İslam ve insan ilişkisi üzerinde yargıda bulunmadan önce İslam’ın gerçekte ne olduğu ve ne olmadığı konusunu netleştirmek son derece önemlidir. Yanlış bir İslam ve din algısıyla doğru değerlendirmelerde bulunmak mümkün olmayacağı gibi tarafsız bir bakış açısına sahip olmak da mümkün olmayacaktır. İslam, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Müslüman olmak bu teslimiyeti kabul etmek, gerçek anlamda inanan yani mümin olmak ise bu kabulü, hayırlı ve güzel eylemler ile ortaya koymaktır. Çünkü Müslüman olmanın beraberinde getirdiği son derece önemli sorumluluklar vardır. Bu sorumluluklar en güzel şekilde yerine getirilmediği müddetçe gerçek anlamda iman etmek de inanılan İslam ile yaşanan Müslümanlık arasında tutarlılık sergilemek de mümkün olmayacaktır. Allah kullarından çok şey istiyor değildir. İstediği şeyler, her anlamda insanın aklını, vicdanını ve insanlığını harekete geçirecek ve onu erdemli ve ilkeli bir birey haline getirecek şeylerdir. İslam, insanın aklı, vicdanı ve doğası ile çatışan bir inanç sistemi değildir. Çünkü İslam olmak esasen insan olmak; insan olduğumuzu hatırlamaktır.
Hz. Âdem’den Peygamberimiz Hz. Muhammed’e kadar gelen tüm peygamberlerin beraberlerinde getirmiş oldukları ilahi mesajların ortak adı İslam’dır. Tüm peygamberlerin en öncelikli ortak paydaları da Müslüman olmaları ve insanları kendilerine değil yalnızca Allah’a çağırmalarıdır.
İslam, insan olmanın onuruna, düşünebilen insan aklına, doğası bozulmamış insan ruhu ve vicdanına en uygun sistem olarak insanlığın ortak değerlerini içerir. Çünkü gerek yaratılışı gerek aklı ve vicdanıyla ancak insan varsa İslam’ın ve ancak İslam varsa insanın bir anlam ve değeri vardır. İslam’ın en büyük kurucu değerlerinden ve tüm peygamberlerle birlikte vurgulanan getirilerinden biri de ırkçılığın her türlüsünü reddetmesi ve üstünlüğü, ırkta, soyda, dilde değil erdemli ve ilkeli davranışlarda görmesidir: Ey insanlar! Biz sizi bir erkek, bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız (sorumluluk bilinci ile hareket edip) duyarlı olmada en ileride olanınızdır. (Hucurat 13)
Demek ki İslam, Allah merkezli ama insan hedefli bir inançtır. İslam, insan içindir. İnsanı yaratılış amacına uygun bir forma sokup, yine bu amaca uygun yaşatmak içindir. İslam inanç sisteminin en temel ve evrensel ilkeleri ile vücut bulmuş hali dindir. Din, insana, insan olduğu gerçeğini hatırlatmak, ona doğru yolda ilerleyebilmesi için kılavuzluk etmek, hayatını anlamlı ve değerli kılmak, aklını ve vicdanını köreltmesine engel olmak için vardır. “Din nedir?” ya da “Dinin amaç ve hedefi nedir?” şeklindeki sorulara verilecek en güzel cevap: “Din, erdemli, ilkeli, adalet ve merhameti esas alan insan ve toplum inşa etme projesidir” şeklinde olacaktır. Çünkü “İslam’dan neleri çekip alırsanız en temel değerlerini yani kurucu ilkelerini ortadan kaldırırsınız?” gibi bir sorunun muhtemelen en doğru cevabı: “Akıl, irade, adalet ve merhamet” olacaktır.
