan kavramlar büyük önem taşır. Hayal dünyası onun için son derece gerçektir, böylece büyüklerin kendisine anlattıklarına kolayca inanır. Bu yüzden kendisine sunulan din algısı önemlidir. Cennet, cehennem, melek, şeytan gibi soyut konuları kendisine anlatıldığı gibi kabul eder.

Sürekli sorular soran çocuk dine ait soruları da çevreye yöneltir. Bu sorulara alınan cevaplar ve çevrenin dinî hayatı, tavırları çocuğun duygu dünyasında önemli rol oynar. Bu dönemde çocuğa karşı dürüst olmak, sorduğu sorulara samimiyetle cevap vermek çocuğun gelişimi üzerinde olumlu etkiler bırakır. Dinî uygulamaların ve söylemlerin sık yaşandığı ve yansıtıldığı çevrede bulunan çocukların yaşamı genellikle bu doğrultuda şekillenirken aksi yönde yaşam süren çevrelerde bulunan çocuk için dinî isteklerden soğuma meydana gelebilir. İnanma ihtiyacı karşılanmayan çocuğun inancı başka yollara yönelebilir. Burada asıl önemli olan, çocuğun her konuda olduğu gibi dine yönelik ilgisinin çocuğun gelişimsel düzeyine uygun olarak yönlendirilmesidir. 3-6 yaş arasındaki çocuk her şeyi kamera gibi kaydeder ve kaydettiklerine göre oynar. Burada kameraya nasıl görüntüler verildiğine dikkat edilmelidir.

İslam dininin kaynağı olan Kur’an’da insanın duygularına özel bir önem verilmiştir. Aynı şekilde İslam dini, çocuklara da büyük önem vermiştir. Kur’an’a baktığımızda baba-çocuk ilişkilerinde kullanılan ifadeler “yavrucuğum, oğulcuğum” şeklinde karşımıza çıkar. Böyle bir iletişim şekli çocuğun dünyasında olumlu izler bırakır. Anne-babalar çocuğuna her konuda eğitim verirken bu üsluba dikkat etmelidir. Sevgiye dayalı bir öğretim metodu, kesinlikle daha olumlu sonuçlar doğurur. İnsan psikolojik olarak her zaman yumuşak davranış, güzel ve tatlı sözlerden hoşlanır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Eğer sen kaba saba, katı yürekli olsaydın şüphesiz etrafından dağılıp gitmişlerdi.” (Âl-i İmrân, 3/159.) ayeti bu gerçeğe dikkat çeker.

Fatıma Güner

Diyanet Dergisi

Yaratılmış Bir Kompleks “Öteki”

Fobi” kelimesi lugat mânası itibarı ile: belirli durumlar karşısında insanın kapıldığı korku, baskı ve kaygılı bir psikolojiyi ifade etmektedir. Tarih boyunca insanlar, kendileri için doğal bir tehdit olarak gördükleri ve yarattıkları “Öteki”yi kavram olarak fobi ile nitelendirmişlerdir. Nitekim “fobi” kavramı özellikle psikolojik ve sosyolojik bir çok çalışma ile derinlemesine incelenmiş, sebepleri ve beslendiği kaynaklar anlaşılmak istenmiştir.

İnsan toplulukları ve özellikle de bu toplulukların meydana getirmiş oldukları devlet müessesesi tarih boyunca kendi meşruiyetini elde etmek ve kendisine bir hayat alanı yaratmak, özelliklede bu alanı korumak için bir ötekine ihtiyaç duymuş ve ötekini yaratmıştır. Birey ve toplulukların esas itibarı ile yarattıkları öteki genellikle kendi soy, din, kültür ve bilinçten olmayan bir ötekidir.

İnsan toplulukları hâricinde de özellikle semavî veya beşerî dinler de kendi meşruiyetlerini sağlamak, kendi felsefelerini daha yaşanabilir kılmak ve diri tutmak için bir öteki yaratmış ve kendisinin bu ötekiye karşı maddi ve manevi alanda koruyacak olan temel altyapıyı hazırlamıştır.

Yaratılan bu öteki, milletlere ve devletlere kendi inanç ve kültürleri başta olmak üzere bir çok değerlerini yaşatabilmek, nesiller boyu aktarımını sağlamak ve milletlerin hafızasını diri tutmak için en önemli araç olmuştur. Tarih boyunca devletlerin iç ve dış politikaları ekseriyetle yaratılan ötekiyi göz önünde bulundurularak oluşturulmuş ve halen daha oluşturulmaktadır.

Dünya tarihi “Eski Kadim Yunan”dan itibaren “Doğu” ve “Batı” olarak iki alternatif medeniyet ve ruh olarak kabul edilmiş, özellikle de birbirinin alternatifi olan bu iki ayrı medeniyet kendi meşruiyetini sağlamak ve egemenliğini tanımlayabilmek için bir diğer medeniyeti öteki olarak tasavvur etmiştir. Ötekileştirme ve öteki yaratma psikolojisi insanoğlunun kadim varlığından itibaren doğası gereği var olmuş ise de devletler ve milletler nezdinde yukarıda ifade ettiğimiz gibi “Eski Yunan”dan itibaren gelişim göstermeşitir.

Eski Yunan” ve “Makedon Krallıkları”, Doğulu toplum olan “Persleri” ötekileştirdiği gibi İranlı Persler de Yunan ve Makedon devletlerini bir öteki olarak tanımlamıştır. Özellikle bu devletler mevcut politikalarını bu öteki kavramı üzerinden inşaa etmiştir. Her medeniyet kendi medeniyetini üstün ve yüce gördüğü gibi, ötekileştirdiği medeniyet ve devleti ise alabildiğine aşağılamış ve barbar olarak nitelendirmiştir. Öteki’ne ait ögrdüü bütün değerlere karşı açık bir manipülasyon siyaseti izlemiştir.

