Çocukta Dini Duygu Gelişimi

Yeryüzünde insanın bulunduğu her zamanda ve mekânda din var olmuştur. İnsan, bağlanma ihtiyacı olan, aynı zamanda belirli durumlar karşısında gücü yetmeyen, aciz bir varlıktır. İnsanda bulunan bu ihtiyaç ve hâl, onu çeşitli üstün güç arayışlarına yöneltmiştir. Bu da bize gösteriyor ki inanç bir ihtiyaç olarak hep vardır ve var olmaya devam edecektir. 

Peki, insanlık tarihi boyunca var olan, insan hayatının vazgeçilmez bir yanı olarak kabul ettiğimiz din ve dinî hayat nedir? Din kelimesinin sözlüklerde geçen anlamı “yol, mezhep, millet, kanun, itaat” şeklinde karşımıza çıkar. Terim olarak ise dinin tanımını yapmak çok kolay değildir. Her alan ve kişi kendi bakış açısı ve öncelikleriyle dini açıklamaya çalışmışlardır. İslam dini ve kültüründe din “Akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği şeyleri kabule çağıran ilahi bir kanundur.” (Seyyid Şerif Cürcani) şeklinde tanımlanmıştır. Yani dinimiz bizim yaşam tarzımızdır, takip ettiğimiz yolumuzdur ve bu yolda kuralları koyan Allah’tır. Buna inanır, buna iman ederiz.

Allah’ın koymuş olduğu İslam yolunu seçtikten sonra, bu yolda yürürken hayat tarzımızın da uygun hâle gelmesi gerekir. Allah izin verirse de doğru yoldan sapmayız. Biz bu yolda yürürken isteriz ki ailemiz, evlatlarımız da izimizden gelsin. Hz. İbrahim’in her anne-babanın yürekten amin diyeceği bir duası vardır: “Rabbim, beni namazı hakkıyla eda eden bir kimse eyle! Zürriyetimden de böyle kimseler var et! Rabbimiz, duamı kabul buyur.” (İbrâhim, 14/40.) Bu çok güzel bir dua, hayırlı bir istektir ancak çocuğumuzu bu yolda yürürken desteklememiz gerekir. Anne-babaların, öğretmenlerin, bir çocuğa dinî eğitim verirken çocuğun gelişimine zarar vermeden onun hangi dönemde nasıl özelliklere sahip olduğunu bilerek yaklaşım geliştirmeleri gerekir.

Öncelikle belirtmeliyiz ki Müslüman düşünürlere göre din duygusu çocukta doğuştan var olan bir duygudur. Dinî inancın tohumları insanın benliğinde bulunur. İslam kültüründe bu durum “fıtrat” kavramıyla anılır. Bu görüşü destekleyen unsurlardan bir tanesi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hâli konuşma çağına kadar devam eder. Sonra ebeveyni onu Yahudi, Mecusi ya da müşrik yapar.” hadis-i şerifidir. Gazali, insan ruhunun yaratılış itibarıyla Allah’ı bulacak güce sahip olduğunu kabul eder. İbn Haldun da çocuğun doğuştan kabiliyetle geldiğini ve bunun geliştirilmesi gerektiğini söyler.

Dinî duygunun gelişimi açısından büyük bir öneme sahip olan yaş grubu 0-6 yaş aralığıdır. Bu yaşlar erken çocukluk dönemi olarak da adlandırılır. Bu dönem, çocuğun hayatında büyük bir öneme sahiptir. Normal şartlar altında dünyanın her yerinde bu yaş grubundaki çocuklar, benzer yaşlarda benzer gelişim özellikleri gösterirler. Din duygusunun gelişimi; fiziksel gelişim, bilişsel gelişim, dil gelişimi, psikomotor gelişim, ahlaki gelişim, sosyal gelişim ve duygu gelişiminden bağımsız değil, karşılıklı etkileşim içerisindedir. Dolayısıyla bir çocuğun dinî duygularının anlaşılması için onun diğer gelişim özelliklerini de bilmemiz gerekir.