Din bizden, insan olmanın onuruna yani yaratılışımıza uygun davranmamızı, sorumluluk bilinci içinde duyarlı ve ilkeli bir insan olmamızı, inanmamıza rağmen Allah yokmuş gibi yaşamamamızı, insanlara güven vermemizi, adaletli, merhametli, doğru ve örnek bir birey olmamızı ister. İşte tam da bu yüzden din bizden geçici arzularımıza değil Allah’a teslim olmamızı ister. Yaratılışımızdan bize verilmiş olan değerleri bozmadan, aklımızı ve vicdanımızı köreltmeden, yaratılışımıza ve insani değerlere bağlı kalmamızı ister.
Din, Allah ile kul arasındaki ilişkiyi belirleme noktasında bireysel bir olgudur. Özgür iradesi ile karar vererek Allah’a teslim olmak ve dini gerekleri yerine getirmek isteyen kişi, bunu bireysel olarak yapar. İnanç, bireyin kendi kişisel sorumluluğudur. Ahirette Allah’a verilecek hesap da bu bireysel sorumluluğun sonucudur. Din, ısrar değil tekliftir. Din, bu anlamda insana geniş bir özgürlük alanı tanımıştır. Dolayısıyla din, insanı tutsak etmek için değil aksine özgürleştirmek için vardır.
Din insan hayatını anlamlı, değerli ve yaşanılabilir kılmak içindir. Oysa insan, kendisi için olan dini özünden uzaklaştırarak yaşanılmaz kılmıştır. Dini, değerlerinden uzaklaştıran, onu yozlaştıran, kültürel ve geleneksel inanç ve kabuller ile özünden koparan, onu birtakım dünyevi güç ve menfaatlere alet ederek doğasını bozan insandır. Dolayısıyla dinin kendisi ile din adına insanlar tarafından üretilen kültür, gelenek ve kabuller birbirinden ayrılmalıdır. Dinin kendisi ile kültürünü birbirine karıştıran insan, gelenek ve kültürle şekillenmiş din anlayışlarının dinin içine girmesine neden olacaktır. Böylece din ile insan arasında uyumsuzluk oluşacak ve çatışma çıkacaktır.
Doğası bozulmamış insan aklı ve vicdanı, doğası bozulmamış dini ilkeleri benimsemekte zorluk çekmeyecektir. Ancak hem insanın hem de dinin doğasının bozulduğu yerde, insan, yaratılış ayarlarına din de özüne dönmediği müddetçe insan ve din arasındaki çatışma ve uyumsuzluk bitmeyecektir. Çünkü doğası bozulmuş din ile doğası bozulmuş insan arasında doku uyuşmazlığı olacaktır. Bu uyumsuzluğu ortadan kaldırmak için öncelikle yaratılış ayarlarımıza dönmemiz, din adına bilip öğrendiğimiz bilgi ve kabullerimizi aklın ve vahyin öncülüğünde gözden geçirmemiz ve hem insanlığımızı hem de inancımızı Allah’ın vahyi ile yeniden inşa etmemiz gerekir.
Yaratılış ayarlarına uygun hareket eden insan ile dinin kendisi arasında bir çatışma olması söz konusu olamayacağına göre ya bizim ayarlarımızda ya da din anlayışımızda bir sorun var demektir. Bu sorunun çözümü için algı ve ayarlarımızı Allah’ın vahyi ile normale döndürmemiz gerekir. İnsan fıtratı yani yaratılışı için uygun olan din, her türlü insani müdahale ve etkiden arındırılmış olan saf ve doğal dindir. Bu dinin sahibi Allah’tır. Allah’ın yarattığı insan ile Allah’ın indirdiği din kendi arasında uyum gösterir. Allah’ın dini ile fıtratımız, tıpkı beden ölçülerimize uygun ısmarlama bir elbise ile bedenimizin uyumu gibi eksiği ve fazlası olmadan üzerimize tam olarak uygundur. Fıtratımıza uygun olmayan din, beden ölçülerimize uygun olmayan bir elbise gibi üzerimizde emanet durur.