Nitekim Fransız edebiyatının ünlü yazarı “Dante”, kaleme aldığı “Divina Commedia/İlahi Komedya” adlı eserinde, “Hz. Muhammed”i cehennemin en alt katmanında bulunan bir yaratık olarak kurgulamıştır.

Nitekim, “Avrupa Tarihi” için ötekileştirmenin tarihi de diyebiliriz. Çünkü Avrupa, tarih boyunca sürekli ötekileştirmenin merkezi olmuştur. Bu ötekileştirme zaman zaman siyasi birliktelikler ve anlaşmalar da meydana getirmiştir. Bu siyasi birlikteliklerden en önemlisi bugün dağılmaya yüz tutmuş olan “Avrupa Birliği”dir. Avrupa birliği esas olarak tamamı ile müşterek zihniyet ve ruha sahip devletlerden oluşmaktadır. Bu devletler kendi içerisine bir bütün, kendi dışında ise tamamı ile ötekileştiren bir çizgidedir. Birliğe dahil olmayan devlet ve toplumlar bu birliğin politikaları ile ötekileştirilir ve Dünya siyâsetinde yalnızlaştırılır.

İnsanoğlunun varlığı ve kadim devletler ile başlayan öteki ihtiyacı ve ötekileştirme politikası asıl zirve noktasını “İslamiyet”in yayılması ve “Hz. Muhammed”in risâleti ile bulmuştur. Batı, yükselişe geçen ve parlak dönemler yaşayan İslam medeniyetini, bu  dönemde aşağılamış ve barbar olarak nitelendirdikleri Müslümanlar ile maddi ve manevi mücadeleyi kendisine vazife edinmiştir. Bu ötekileştirme aynı zamanda Batı’ya, yarattığı düşmanına karşı üstün olmak için her alanda hızlı bir çalışma temposu sağlamıştır. Nitekim “İslam Medeniyeti”ni ötekileştiren Batı’ının asıl kazanımı modern dönemde elde ettiği  sosyal, siyasi ve ekonomik alandaki üstünlük olmuştur.

Temelleri “Ortaçağ Avrupası”na kadar giden ve bugün âdeta yükselen İslamofobi ve Türkofobi âdeta Batı’nın yaşaması için gerekli olan bir kan gibidir. Batı yarattığı öteki olan İslam ve Türkler aleyhine bilimden sanata, edebiyattan sosyal yaşantıya kadar her alanda aşağılayıcı bir tutuma tarih boyunca sahip olduğu gibi aynı geleneği bugün bütün imkanları ile daha fazla olarak devam ettirmektedir.

Öteki’nin ortaya çıkmasının bir çok sosyal, siyasi ve ekonomik nedenleri olduğu âşikar. Fakat bunların da dışında milletlerin zihinlerinde olumsuz bir öteki oluşturmalarının sebeplerinden birisi de milletlerin tarihi tecrübelerinde yaşadıkları ezilmişlik psikolojisi ve travmatik olaylardır. Özellikle “İslam Medeniyeti”nin uzun yıllar Batı karşısında sahip olduğu üstünlük  Osmanlı Türkleri ile beraber zirve noktasına ulaşması “Batı” için bir ezilmişlik psikolojisine sebebiyet verdi. Bu piskolojinin yarattığı travmatik durum Batı’nın toplum olarak bütün katmanları ile ezilmişlik duygusuna kapılmasını sağladı.

İslam Medeniyeti, “Kuran kelâmı” dolayısı ile soy, kültür ve tarih vs. gibi bir çok farklılığa zenginlik gözü ile baktığı için Müslümanlar için bir öteki hiç bir zaman var olmamıştır. Gaza, Cihad ve Fetih politikası ve inancı dolayısı ile “küffar ve kafir” gibi bir öteki tanımı Müslüman zihinde oluşmuş olsa da bu öteki, Batı özellikle de Avrupa’nın sahip olduğu gibi tamamı ile yok eden, tanımayan ve aşağılayan bir öteki asla değildir. Nitekim Müslümanların feth ettikleri yerlerde yaşayan gayr-ı müslümleri her zaman barış ve refah içerisinde yaşatmış ve Müslüman sosyal devletin tüm olanakları, faydalanmaları için onlara tanınmıştır. Hatta Müslümanlar ile hemen hemen eşit düzeyde haklara sahip olduklarını ve Müslümanlar ile birlikte barış içerisinde asla aşağılanmadan yaşadıklarını biliyoruz.

Müslüman Medeniyeti’nin bu tutumuna rağmen Batı,  yarattığı barbar ötekini tarih boyunca her zaman bir gelenek olarak taşımış ve nesillerden nesillere aktarmıştır. Batı’da “İslamofobi ve Türkofobi” bir hayati gereklilik gibi nesiller boyunca aktarılmaya devam etmektedir..

Batı’nın inşaa ettiği bu olumsuz öteki imajı, zaman içerisinde Batı toplumlarında bir komplekse dönüşmüştür. Yaratılan öteki bugün Batı için tamamı ile bir kompleks durumdur. Dolayısı ile bu kompleks neticesinde Batı her alanda Müslümanlar özellikle de Türklere karşı nefret kusmaya onların yaşam haklarını ellerinden almaya devam etmektedir.

Meşhur bir darbımeselimizin dediği gibi “her şey zıttı ile kaimdir”, yâni kendisi için bir ötekiye sahip olan ancak vâr olabilir.

Sonuç olarak şunu ifâde edebiliriz: Müslümanlar için kaynaşma ve tanış olma vesilesi, farklılık ve zenginlik olan öteki, Batı ruhu ve zihni  için barbar ve kötü bir ötekidir..