Bu gelişim özelliklerine kısaca bakacak olursak:

Fiziksel gelişim bedeni oluşturan tüm organların gelişmesi, boyun uzaması, kilonun artışı, kemiklerin gelişmesi, kas, beyin ve sindirim, sinir, boşaltım, solunum sistemlerinin, duyu organlarının gelişimidir.

Psikomotor gelişim hareket gelişimi demektir. Fiziksel gelişmeyle beraber sinir sisteminin gelişimine paralel olarak hareketlerin isteğe bağlı olarak kazanılmasıdır. Çocuğun yürümeye başlamasından sonraki dönem yoğun bir motor gelişim evresidir. 6 yaşına kadar hızlı bir şekilde ilerler, 6 yaşından sonra ise yavaşlamaya başlar.

Bilişsel gelişim bireyin çevresindeki dünyayı anlama ve öğrenmesini sağlayan, aktif zihinsel faaliyetlerdeki gelişimidir. İnsanın bilişsel gücü onu diğer canlılardan ayırmaktadır. Biliş; dünyamızı öğrenmeyi ve anlamayı içeren zihinsel faaliyetler anlamına gelir ve algılama, bellek, muhakeme, düşünme ve kavrama süreçlerini kapsar. Bilişsel gelişme ile ilgili en önemli ve en bilinen çalışma Piaget’ye aittir. Piaget’nin bilişsel gelişimi inceleyen bir kuramı vardır. Dört dönemden oluşan bu kuramda 0-6 yaş grubu çocuğu içine alan kısım ilk iki dönemdir. Birinci evre olan duyusal hareket dönemi 0-2 yaş arası dönemi kapsar. Bu dönemde çocuk çevresini emme ve tutma, dokunma refleksleriyle tanımaya çalışır. İkinci evrede ise işlem öncesi dönemle karşılaşırız. 2-4 yaş arasındaki çocuklar bu dönemde simgesel düşünürler. Konular arasında mantıklı ilişki kuramazlar ve neden-sonuç ilişkisini anlayamazlar. Çocuk kendini olayların merkezinde görür, işlemleri tersine çeviremez, ayrıntıları dikkate almadan ilişkisiz objeler arasında bağlantı kurabilirler, güneşin hareket etmesi nedeniyle canlı olduğunu düşünebilirler. Allah’ı insan şeklinde hayal edebilirler. Soruları bu yönde olabilir, bunlar çok doğal ve normal süreçlerdir. Bilişsel gelişim dinî duygu gelişimi için önemlidir, bilinmelidir ki din akıl sahiplerini muhatap alır.

Dil gelişimi insanı diğer canlılardan ayıran bir diğer özelliği onun dil yetisinin olmasıdır. Dilin yapısı ve gelişimi son derece karmaşıktır. Dil gelişimi çocuğun motor gelişimi ve bilişsel gelişimine paralel olarak ilerler. Bununla beraber çocuğun ilk dönemde dil gelişiminde çevresi ön plandadır. Çocuklar dili kazanırken ilk örnekleri olarak anne-baba ve yakın çevresindeki insanlar, kullandıkları dil ve kavramlar büyük önem kazanmaktadır. Yakın çevrenin çocuğun yanında dinî bir dil kullanması, çocuğun dili öğrenirken bu kavramlara yabancılık çekmemesini sağlar.