Bugün yaygın olarak yaşanan, en temel insani değerlerle, akıl ve yaratılış ile çatışan geleneksel din algısının inancımızı yozlaştırdığı ve fıtratımızla çatıştığı ortadadır. Çünkü bugün çoğu Müslüman, gerçek ve samimi bir imandan, erdemli, ahlaklı ve ilkeli bir duruştan uzak bir din anlayışını benimsemiştir. Oysa insan olduğumuzu hatırlamadıkça yani fıtratımıza uygun davranmadıkça Müslüman kalmamızın mümkün olmayacağı bilinmelidir.
Allah dini, aklımıza ve doğamıza uygun olarak göndermişken onu çatışma konusu kılan bizleriz. Genetiği ile oynanıp doğası bozulmuş bir besin gibi dinin de genetiği ile oynamış ve doğasını bozmuşuz. Bu yüzden dinin varoluş amacının bize sağlayacağı faydalardan gerektiği gibi istifade edemiyor, din adına uydurulan, üretilen, anlatılan şeyler sebebiyle doğamızı bozuyor ve dini ilkelere uygun davranmıyoruz.
Oysa din bize aklımıza, vicdanımıza ve yaratılışımıza uygun olarak farkındalık ve duyarlılık kazandırmak, varoluş anlam ve amacımızı kavramamızda bize destek olmak, dünya hayatının geçiciliği ve ölüm gerçeği karşısında nasıl bir hayat yaşamamız gerektiği hususunda bizi bilgilendirmek, en güzel şekilde yönlendirmek, insan olmanın onuruna uygun bir hayat yaşamamız, barış, huzur, güven içinde yeryüzünü güzel ve yaşanabilir bir yurt kılmamız, iyi ve güzel olana yönelerek kötü ve çirkin olandan uzak durmamız, ruhumuzun ve manevi doğamızın kaslarını güçlü ve sağlam tutmamız, bencillik, kin, öfke, nefret gibi kötü huylardan arınmamız, rahmet, merhamet, adalet ve erdemi esas almamız yani kısacası Allah’ın bizden razı olacağı şekilde bir hayat yaşamamız için vardır: Allah’a davet eden, dürüst ve erdemli davranan ve ‘Elbette ben kayıtsız şartsız Allah’a teslim olanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? (Fussilet 33)1
Şayet din bunları sağlamıyorsa ki bireysel ve toplumsal resme bakıldığında sağlamıyor olduğu görülmektedir ya bizim inancımızda ya da din anlayışımızda bir problem var demektir. Dolayısıyla sorunu dinde değil kendimizde aramamız gerekir. Allah’ın dini, insanların öğretileri gibi değildir. İnsan aklı, vicdanı ve yaratılışı ile uyum gösterir. Yeter ki biz hem kendi doğamızı hem de dinin doğasını bozmadan aklın ve vahyin rehberliğinde doğru bir din anlayışı üzerinde olalım. İşte o zaman din, en büyük problemimiz olmaktan çıkacak ve Allah tarafından gönderiliş amacına uygun olarak en büyük nimetimiz halini alacaktır. Çünkü ayetin ifadesi ile din bizim için Allah’tan gelen bir nimettir: Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım; sizin için din olarak İslam’ı/Allah’a teslimiyet yolunu benimsedim. (Maide 3)
İslam inanç sistemi, hem Allah’ın en büyük nimeti hem de inanıp hayırlı ve güzel işler yapmak isteyenler için doğru yol rehberidir. İslam, Allah’tan gelen saf hali ile insanlar tarafından üretilen inanç, kabul ve yorumların üzerinde ve her türlü insani müdahaleden korunmuş bir değerdir. Tüm dinlere ve inançlara karşı gücünü ve üstünlüğünü de buradan almaktadır: O, Elçisini, hidayet ve hak din ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da onu, bütün dinlere üstün kılsın. (Saff 9)