Tarihçi ve Felsefeci: Umut Güner

Amerika Devlet Felsefesi

Amerika Birleşik Devletleri’nin 45. Başkanı Donald Trump özgün adı “Great Again: How to Fix Our Crippled America” olan kitabında fikri yapısını, politik tahayyül ve tasavvurlarını şu şekilde dile getirmektedir: “Ben Amerika’yı eski günlerine geri döndürmek, onu yeniden büyük ve zengin yapmak, onu dostları tarafından saygı duyulan, düşmanları tarafından ise korkulan bir ülke haline getirmek istiyorum.

Artık eylem vakti! Bu kitapta, Amerika’yı yeniden büyük bir ülke haline getirmek adına yarattığım vizyonu özetliyorum. Çöken ekonomimizi nasıl düzelteceğimizi, sağlık sistemimizi nasıl daha etkili ve verimli bir hale getireceğimizi, ordumuzu yeniden inşa ederek savaşları nasıl kazanacağımızı, öğrencilerimizi dünyada yarışır hale getirecek bir eğitim sistemini nasıl yaratacağımızı, yasa dışı göçü nasıl bitireceğimizi ve şirketlere fabrikalarını Amerika’ya geri taşımaları konusunda baskı yaparak nasıl istihdam sağlayacağımızı ele alıyorum.

Bu kitap Amerika’yı nasıl yeniden büyük bir ülke yapacağımın planını içeriyor. Bu zor bir iş değil. Bize sadece söylenmesi gereken şeyi söyleme cesareti olan biri lazım.”

Donald Trump’ın özellikle Hillary Clinton gibi bürokrasi tecrübesi olan bir aday karşısında kazanması ABD kamuoyunda olduğu kadar bütün Dünya’da da şaşkınlıkla karşılandı. Donald Trump seçim kampanyası boyunca verdiği demeçler, yaptığı mitingler, hal ve tavırları ile Amerikan bürokrasisinin çok yabancı olduğu bir siyasetçi imajını çizdi ve daha önceki Amerikan başkanlarından karakter ve düşünce bakımından tamamen farklı birisiydi. Fakat tüm bu farklı özelliklerin dışında önceki başkanlar ile arasında bir ortak nokta vardı ki bu ortak nokta Trump öncesinde ABD başkanlığı yapmış olan 44 başkanın da kendi içlerinde ortak bir özelliği idi. O da Trump’ın yukarıda kitabında da ifâde edilen ABD devlet mefkuresi yani amaç ve gâyeleridir. Yâni kısacası “Amerika Birleşik Devletleri Devlet Felsefesi”dir.

ABD siyâseti tamamı ile bir bütündür. Türkiye’de ki gibi her başbakan ve her partinin zihniyeti ve politikaları farklı değildir. Amerika’da seçilen yeni başkan ister Cumhuriyetçi kanattan isterse de  Demokrat kanattan olsun ortak bir gâyenin mücadelesini verir. O da “Büyük Amerika” ve onun şeksiz şüphesiz küresel sistemin en büyük ve tek devleti olma gayesi ve mücadelesidir. ABD seçimleri emin olun asla kozmpolit ve her biri birinden farklı düşüncelere sahip olan Amerika halkına bırakılmaz. Seçimler de asla ve asla derin devletin istemediği kimse aday olamaz ve seçilemez. ABD’nin temel beslendiği büyük güç her başkanlık dönemi sonunda başkan olacak adıyını zaten seçmiştir. Başkanın seçimi komzopolit olan ABD halkının tercihine asla ve asla bırakılmaz.

Yukarıda bahsini ettiğimiz derin devlet bir şekilde algı yönetimi ve psikolojik faaliyetler ile Amerikan toplumuna seçimi kendi özgür iradeleri ile gerçekleştirdikleri ve seçilen adayın tamamı ile halkın tercihi olduğunu her zaman hissettirir. Çünkü bir diğer adı da “Özgürlük Ülkesi” olan Amerika’da seçimlerde halkın meşruiyetinden de faydalanılmak istenir. Özgürlük ülkesi olarak pazarlanan bu ülkede her seçimde aday olanlar ve her seçim sonucun da başkan seçilen kişiler umumiyetle hep farklı karakter, duygu ve düşüncede tiplerden seçilir. Bunun en büyük sebebi de halkın bir şekilde özgür hür bir ülkede yaşadıkları ve rahatlıkla farklı düşünebilen herkesin başkan olabileceği/olabildiği hissinin uyandırılmak istenmesidir. Bunun en büyük somut örneklerinden bir tanesi, ilk “zenci/afro” başkan olan Barack Obama’dır. Donald Trump’da kezâ Barack Obama gibi farklı bir karakter ve psikolojide bir başkan olarak daha önceki ABD başkanlarından ayrılmaktadır.

Yapılan seçimlerde Donald Trump değil de Hillary Cilinton kazanmış olsa idi, her koşulda kazanan ABD ve ABD derin devleti ile önemli kanaat önderleri olacaktı. Bizim bu yazıda esas üzerinde durmak istediğimiz husus, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulduğu ilk günden itibaren 44 başkan gelip geçmesine rağmen devletin politikasının ve ülküsünün aynı olmasıdır. Seçilen bütün ABD başkanlarının kazanılan başkanlık seçimi sonrası yaptığı zafer konuşmalarına bakıldığında hemen hemen hepsi aynı kelimeleri kullanarak aynı kanaatte söylemde bulunurlar. Bunun en temel sebebi ABD’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin mevcut kurulmuş düzenini ve devletin çıkarlarını zedeleyecek ve mevcut politikaları değiştirecek başkanların seçilmemesi ve bürokratların olmamasıdır.