Duygu gelişimi yapılan araştırmalar, çocuklardaki duygusal gelişimin hem olgunlaşma hem de öğrenme yoluyla oluştuğunu ortaya koymaktadır. Buna göre iç salgı bezlerindeki gelişim, duygusal davranışın oluşmasında temel oluşturur. Bu duygunun oluşumunun biyolojik aşamasıdır. Duygu oluştuktan sonra kişide meydana gelen tepkinin, yani dışa yansımasının nasıl olacağı ise öğrenme yoluyla gerçekleşir. Duyguların öğrenilmesi deneme-yanılma, taklit ya da koşullanma yoluyladır. Olgunlaşma ve öğrenmenin duygular üzerindeki etkisinden yola çıkarak farklı yaşlardaki kişilerin aynı duygusal davranışlara sahip olmadığını söyleyebiliriz. Yine aynı şekilde belirli bir yaştaki tüm çocuklardan da aynı heyecan biçimlerini beklemek olanaksızdır. Duyguların oluşmasında çevre şartları ve o anki durumlar önemli rol oynar. Duygular, davranışlarımıza da yön verir. Sevdiğimizde nasıl davranacağımız, korktuğumuzda verdiğimiz tepkiler bizim sonradan öğrendiğimiz davranışlarımızdır. Kur’an’a karşı duyduğumuz saygı ve sevgi sonucu onu öperek alnımıza koymamız, ardından yüksek bir yere kaldırmamız, kültürümüzde öğrenmiş olduğumuz duygusal bir davranıştır.

Dinin de duygusal bir yanı vardır. Din duygusu da insanın yaşantısını etkileme gücüne sahiptir. Bu duygu, duygular içinde yüce ve aşkın bir duygu olarak kabul edilmiştir. Dinî duygu; dinsel objeler veya durumlar karşısında beliren pek çok duygunun ortak adıdır. Tanımlanması son derece zordur çünkü kişiler din karşısında hangi duygu kendisinde ağır basıyorsa o duyguyu temel almışlardır. İnsanın yaşadığı duruma göre duyguları; sevgi, korku, güven, bağlanma şekillerinde ortaya çıkabilir. Dinin bizde uyandırdığı duygu, dine karşı davranışımızı etkiler. Bir çocuk din duygusunu sevgiyle tattıysa sevgi dolu yaklaşımlar sergilerken korku merkezli bir duygu yaşayan çocuk korkuyla hareket eder.

Din duygusu yanında sevginin önemli bir yeri vardır. Çünkü sevgi, diğer olumlu duyguları da besler. Sevilen varlığa bağlanılır ve güvenilir. Bu din ve Allah’a bağlanma konusunda da böyledir. Dinî eğitimin sevgi temelli bir şekilde verilmesi Allah’ı sevme, O’na bağlanma ve güvenmeyi beraberinde getirir.

Dinî duygunun gelişimindeki en önemli faktörlerden biri güvendir. Güven kelimesi “korku, çekinme duymadan bağlanma duygusu” anlamına gelir. 0-1 yaş arasındaki dönem güven duygusunun kazanılmasında önemlidir. Bu yaşta çocuğun temel bakım gereksinimleri karşılanırsa çocukta güven, uyum ve umut duyguları gelişir. Ayrıca dinî duyguların edinilmesi de bu dönemde başlar.

Bebeklik döneminde oluşan güven duygusu bağlanmaya dönüşür. Anne çocuk arasındaki güven temelli bağlanma, ilerleyen yaşlarda yerini Allah’a güvene ve bağlanmaya bırakır.

Korku her dinî heyecanda yer alan, zaman içerisinde yönlendirilmesine bağlı olarak yerini hayranlık, minnettarlık ve huşuya bırakabilen bir duygudur. Çocuğun din duygusu üzerindeki etkisi ise gördüğü eğitim ile ilgilidir. Genelde çocukta korkular 2-3 yaşlarında ortaya çıkar. Bu yaşlarda verilen eğitim sürecinde kullanılan kavramlar sevgi veya korku temelli bir din anlayışı oluşturabilir. Din veya kutsal nesne korkusuna “hagiophobia” denir. Bu korkunun oluşmasında geçmişte yaşanılan travmatik olaylar, aile ve çevre etkisi vardır. Sürekli cehennemle ilgili kavramlarla büyütülen bir çocuğun dine yaklaşımı olumlu olmayacaktır. Kur’ani metot incelendiğinde bunun son derece yanlış olduğu, Allah’ın azap ayetlerinden hemen sonra rahmet ayetlerini indirdiği görülecektir. Eğitimin temeli korku olmamalıdır.