Allah tarafından indirilen dinin, insanlar tarafından üretilen inanç ve kabullere olan üstünlüğü hiç şüphesiz Allah’ın kullarına olan üstünlüğü gibidir. Allah tarafından indirilen din nasıl bir dindir? sorusu Kuran ayetlerinden hareketle şu şekilde özetlenebilir: “Hakikatin dini olarak adlandırılan bu din; delil ve ispata dayandığı için “sağlam din”, akıl onu gerektirdiği ve varlıkların yaratılışı ona tanıklık ettiği için “hak din”, Allah’ın birliğini ve ibadetin O’na yapılması gerektiğini vurguladığı için “tevhid dini”, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin ortak dini olduğu için ve insan doğasına yaslandığı için “hanif din”, Hz. İbrahim örnekliğinde olduğu gibi hanif olup delil getirerek ve delile dayanarak inanılan bir din olduğu için “İbrahim dini”, yaratıldığı hâl üzere devam eden bozulmamış mizaç ve tabiat sahibi insanların yöneldiği din olduğu için “fıtrat dini”, dinde delilin ve delil üreten süreçlerin önemine ve yerine işaret etmek üzere “akıl dini” ve “kalp dini” olarak nitelenmektedir.”
İslam, hayatın anlam ve değerinin Allah ile kurulan bağda olduğu mesajını verir. İnsan başta olmak üzere her güzel şey ancak Allah varsa anlam ve değer kazanır. Allah’ın var olmadığı düşünülen bir dünyada, her uğraş anlamsızlaşır. Sanat, politika, felsefe ve spor gibi her insani uğraş anlamsızdır. İnsanlık tarihindeki tüm kahramanlıklar ve fedakârlıklar da boşa çıkacaktır. Çünkü yok olup gideceklerdir. Allah’ın olmadığı bir hayatta insan, devasa evrende bir kıvılcımdan ibarettir.
Dinin sunduğu paradigmada10 Allah varlığın merkezindedir. Allah insanı yaratmış, onu isteyerek bilinç ve irade sahibi olarak var etmiş, doğayı ve diğer canlıları da emrine vermiştir. Kuşkusuz bu, insanı değerli gören bir anlayıştır. Sahip olduğumuz değeri bize Allah vermiştir. Allah bize akıl ve kavrayış yeteneği vermiş ve bize doğru yolu göstermiştir. Bu gerçek karşısında şükredici ya da nankör olması ise insanın kendi tercihine kalmıştır.
Allah bize o değeri vererek bizi, anılmaya değer bir varlık haline getirmiştir. Allah o değeri vermese insan, anılmaya değer bir varlık değildir: İnsanın üzerinden, o tarih sahnesine çıkıncaya (kadar), tüm zamanlar içinden belirsiz ve uzun bir süre geçmemiş miydi (ki), henüz o (bu süre zarfında) anılmaya değer bir varlık bile değildi? İnsanoğlunu katmerli bir karışım olan hayat tohumundan biz yarattık. Sınava tabi tutmayı (diledik) ve ardından ona işitme ve görme yeteneği verdik. Gerçek şu ki, biz onu yola kılavuzladık. Artık ya şükredici olur ya nankör. (İnsan 13)
Din, insanın hayatına anlam katar. Bize bir amaç verir. Bizi değerli kılar. Allah bizi isteyerek yaratmış, bizi değerli görmüş, bizi dikkate alıp doğruyu göstermiş, doğrunun peşinden gitmemiz durumunda önce rızasıyla sonra da cennetleri ile ödüllendireceğini söylemiştir. İşte Allah’ın hayatımızdaki yerini bu gerçeği dikkate alarak belirlememiz, sahip olduğumuz değeri bize verdiği için minnet ve şükran hisleri ile O’na yönelmemiz ve bize verdiği değere yaraşır şekilde erdemli bir yaşam sürerek sorumluluğumuzun bilincinde olmamız gerekir: Ey kullarım! Bana karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. (Zümer 16)