ABD esas itibarı ile tarihi ile bütünleşmiş, geleneksel yapısını asla terk etmeyen, menfaatleri her zaman aynı olan bir devlettir. Bütün Amerikan vatandaşlarında hâkim olan milli bir şûûr söz konusudur. Kendi tarihlerinden, kültürlerinden ve geleneklerinden beslenirler. Velhâsılıkelam idealleri ile bir bütündür. İşte ABD’nin var olan bu birlik ve bütünlüğü, ABD’yi 20. Yüzyılın en kazançlı ve lider devleti olarak tarihe kaydettiği gibi; içerisinde bulunduğumuz 21. Yüzyılda da şuanki mevcut küresel sistemde güçlü ve önder bir devlet olarak varlığını sürdürmesini sağlamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’ne bu gücü ve ruhu veren, başarılı olmasını sağlayan en temel faktör mevcut devlet felsefeleridir.

Donald Trump’ın yukarıda kitabından altıntıladığımız kısım Trump öncesi ABD başkanlarının söylemleri ve politikaları ile birebir aynı olduğunu daha önce ifâde etmiştik. Bu politika ve söylemler genellikle, büyük ve zengin bir Amerika,  dostları tarafından saygı duyulan bir devlet, düşmanları tarafından ise korkulan ve çekinilen bir devlet, iç politika da ve dış politika da ABD’nin menfaatlerinin her zaman önceliği ve bu menfaatler için yapılabilecek her şeyin yapılabileceği, hatta gerekirse savaşılabileceği dâhi ifâde edilmektedir.

Açıkladığımız tüm bu hususular ve ABD devlet yapısının ve politikalarının birlik ve bütünlüğünü gözler önüne sermektedir. ABD’yi güçlü kılan bu hususların malesef hiç birisi Türkiye Cumuhriyeti tarihi boyunca mevcut siyasi sistemimizde hiç olmamıştır. Bu birlik ve bütünlüğün olmadığı gibi Türkiye siyasal sistemi içerisinde her zaman farklı partiler, farklı düşünceler etkin olmuş ve çoğu taasup derecesinde bir fanatiklik ile kendilerinden önceki mevcut düzeni ya tamamen değiştirmiş ya da inkâra varan bir ötekileştirme çabası içerisinde olmuştur. Öyle ki Türkiye mevcut siyasal sistemi içerisinde etkin olan “sağ” ve “sol” olarak nitelendirilen siyasal yapılanmalar dâhi kendi içerisinde bir çok farklı gruplaşma ve parti yapılanmalarına dâhi bölünmüştür.

Cumhiyet Türkiyesi’nin bu siyasal sistemindeki bozukluk neticesinde ABD’de örneğine rastladığımız “devlet, gaye, menffaat ve tarihi mefkure” birlik ve beraberliğine mâlesef asla ve asla sahip olamadık. Siyasetimizin girintili ve çıkıntılı, ötekileştiren ve reddeden bu yapısı bizim, devlet ve ülke olarak gerek reelpolitikte; gerekse iç ve dış siyasette güçlü bir devlet olmamızı engellemiştir.

Güçlü bir Türkiye için” Amerika Birleşik Devletleri örneğinde de görüldüğü gibi yapılması gereken Türk siyasetini ehlileştirmek, tarihten  beslenmek, geçmiş tecrübeleri gözden geçirmek, devlet ve millet menfaatlerini öncelemektir. Yâni bir devlet felsefesine sahip olmamız gerekmektedir. Bu Felsefe devleti ile halkı bütüncül bir şekilde kapsamalı, özellikle halk devletin bu felsefesini özümsemelidir. Devlet ile halkın ortak bir ruha ve devlet bilincine sahip olmasını sağlamak ve devletin kendi felsefesini oluşturması en aslî görevimiz olmalı. Küresel sistemde diryâetli, şuurlu ve güçlü bir Türkiye hatta Türk ve İslam Dünyası için hep birlikte yarınlara odaklanmalıyız. Kendi inanç, tarih ve ruhumuzdan bir devlet felsefesi yaratmalıyız.

Umut Güner

Kaan Sarıaydın kimdir? Metasophie ve Metasofi nedir? Kaan Sarıaydın Özgeçmişi ve Biyografisi

Kaan Sarıaydın 17 Eylül 1970 tarihinde Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitiminin ardından üniversite tahsilinin tamamlamak için yurt dışına gitti. Almanya’da Johann Wolfgang Goethe-University Frankfurt Main Germany İşletme bölümününde 1991 ve 1996 yılları arasında üniversite eğitimini tamamladı. Üniversite eğitiminin ardından kariyerine başlayan Kaan Sarıaydın ilk işine Amerikan Menkul Kıymetler Satış Departmanında asistan olarak başlamıştır. 1998 yılına gelindiğinde ise Alman Menkul kıymetlerinde trader olarak çalıştı.

2001 yıluına gelindiğinde ise dünyanın tanınmış ekonomi şirketlerindne biri olan Lehman Brothers International Limited’te kariyerine devam etti. Aynı zamanda dünyanın farklı ülke ve firimalarında alanında çalışmalar yürüttü. İlerleyen yıllarda İsviçre, Belçika, Londra Alman, Avusturya ve EASDAQ menkul kıymetleri şirketlerinde trader piyasa yapıcı uzman olarak çalıştı. Bu görevlerinin ardından Avrupa ve İngiltere menkul kıymetleri için piyasa yapıcısı olarakn 4 yıl görev aldı. Aynı zamanda burada Avrupa Banka sektörü için birim yöneticisi görevini yürüttü.

2006 yılına gelindiğinde ise MSPS Yetkili Yöneticisi oldu. Aynı zamanda Avrupa ülkeleri için portföy traderı olarak çalıştı. 2007 yılında GPS Yetkili Yöneticisi, Avrupa ülkeleri ve ABD için portföy traderı çalışmalarını devam ettirdi.