Buraya kadar baktığımızda ortaya çıkan şey şudur: Çocukta dinî duygu gelişimi sadece duygusal gelişime bağlı değildir. Çocuğun fiziksel, bilişsel, psikomotor ve dil gelişimi çocukta dinî duygu gelişimini etkilemektedir. Dinî gelişimin ilk belirtileri, çocukluğun ilk yıllarında ortaya çıkmaktadır. Bunun dinî hayatta nasıl ifade edileceği ise çocuğun fiziksel, bilişsel, motor ve dil gelişimi ile paralellik gösterir. Burada sözünü ettiğimiz kimi gelişimler olgunlaşmaya yani biyolojik süreçlere bağlıyken kimi gelişim süreçleri ise öğrenmeye bağlıdır. Yani anne-babadan, çevreden görülenleri ve duyulanları çocuğun taklit etmesine bağlıdır.

0-2 yaş arasındaki dönemde dinle ilgili pek bir şeye rastlayamayız ancak burada en önemli duygu güven duygusudur. Çünkü dinî duygunun bu dönemdeki kaynağı güvendir. Temel ihtiyaçları anne veya yakın çevresi tarafından karşılanan kişide güven duygusu gelişir ve bu ilerleyen süreçlerde Allah’a inanma konusunda olumlu rol oynar.

3-6 yaş arasında çocuklar artık meraklı olmaya, her konuda olduğu gibi Allah hakkında da sorular sormaya yavaş yavaş başlarlar. Bu sebeple diyebiliriz ki bu yaşlar çocuğun dine olan ilgisinin en yüksek olduğu zamandır. Çocuk, çevresindeki inançla ilgili hikâye ve eylemlere yönelir. Çevresinde namaz kılan, dua eden birini gördüğünde bunu taklit eder. Benmerkezci olduğu bir yaştadır, bu nedenle Allah’ın her şeyi kendisi için var ettiğini düşünebilir. Allah’ı bazen insan bazen bulut bazen hilal vb. şekillerde hayal edebilir. Bunlar son derece normaldir, bu gibi durumlarda anne-babaların veya yakın çevredeki kimselerin çocuğa olumsuz tepkiler vermemeleri gerekir. Büyüklerin yanında kullandığı kavramları bilinçsiz de olsa kullanmaya başlar. Bu nedenle çocuğun yanında kullanılan kavramlar büyük önem taşır. Hayal dünyası onun için son derece gerçektir, böylece büyüklerin kendisine anlattıklarına kolayca inanır. Bu yüzden kendisine sunulan din algısı önemlidir. Cennet, cehennem, melek, şeytan gibi soyut konuları kendisine anlatıldığı gibi kabul eder.

Sürekli sorular soran çocuk dine ait soruları da çevreye yöneltir. Bu sorulara alınan cevaplar ve çevrenin dinî hayatı, tavırları çocuğun duygu dünyasında önemli rol oynar. Bu dönemde çocuğa karşı dürüst olmak, sorduğu sorulara samimiyetle cevap vermek çocuğun gelişimi üzerinde olumlu etkiler bırakır. Dinî uygulamaların ve söylemlerin sık yaşandığı ve yansıtıldığı çevrede bulunan çocukların yaşamı genellikle bu doğrultuda şekillenirken aksi yönde yaşam süren çevrelerde bulunan çocuk için dinî isteklerden soğuma meydana gelebilir. İnanma ihtiyacı karşılanmayan çocuğun inancı başka yollara yönelebilir. Burada asıl önemli olan, çocuğun her konuda olduğu gibi dine yönelik ilgisinin çocuğun gelişimsel düzeyine uygun olarak yönlendirilmesidir. 3-6 yaş arasındaki çocuk her şeyi kamera gibi kaydeder ve kaydettiklerine göre oynar. Burada kameraya nasıl görüntüler verildiğine dikkat edilmelidir.

İslam dininin kaynağı olan Kur’an’da insanın duygularına özel bir önem verilmiştir. Aynı şekilde İslam dini, çocuklara da büyük önem vermiştir. Kur’an’a baktığımızda baba-çocuk ilişkilerinde kullanılan ifadeler “yavrucuğum, oğulcuğum” şeklinde karşımıza çıkar. Böyle bir iletişim şekli çocuğun dünyasında olumlu izler bırakır. Anne-babalar çocuğuna her konuda eğitim verirken bu üsluba dikkat etmelidir. Sevgiye dayalı bir öğretim metodu, kesinlikle daha olumlu sonuçlar doğurur. İnsan psikolojik olarak her zaman yumuşak davranış, güzel ve tatlı sözlerden hoşlanır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Eğer sen kaba saba, katı yürekli olsaydın şüphesiz etrafından dağılıp gitmişlerdi.” (Âl-i İmrân, 3/159.) ayeti bu gerçeğe dikkat çeker.

Fatıma Güner

Diyanet Dergisi

Geçmişten Günümüze Türk Ailesi ve Aile Medeniyeti

İnsan toplumsal bir varlıktır. Yaşam serüvenini toplumsal aidiyet bağı ile güçlendirir. İnsan yaşamında toplumsallaşmanın en temel koşulu aile olmaktır. Aile insanlık tarihi kadar kadim bir yapıdır. Tarihi süreçte insanoğlunu birleştiren, bütünleştiren ve bir arada yaşama tecrübesini ona kazandıran güçlü akrabalık ilişkileri ve aile bağı olmuştur.

Aile kavramı ve içeriği esasında kültürel bir durumu da belirtir. Her toplumun, coğrafyanın ve kültürün kendi aile kavramı söz konusudur. Aile o kültürün değer ve yargıları ile oluşur ve biçimlenir. İnsanların yaşadığı topraklar, iklim özellikleri, örf ve an’aneleri, dinî inanışları ile bütün bunları kuşatan kültürleri o toplumun zihninde aile kavramına biçim verir ve sınırlarını çizer.

Tarih boyunca özellikle birtakım kültürlerin aile yaşantıları ve hukuku farklı milletlerin dikkatini çekmiş ve özel araştırma alanlarına dahil olmuştur. Bilhassa modern zamanlarda toplumbilim aileyi araştırmalarının merkezine almıştır. Aile, medeniyetin kurucu unsurlarından birini teşkil eden faktör olarak görülmüştür. Bir milletin sosyal gücü o toplumun aile yapısının ve aile bağının kadim ve güçlü olması ile belirlenmiştir.

Binlerce yıllık bir tarihi geçmiş ve köklü medeniyet temsilcisi olan Türkler ’in de aile hayatı her zaman modern araştırmacıların ilgi odağı olmuştur. Bilhassa Türkler ’in insancıl, misafirperver, koruyup-gözeten güçlü ve dirayetli bir toplum yapısına sahip olması ile tarihi başarıları aile müessesesindeki muazzam yapısı ile ilişkilendirilmiştir.
Türk milletinin aile yapısı incelendiğinde her ne kadar tarihi süreçte geniş ve farklı coğrafyalarda yaşamış olsalar da ufak farklılıklar dışında esas itibarı ile aile yapısı köklü ve değişmezdir.

Türk aile yapısı “pederi” aile olarak tanımlanmaktadır. Bu aile yapısında baba ve anne eşit haklara sahiptirler. Kadınlara ve çocuklara son derece önem verilir. Baba ailenin reisi olarak kabul edilmekle birlikte gündelik hayatta birçok hususta evin hanımına bağlı idi. Türk ailesi ekseriyetle “ata-erkil” bir yapıdadır; fakat bazı hususlarda kadına bağlılığın söz konusu olması hasebiyle “ana-erkillik” de araştırmacılar tarafından söz konusu edilmiştir. Özellikle Türk efsaneleri de Türk milletinin dişi kurttan türemesi gibi motiflerde “ana-erkillik”e atıflar olduğu ifade edilmiştir.
Türk ailesi anne, baba ve çocuklardan müteşekkil olması hasebiyle küçük aile olarak sınıflandırılır. Fakat akrabalık bağları güçlü olduğu için anne ve babanın soydaşları ile birlikte büyük bir aşiret yapısı söz konusu olmuştur. Kan bağı esastır ve birleştirici bir unsurdur. Aile bağları ile birlikte “boy” diye tabir edilen büyük akraba aile birlikleri oluşmaktadır. Ailede herkes eşit haklara sahiptir, gelir ortaktır ve mülkiyet hakkı söz konusu olmadığı için herkes mal ve mülk konusunda eşittir ve söz sahibidir.