Kaan Sarıydın kendi kurduğu ve sahibi olduğu Tarkus adlı şirket ile ekonomi alanında çalışmalarını devam ettirdi. Aynı zamanda Türkiye’de birçok televizyon programında yayın konuğu olarak strateji, ekonomi ve küresel siyaset ile ilgili konuşmalar yaptı. Türkiye’de kısa sürede kamuoyunun tanıdığı bir isim haline gelen Kaan Sarıaydın aynı zamanda metasofi felsefesini kurdu ve teorik olarak bu alanda hizmet vermeye devam etti.

Türkiye’de komuyounu aydınlatma çalışmalarını devam ettiren Kaan Sarıaydın Mavigazetem’i ve Kızıl Elma Ocakları’nı kurdu. Faaliyetlerini Mavigazetem ve Kızıl Elma Ocakları olarak başta Türkiye olmak üzere dünya genelinde birçok ülkede ve ilde faaliyetlerini devam ettirmektedir. Kaan Sarıaydın Türkçe, İngilizce, Almanca, Latince ve Fransızca dillerini bilmektedir.

Kaan Sarıaydın uzun zamandır Beyaz TV’de Ferda Yıldırım’ın sunduğu Her Açıdan progrmaında konuşmalar yapmaktadır.

METASOFİ DÜŞÜNCESİ VE FELSEFESİ NEDİR?
Metasophie ilminin kurucusu Metasof & Ekonomist Kaan Sarıaydın’dır. Kaan Sarıaydın Metasophie felsefesi ile ilgili konferanslar, seminerler ve dersler vermektedir.  “Metasophie ilmi, insanın kullanım kılavuzudur, insanın kendisidir. Ruh, akil ve beden üçgeninde insana, kendi lisaninin gramerini, yasam içerisinde evrensel döngülerle olan bağlarını öğretir.” açıklaması ile Metasophie tanımlamıştır.

Metasophie ilmini gelecek nesillere aktarmak ve bu ilimden faydalanmak isteyen insanlar için oluşturduğu eğitim grupları ve seminer çalışmaları ile insanlara “en büyük bilgeliğin kendini bilmek olduğunu” anlatmaktadır.

MAVİGAZETEM NEDİR?
Mavigazetem ekonomist, düşünür ve stratejist Kaan Sarıaydın tarafından kurulmuş bir internet basın yayın organıdır. Kaan Sarıaydın ve ekini burada siyaset, ekonomi, felsefe, uluslararası ilişkiler, küresel siyaset ve Türkiye ile ilgili konu ve meselelerde yayınlar yapmaktadır.

Kaan Sarıaydın Mavigazetem’in kuruluşunu şu şekilde açıklamıştır:
“Bütün Türk dünyasını tüm tarihi halkları, bütün islam dünyasındaki gönüldaşlarımızı inşallah alışılmış ve bilinmiş olanlar bilgilerin çok daha ötesinde bilgilendireceğim ve uyaracağım. Değerli dostlarımla ve gönüldaşlarımla çıktığımız bu yolda Allah bizi muvaffak etsin. Benim, sizin, bizlerin, tüm Türk ve İslam dünyasının bir ummanı olmak için Mavi Gazetem‘i kurduk. Mavigazetem herkese hayırlı olsun.”

KIZIL ELMA OCAKLARI NEDİR?
Kızıl Elma Ocakları Kaan Sarıaydın tarafından kurulmuş bir teşkilat ve organizasyondur. Ekonomist ve stratejist Kaan Sarıaydın Kızıl Elma Ocakları ile Türkiye’de ve diğer ülkelerde Türk millietinin sesini duyurmak, Turan fikrini canlandırmak ve Türkiye^yi uluslararası alanda büyük ve güçlü bir küresel güce sahip bir ülke haline getirmek için kurulmuştur. Kızıl Elma Ocaklarım ekibinde Kaan Sarıaydın ile birlikte Mesud Sali, Gizem Özkan, Özlem Öztürk ve İhsan Bingöl gibi isimler bulunuyor.

MAVİ EKONOMİ NEDİR?
Ünlü ekonomist Kaan Sarıaydın ekonomi ve finans alanındaki uzmanlık bilgilerini Türk milletinin milli menfaatleri doğrultusunda bir teoriye dönüştürerek hizmet etmek amacı ile Mavi Ekonomim programını başlattı. Mavi Ekonomim ille yerli ve milli bir ekonomik gelecek, kalkınma ve finans tratejisi için Kaan Sarıaydın ve ekibi çalışmalar yürütmektedir.

KIZIL HAREKET NEDİR?
Kızıl Hareket, Kızıl Elma Ocaklarım’ın gençlik hareket ve eylemlerini yürüteceği bir platform olarak Kaan Sarıaydın tarafından kurulmuştur. Kaan Sarıaydın ve ekibi Kızıl Elma gençlik hareketi için burada faaliyetler yürütecekler.

KIZIL ELMA ENSTİTÜLERİ
Kızıl Elma Enstitüleri Kaan Sarıaydın ve kip arkadaşları tarafından başta gençler olmak üzere milletimizin bütün fertlerine verilecek olan milli bir eğitim organizasyonudur. Bu enstitiüde ekonomiden siyasete birçok alanda eğitim ve kalkınma çalışmaları yürütülecek.

KAAN SARIAYDIN’IN İŞ TECRÜBELERİ VE BİLGİLERİ
1994 İLE 1995 ARASI
Bear Stearns Bank GmbH Frankfurt, Almanya
Amerikan Menkul Kıymetler Satış Departmanında asistan

Eylül 1996 – Mart 1998:
Lehman Brothers Bank AG, Frankfurt, Almanya
Alman Menkul kıymetleri için trader (piyasa yapıcı olarak)

Nisan 1998 – Şubat 2001:
Lehman Brothers International Limited, Londra
Alman, İsviçre, Belçike, Avusturya ve EASDAQ menkul kıymetleri için trader (piyasa yapıcı olarak)

Mart 2001 – Aralık 2004:
Morgan Stanley & Co. International Limited, Londra
Bir çok sektör (Teknoloji, Telekomünikasyon, Finansal) ve Avrupa ve İngiltere menkul kıymetleri için piyasa yapıcısı, Avrupa Bankaları sektörü için birim yöneticisi

Ocak 2005 – Temmuz 2006:
Morgan Stanley & Co. International Limited, Londra
MSPS Yetkili Yönetici ve tüm avrupa için portföy traderı

Ağustos 2006 – Temmuz 2007:
Lehman Brothers International (Europe), London
GPS Yetkili Yöneticisi ve tüm avrupa ve ABD için portföy traderı

Eylül 2007 – 2 Ocak 2009:
Morgan Stanley Menkul Değerler A. Ş., İstanbul
Genel Müdürü ve Yönetim kurul üyesi

Eğitim
Ekim 1991 – Haziran 1996:
Johann Wolfgang Goethe-University, Frankfurt/Main, Germany
İşletme

Kaan Sarıaydın, Türk lider. Girişimcidir. 17 Eylül 1970 tarihinde Ankara’da dünyaya geldi. Üniversite için yurt dışına gitti. Ekim 1991 ve Haziran 1996 tarihleri arasında Johann Wolfgang Goethe-University, Frankfurt Main, Germany İşletme bölümünü tamamladı. Eğitim hayatını başarı ile bitirdikten sonra kariyer hayatına ilk olarak Amerikan Menkul Kıymetler Satış Departmanında asistan olarak yer aldı.

1998 yılında Alman Menkul kıymetleri için trader olarak çalıştı. 2001 senesinde ise
Lehman Brothers International Limited, Londra Alman, İsviçre, Belçike, Avusturya ve EASDAQ menkul kıymetleri için trader yani piyasa yapıcı olarak çalıştı.

Daha sonra 4 yıl boyunca Avrupa ve İngiltere menkul kıymetleri için piyasa yapıcısı, Avrupa Bankaları sektörü için birim yöneticisi olarak görev aldı. 2006 yılında MSPS Yetkili Yönetici ve tüm Avrupa için portföy traderı ve 2007 yılında ise GPS Yetkili Yöneticisi ve tüm avrupa ve ABD için portföy traderı olarak görev aldı.

Tarkus adlı şirketin yöneticiliğini yapan Kaan Sarıaydın aynı zamanda Metasophie felsefesinin temsilcisidir.

Metasophie ve Metasofi nedir?

Metasophie ruhun bedendeki bilinmeyen gramerine hakim:
Asırlardır gizlenen, anlatılmayan ilim Metasophie ilmidir! Dünya ilim üzerine tanzim edilmiştir. İnsan AKIL ve RUH olarak bir bedende iki unsur olarak var olmuştur.
Metasophie kişiye RUH’un yaşam içerisindeki varlığının nedenini, gerekliliğini anlatan ilimdir. Metasophie ilminden faydalanmış bir insan RUH ve AKIL olan iki unsurun birbiriyle olan lisanını gramerini öğrenir ve bu sayede kendini keşfeder. Kendini keşfetmiş insan yaşamı boyunca yaşadığı durumların kendisinde bıraktığı izler ne olursa olsun nerede tutacağını bilir ve yaşayacağı durumların değerlendirmesini daha iyi analiz etmiş olur. Metasophie mükemmel ötesi bir ilimdir… Bu ilim insanoğlunun zaman ve zamansızlık arasındaki yolculuğunu tüm evreleriyle hemde tüm bilimsel donatılarıyla ortaya sermektedir. İnsanı bütünüyle yani bir bedende iki insanı anlatıyor. Bu iki unsurun tüm verilerini iki farklı kutup başında toplayan ve bu iki farklı kutup başı verilerini bir aküde (yani yaşamda) birleştiren ve bu birleşmeden enerji elde eden bir ilimdir… Metasophie ruhun keşfini ve ruhun bedendeki siluetini, ruhun akıl ile bağını, içsel güdülerin yaşam içerisindeki şifrelerini ve bu şifreler sayesinde zamansızlık yolculuğunun nasıl gerçekleşebileceğini anlatır… İnsanın tüm şifrelerini anlatan bu ilim uygulandığında her zaman bir sonraki hatta bir kaç sonraki karşı refleksleri önceden görebildiği için doğal olarak tüm süreçlerde belirleyen taraf yapar.

METASOPHİE ASIRLARCA SAKLI BİR HAZİNE OLARAK KALMIŞTIR … İNSAN İÇİN GEREKLİMİDİR? TABİKİ GEREKLİDİR…HATTA OLMAZSA OLMAZDIR… RUH GÖRÜLMEYEN TAM KEŞFEDİLEMEMİŞ BİR UNSURDUR. İNSANLAR YAŞAM İÇERİSİNDE YORGUN DÜŞMEKTE. YAŞAM İÇERİSİNDE YAŞADIKLARI ONLARI RUHEN YORMAKTA VE ÇIKIŞ YOLU BULAMAMAKTA ÇÜNKÜ RUHUNU TANIMAMAKTA, İÇİNDEKİ KENDİYLE ANLAŞAMAMAKTA. BU YAŞAM İÇERİSİNDEKİ GİRDAPLARDA SIKIŞMIŞ BİRİ GİRDİĞİ KARANLIKTAN ÇIKIŞ YOLU ARAMAKTADIR VE KİŞİNİN DOKTORU YİNE KENDİSİDİR. METASOPHİE KİŞİYE HALİNİ, KENDİNİ VE GİRDİĞİ KARANLIKTAN ÇIKMAYI VERMEKTEDİR.  BU NEDENLE METASOPHİE OLMAZSA OLMAZDIR YOKSA HAYATTA SORUNLAR KARŞISINDA YORGUN DÜŞEN İNSANLAR ÇAĞDAŞ DÜNYANIN ÇAĞDAŞ TIBBIN TEDAVİ YERİNE 3 U UYGULAMASIYLA YAŞAMLARINA EKSİK BİR ŞEKİLDE UYUMA, UYUŞTURMA VE UNUTTURMA ÇARKININ ARASINDA YOĞRULUP YAŞARKEN KENDİNİ KAYBETMEKTEDİR. METASOPHİE İLMİ TÜM BU GİRDAPLARIN ÇIKIŞ YOLUNU, GİRİLEN KARANLIKLARDA KİŞİYE RUHUNDAKİ FENERİ YAKMASINI VE YARINLARI İÇİN TEKRAR AYNI KARANLIK VE GİRDAPLARA GİRMEMESİ İÇİN PUSULA OLUR.