Dilimizde mevcut bulunan “evlenme” veya “evlendirme” kelimeleri esasen tarihi süreçte genç erkek ve kadının izdivaç etmesi sonucunda baba ocağından ayrılarak yeni bir ev kurmalarını ifade eder. Özellikle dilimizde bulunan “ev-bark” tabiri de Türk aile yapısını ifade eden en güzel örneklerden birisidir. Ev ile beraber kullanılan “bark” tabiri mabet manasındadır. Çünkü Türkler evliliğe kutsallık atfetmektedirler ve yaşadıkları evi de kutsal bir mekân olarak düşünmüş ve hissetmişlerdir.

İslamî dönem ile birlikte ise Türkler’in aile yaşantısında pek bir değişiklik olduğu görülmez. Esasen İslam öncesi Türk aile yapısı ile İslam dininin öngördüğü ve Kur’an da hususları belirtilen ve sınırları çizilen aile yapısı arasında büyük farklılıklar söz konusu değildir.

Türkler zaten gelenek ve zihniyet olarak aileye dini bir hüviyet kazandırmışlardı. Aile kutsal ve değerli idi. Bu sebeple Türkler’in İslamlaşması ile birlikte zaten dini bir kimliği söz konusu olan aile İslamiyet ile birlikte daha da kökleşmiş ve derinleşmiştir. Bağlar kuvvetlenmiş, ailenin değeri bir kat daha artmıştır.

Aile yapısını güçlendiren bir diğer hususta Türkler’in göçebe bir toplum olması ile ilişkilidir. Konar-göçer bir hayatı benimseyen Türkler, göçebe hayatın zorlukları karşısında güçlü aile bağları ile ayakta kalmış ve zorlukların üstesinden rahatlıkla gelmiştir.

Türk topluluklarının ekseriyetinin göçebe yaşam sürmesi dolayısı ile daha ilk yüzyıllardan itibaren Türk ailesinin karakteri göçebe hayata göre şekillenmiş, toplumsal hukuk dahi bu hususiyetlere göre belirlenmiştir. Göçebeliğin tüm izleri başta gündelik yaşam olmak üzere ağırlığını hissettirmiştir.

Türk aile yapısının gelenekleri tarih boyunca Türk devlet yöneticileri ve düşünürleri tarafından her zaman bahis edilmiş ve önemi üzerinde de durulmuştur. Nitekim Başta Orhun Kitabeleri olmak üzere Türkler’in yazılı ve sözlü kaynaklarında Türk ailesinin ulviliğine atıflar bulunmaktadır. Özellikle de toplumsal yapının bozulmaması, birlik ve beraberliğin zedelenememesi hususunda nasihatlerde bulunulmuştur.

Birçok kadim ozanlarımızın şiir ve türkülerinde aile her zaman dile getirilmiştir. Yazılı edebiyatımızın ilklerinden olan Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk adlı eseri ve Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eserinde Türk aile yapısının önemi ve değeri ile ilgili kısımlar kaleme alınmıştır.

Tarih süreç içerisinde farklı bölgelere göç eden ve yerleşen Türkler’in aile yaşantısı göç ettiği bölgelerde yaşayan farklı dini ve etnik unsura sahip yerel halkların da dikkatini çekmiş ve büyük saygı duyulmuş ve örneklik teşkil etmiştir.