Metasophie İnsana Ne Katkı Sağlar?

Metasophie kendini bilmek ve yaşam içerisinde evrensel döngülerle olan bağını öğrenmek demektir. Güneşin doğuşundan batışına kadar havanın sıcaklık seviyesinden günün aydınlık ve karanlık, gündüz ile gece değişimine kadar ruhunun evrenle iletişimi vardır.

Düşünce olarak özgür olabilirsin ama senin bir ruhun vardır ve ruhunun enerji seviyesini sen iradenle belirleyemezsin. Ruhun evrensel döngülerle iletişimli olduğu için değişimler yaşamaktadır. Enerji seviyesinde oluşan değişimler ve bu değişimlerde senin yapman ve yapmaman gereken eylemler vardır. Matematiksel olarak bu değişimlerin zamanlamaları hep verilmiştir, kullanım kılavuzunda yazılıdır ve bu kullanım kılavuzu sensin! Senin yüzüne ve avuçlarının içinde yazılmıştır. Metasophie bu yazılımı senin anlayacağın şekilde tercüme eder ve sana gün içerisinde hangi zaman dilimlerinin pozitif hangi zaman dilimlerinin negatif olduğunu öğretecek ve yaşamını ona göre dizayn edeceksin. Örneğin yanlış bir zamanlamada senin için çok önemli bir görüşmeye girdiğinde kaybedersin üzülürsün. Metasophie ile ilgilendiğinde geçmiş dönemlerinde senin için olumsuz geçen süreçlerin sana verilecek olan zamanlamanda negatif zamanlama sürecinde olduğunu görecek ve bu muazzam bir şey diyeceksin ve kendinden nasıl habersiz olduğunun farkına varacaksın…

Kaan Sarıaydın Metasophie Kuruluş Hikayesi

Metasophie ilminin kurucusu Metasof & Ekonomist Kaan Sarıaydın “Metasophie ilmi, insanın kullanım kılavuzudur, insanın kendisidir. Ruh, akil ve beden üçgeninde insana, kendi lisaninin gramerini, yasam içerisinde evrensel döngülerle olan bağlarını öğretir.” diyor.

Kaan Sarıaydın, Metasophie ilminin neden ihtiyaç olduğunu şu sözleriyle açıklamıştır “Ruhuyla konuşmayı başaramayan insan kendi şifrelerini bilmeyen insandır! Ruhunun dilini bilmeyen insan ne yaşadığı anın tadını çıkarabilir nede yarınları hakkında fikir sahibi olabilir.”

Ankara’da dünyaya gelen Kaan Sarıaydın, 1996’li yıllarda Johann Wolfgang Goethe-Üniversitesindeki İşletme yüksek öğreniminin ardından, dünyanın ileri gelen uluslararası finans kuruluşlarında trader olarak iş hayatına ilk adımını atması, seçmiş olduğu kariyer alanında, ona, Metasophie ilmiyle tanışmasına giden yolun onunu açmıştır. Kaan Sarıaydın yöneldiği ve gerçekleştirdiği her işte “basarinin” vazgeçilmezlik ilkesini benimsemiş, yaratıcı bireyin girişimci özgürlüğü ve liderliği ile ekonomilere, şirketlere ve devlet başkanlarına “daha başarılı bir ekonomi için” katkıda bulunan, lider bir ekonomist olmuştur. Lehman Brothers, Morgan Stanley gibi kurumsal firmalarda CEO olarak kariyer hayatını sürdürmüş olan Kaan Sarıaydın, 2008’li yıllardaki finansal krizden sonra öncü girişimleriyle, uluslararası finans ve kriz deneyimlerini toplumlara aktarmak için birçok konferans ve davetlerde yer alarak Anadolu’nun her bir kösesindeki insanların sorularını cevaplayarak gönül seferberliği ilan etmiştir.

Metasophie ilmini gelecek nesillere aktarmak ve bu ilimden faydalanmak isteyen insanlar için oluşturduğu eğitim grupları ve seminer çalışmaları ile insanlara “en büyük bilgeliğin kendini bilmek olduğunu” anlatmaktadır.