Özellikle Türk ülkelerine gelen elçiler ve seyahatnâme yazarları başta olmak üzere Türk ailesi yabancılar tarafından ilgi uyandırmış ve bu kişilerin eserlerinde uzun uzadıya anlatılmıştır. Yabancı ziyaretçiler Türk aile yapısı ile ilgili bilgileri kendi ülkelerine taşımış ve kendi toplumları için örnek teşkil etmeleri amaçlanmıştır.

7. ve 8. Yüzyıllardan itibaren Türklerin yerleşik yaşama geçmeye başlaması sonrasında Aile yapısı ile ilgili ufak değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişiklikler anne, baba ve çocuklar olmak üzere bireylerin sosyal statüsü, aile hukuku gibi gelenekler dışında çoğunlukla gündelik yaşam ile ilgili olmuştur. Türk boyları yerleşik yaşama geçmeye başlamasından dahi sonra aile ilgili ilgili kadim geleneklerini büyük ölçüde devam ettirmişlerdir.

Bu dönemde esas değişiklik, göçebe toplumun yerleşik düzene geçmesi sonucu mahalleler ve evler inşâ etmesi ile başlamıştır. Yerleşik hayatın kendine has gerekleri söz konusu olduğu için gündelik hayat muhtelif hususlarda yeniden şekillenmiş ve karakter oluşturmuştur.

Yerleşik yaşama geçmiş Türk ailesi tekrar biçimlenmiş şekli ile en zirve noktasını Osmanlı döneminde yaşamıştır. Bu dönemde Türk ailesi yerleşik düzene tamamen adapte olmuş ve bir mahalle kültürü oluşturmuştur. Bilhassa batılı gözlemcileri dahi kıskandıracak konak ve saraylar inşa edilmiş, Türk ve İslam geleneklerine göre bu evler tasarlanmış. Özellikle sosyal ve dinî hassasiyetler başta olmak üzere evler bir incelik kazanmıştır.

Osmanlı tarihinde aile yapısına bir nazar edildiğinde kentte çocuklu ailelerin az köylerde ise daha fazla olduğu görülmektedir. Osmanlı ailesinde çocuk babanın velayeti ve hukukî denetimi altında yaşamaktadır.

Kırsal kesimde çocuklar ekonomik sebeplerden dolayı erken yaşlarda iş hayatına atılsalar da başta kentte yaşayan aileler olmak üzere çocukların ilk eğitimi ailede verilir, terbiye edilir ve öğütlenirdi. Verilen ilk eğitim dinî eğitimdir, arkasından da öncelikli olarak itaât ve terbiye eğitimi gelmekte idi.

İlerleyen yüzyıllarda nüfusun artmasına rağmen batı toplumlarında olduğu gibi çocuklar Osmanlı toplumunda asla başı boş kalmamıştır. Sokağa ve kaderlerine asla terk edilme gibi bir durum söz konusu değildir.

Osmanlı İmparatorluğu kozmopolit yâni çok uluslu olduğu için çocukların erken yaşlardan itibaren eğitimi de bu hususlara göre şekillenmiştir. Müslüman çocuklar mahallede hocanın kontrolünde Sıbyan Mekteplerinde eğitim görürken, Musevî çocuklar Sinagog’da, Hristiyan çocuklar ise papazların eğitimine bırakılmıştır.

Çocuk değer ve itibar görmekte idi, babası olmasa ailenin en büyüğü o da olmasa amcaları bakmakla mükellefti. Öksüz ve yetim kalan, bakacak kimsesi olmayan çocuklara da devlet yardım etmekte idi, özellikle devletin bu konularda izlediği ve geliştirdiği politikaları mevcuttu.

Devlet başta aile olmak üzere yardım ediyordu. Devlet, dul çocuklu kadın, ikiz veya üçüz doğuran aciz kadın ve aile başta olmak üzere yardıma muhtaç ailelere dini ve ırkı ne olursa olsun yardım maaşı bağlamaktaydı. Özellikle kimsesiz ve terk edilen çocuklar da durumu iyi olanların yanına verilmekteydi.

Kadın ve erkeklerin günlük yaşamına gelecek olursak, Osmanlı özelinde denilebilir ki kadın ve erkekler aynı dönemde batı ülkelerinde yaşayan kadın ve erkekten daha az baskı altındaydı. Rahat ve özgürdü. Kadınlar sosyal yaşamdan asla soyutlanmamıştı. Erkek ve kadınların ayrı eğlenceleri ve sosyal hayatları söz konusuydu. Her iki cins kendi eğlencelerini tertipler, hemcinsleri arasında eğlenirlerdi.

Ailelerin yaşadığı evler Osmanlı döneminde kendi özgün mimarisini oluşturmuş durumdaydı. Özellikle Müslüman, Musevî ve Hıristiyan fark etmeksizin ekseriyetle evlerin yapısı birbirine benzemekteydi. Özellikle Müslüman da olsa Hristiyan da olsa evlerin haremlik-selamlık bölümleri bulunmaktaydı. Evler bilhassa ailenin nüfus büyüklüğüne göre kileri, hamamı, tuvaletleri ve odaları başta olmak üzere şekillenmişti.

Ailelerin beslenme alışkanlıkları ve kültürleri oldukça zengin ve çeşitliydi. Kentli ve köylü nüfus arasında beslenme alışkanlıklarında ufak farklar olsa da esas itibarı ile Osmanlı mutfağı zengin bir imparatorluk mutfağıdır. Bu mutfağın zengin olmasında Osmanlı toplumunun çok uluslu olması esas sebeplerdendir. Her milletin kendine özgün yemek çeşitleri söz konusu olduğu için bu çeşitlilik çok uluslu Osmanlı imparatorluğuna zengin bir mutfak armağan etmiştir.

Ülkenin coğrafyası hayli geniş ve muhtelif iklim kuşaklarını bünyesinde barındırdığı için ürün çeşitliliği çok fazlaydı. Bu sebeple Osmanlı ailesi birçok Dünya ülkesine göre daha iyi beslenmekte idi. Yemeklerde israf ve aşırı tüketim asla tasvip edilmez ve hoş karşılanmazdı.

Başta insanların giyim kuşamı olmak üzere, gündelik hayatlarında evleri dahi olsun lüks ve şatafat söz konusu değildi, asla tamahkarlık söz konusu olmamıştır.

19. yüzyıl ile birlikte iletişimin hızla artması, modernizmin küresel bir ideolojiye dönüşmesi, Osmanlı devletinin askeri ve bürokratik kayıpları ile misyoner faaliyetlerin Osmanlı topraklarında nifak hareketlerinde bulunması gibi başlıca nedenlerden dolayı Osmanlı ailesi ve toplumsal yapısı büyük bir dönüşüm geçirmeye başladı.

Bilhassa Tanzimat ile birlikte Batı hayranlığı neticesinde, Avrupa halkları gibi yaşama tutkusu bir hastalık gibi toplumda hâsıl olmuş, özellikle de eğitim için batı ülkelerine gidenlerin döndüklerinde geldikleri yerlerde yaşadıkları zihniyet dönüşümünü Müslüman Türk toplumuna yansıtmaları sebebiyle hızlı bir toplumsal dönüşüm başlamıştır. Başta Batı merkezli düşünen Türk aydınları olmak üzere, en temelde aile yapımız dahi sorgulanmış ve alternatif modeller, yaşamlar benimsetilmeye çalışılmıştır.

En nihayetinde binlerce yıllık bir tarihi tecrübenin sonucu olarak şekillenen, dini ve milli kimlik ile bezenmiş Türk aile yapısı inkıraza uğramış, kadim değerlerinden kopmuştur. Nitekim bugün dahi bu kopuşun yarattığı olumsuz sonuçların etkisi aile ve toplum yapımızda açık bir şekilde görülmektedir.
Başta batılı seyyah ve bürokratların dahi özendiği, hayran kaldığı toplumsal yapımız bugün çok uzağında da olsak yaşanmış bir ütopya(!) olarak tarihi geçmişimizde durmaktadır.

Umut Güner