İş Tecrübesi

1994 – 1995:
Bear Stearns Bank GmbH Frankfurt, Almanya
Amerikan Menkul Kıymetler Satış Departmanında asistan

Eylül 1996 – Mart 1998:
Lehman Brothers Bank AG, Frankfurt, Almanya
Alman Menkul kıymetleri için trader (piyasa yapıcı olarak)

Nisan 1998 – Şubat 2001:
Lehman Brothers International Limited, Londra
Alman, İsviçre, Belçike, Avusturya ve EASDAQ menkul kıymetleri için trader (piyasa yapıcı olarak)

Mart 2001 – Aralık 2004:
Morgan Stanley & Co. International Limited, Londra
Bir çok sektör (Teknoloji, Telekomünikasyon, Finansal) ve Avrupa ve İngiltere menkul kıymetleri için piyasa yapıcısı, Avrupa Bankaları sektörü için birim yöneticisi

Ocak 2005 – Temmuz 2006:
Morgan Stanley & Co. International Limited, Londra
MSPS Yetkili Yönetici ve tüm avrupa için portföy traderı

Ağustos 2006 – Temmuz 2007:
Lehman Brothers International (Europe), London
GPS Yetkili Yöneticisi ve tüm avrupa ve ABD için portföy traderı

Eylül 2007 – 2 Ocak 2009:
Morgan Stanley Menkul Değerler A. Ş., İstanbul
Genel Müdürü ve Yönetim kurul üyesi

Eğitim:
Ekim 1991 – Haziran 1996:

Johann Wolfgang Goethe-University, Frankfurt/Main, Germany
İşletme

Yabancı Diller:
İngilizce : Çok iyi
Almanca ve Türkçe: Ana dil

Deneyim

  • Founder

    Tarkus Ltd.

     – Şu Anda3 yıl 2 ay

  • Professional Speaker, Writer, Consultant, İnvestor and Trader

    Freelance

     – Şu Anda11 yıl 3 ay

    Guest host in various Turkish TV channels, Columnist at various newspapers and magazines,
    since 2015 writer for “Derin Ekonomi” (monthly economics magazine)
    Speaker at national and international finance and economics summits.

  • CEO

    FED Securities

     – 10 ay

    İstanbul

  • Consultant and Speaker

    Freelance

     – 3 yıl 1 ay

    Istanbul, Turkey

    Active consultant in acquisition of financial companies, M&A in various sectors (financial services, healthcare, energy, technology).

  • CEO

    Morgan Stanley Turkey

     – 2 yıl

    Istanbul, Turkey

  • Global Equity Portfolio Manager

    Lehman Brothers

     – 1 yıl

    London, United Kingdom

  • Morgan Stanley

    5 yıl 4 ay

    • Head of Long/Short Equity Prop Trading

       – 1 yıl 7 ay

      London, United Kingdom

    • Head of Bank Sector Trading

       – 2 yıl 1 ay

      London, United Kingdom

    • Market Maker/Trader for German Equities and Tech/Telco Sector

       – 1 yıl 9 ay

      London, United Kingdom

       

      Lehman Brothers

      • Head of German and Swiss Equity Trading

         – 2 yıl 11 ay

      • Trader/Market Maker for German Equities

         – 2 yıl

        Frankfurt Am Main Area, Germany

         

  • Assistant for Equity Sales and Trading

    Bear Stearns Bank AG

     – 2 yıl

    Frankfurt Am Main Area, Germany

Eğitim

  • Goethe University

    Goethe University

    Master of Business Administration (M.B.A.)Business Administrationcum laude

     – 

    Thesis: “Application of Neural Networks in Financial Analysis”

Diller

  • English

    Ana dil veya ikinci dil yetkinliği

  • German

    Ana dil veya ikinci dil yetkinliği

  • Turkish

    Ana dil veya ikinci dil yetkinliği

  • Latin

  • French

    Başlangıç düzeyinde yetkinlik

     

KAAN SARIAYDIN HAKKINDA DAHA FAZLA BİLGİ ALMAK İÇİN BURAYA TIKLAYIN

Kına nedir?

Deste şeklinde, beyazımsı, çiçekleri güzel kokulu, basit yapraklı, dikenli bir ağaç olan Lawsonia inermis / spinosa L. (sinonim Lawsonia alba Lam.) bitkisi ve bu bitkinin reçineli birleşikler, başlıcası lavson olmak üzere tanen ve naftakinon türevi boyar maddeler içeren yapraklarından elde edilen ezmesine ya da tozuna verilen addır. Kına kelimesi Türkçe’ye Arapça’dan (hınnâ) geçmiştir.

Doğal olarak yetiştiği yerler Mısır, Suriye ve Arabistan yarımadasıdır. Kuzey Afrika, Hindistan alt kıtası, Pakistan, Sri Lanka ve İran’ın güney bölgesinde de bulunur. I. yüzyılda yaşamış Yunan kökenli Romalı eczacı, hekim ve botanikçi Dioskorides’e göre en kaliteli kına Askalon (Askalân) ve Canopus’ta yetiştiriliyordu. Anadolu’da 1980’li yıllara kadar Alanya ve Silifke’de meraklıları tarafından az miktarda yetiştirildiği bilinmektedir. Kına, kabuğundan alkoloidler çıkarılan, kökboyasıgillerden Cicchona cinsinden ağaçların genel adı ve ateş düşürücü olan sıtma tedavisinde yararlanılan “kınakına” ile karıştırılmamalıdır.

Kınanın ayrıca İran’daki “gol-e hanâ”, kına çiçeği (Impatiens balsamina L.) adıyla bilinen ve yapraklarıyla çiçekleri Çin’de tırnakları, bazan da atların kuyruklarını boyamada kullanılan bitkiyle de ilgisi yoktur. Kına çiçeklerinin kokusu Kahire’de “temrü’l-hınnâ” adıyla bilinen muhabbet çiçeğininkine (Reseda odorata) benzer. Antik Mısır’da, Ortadoğu’da, Antik Yunan ve Roma dünyasında kına, güzel kokulu çiçeklerinden parfüm imalâtı için yağ elde etmek amacıyla yetiştirilmiştir. Eski Ahid’de kına çiçeği sevgiliyi tarif için bir benzetmede geçer. Antik Mısır’da kına saç ve kumaş boyamada, mumyalamada kullanılmıştır.

Kaynak: H. NAZLI PİŞKİN, DİA