Türk Müslümanlığı ve Türk Dinî Tarihçesi

Türk Müslümanlığı olgusunu ele almadan önce ilk olarak ifâde etmemiz gereken husus bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğudur. İslamiyet’in farklı bir formu olarak asla ve asla  algılanmamalıdır. Çünkü esas itibarı ile Müslümanlık/İslamlık her şeyi ile tamam olmuş, sabit bir inanışı ifade etmektir. Bu inanışın temel hususları yâni Kur’an kelamı ile sabit ve nettir. Türk Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı gibi tanım ve kavramsallaştırmalar yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi sosyolojik bir tespittir. Bu tespit birey ve toplumların psikolojileri ve karakterlerinin sosyal, ekonomik ve siyasi olmak üzere belirli şartlar sonucunda oluşturdukları inanç şekillerini tanımlamak için kullanılmaktadır.

Türkler tarihleri boyunca gerek yaşadıkları coğrafya gerekse ilişki ve temas içerisinde oldukları komşu kavimler ile konar göçer bir sosyolojik yapıya mensup olmaları hasebiyle bir çok farklı kültür, inanç ve değerleri tanımış ve görmüştür. Özellikle de konar-göçerlik dolayısı ile farklı coğrafyalar; farklı insan toplulukları ile karşılaşılmış ve bu topluluklar ile kültürel alışveriş içerisinde olmuşlardır.

Türklerin İslamiyeti kabulüne kadar, Türk milleti için tarihi realite göz önüne alındığı zaman genel geçer sabit ve kabul görmüş bir dinî inanıştan bahsetmek asla mümkün değildir. Çünkü Türklerin inanç tarihleri zaman, şartlar, siyasi olaylar ve ticari ilişkiler nedeni ile zaman zaman farklılık arz etmiştir. Bunun yanı sıra bilhassa girift bir yapıdadır.

Özellikle İslam öncesi dönemde konar-göçer bir toplum olmaları dolayısı ile totemcilik, bir takım tabiat kültleri(atalar, yer ve gök, doğa olayları vb.) ile şamanî ritüeller benimsenmiştir. Tarih literatüründe yanlış bir tanım olarak Türklerin inanç durumu “şamanizm” adı altında tanımlanmış ise de Şamanizm bir din değil sadece ritüel ve inanış şeklini ifâde eden bir kavramdır. Özellikle “kam” adı verilen şamanî önderlere ait ritüeller Türkler tarafından inançlarını yaşayış ve ifâde ediş şekli olarak kabul görmüştür.

Türkler, İslam öncesi dönemde yaşadıkları coğrafyanın kozmopolit yapısı, Ön Asya ve Orta Asya’daki misyonerlik faaliyetleri ile siyasi ve ekonomik sebepler dolayısı ile eski dinî gelenkleri yanı sıra Maniheizim, Budizim  gibi Asya inançları ile az da olsa Hıristiyan ve Musevi(Karaylar/Karaim) inançlarının da etkisinde kalmışlardır. Fakat bu yeni ve farklı inançları benimseyen Türklerin aynı zamanda eski dinî inanç ve geleneklerini devam ettirdikleri de görülmektedir.

Türkler yeni karşılaştıkları inanç ve ritüellere karşı hoşgörülü olmuşlar, kendi dinamik ve toplumsal değerlerine uygun olan inançları benimsemişler ve önceki inanç geleneklerini de bu yeni form içerisine sokarak devam ettirmişlerdir. Tâbiri caiz ise Türklerin inanışlar karşısındaki karakter yapıları âdeta genel alıcı kan grubu gibidir. Bir çok inanıştan etkilenmiş, eski inanç ve geleneklerini de yeni kalıplara sokarak devam ettirmişlerdir. Bu sebeple İslam öncesi Türk dinî tarihi ve Türklerini dinî için kesin bir adlandırma, belirli ve kesin dinî aidiyet mümkün ve söz konusu değildir.

Kur’an kelamının vayhi ile, özellikle Emeviler döneminde başlayan Ön ve Orta Asya fetihleri ile Türkler zaman içerisinde İslamlaşmaya ve İslami dinî geleneği benimseye başlamışır. Ancak şunu ifade etmeliyiz ki Türklerin İslamlaşması kolay, hızlı ve kısa zamanda olmamıştır. Türklerin Müslümanlaşması bir çok siyasi, ekonomik ve toplumsal faktöre bağlı olarak olumlu ve olumsuz bir çok realiteden sonra uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Türklerin İslamlaşması hemen hemen 18. yüzyıla kadar devam eden bir süreçtir.  Türklerin, İslamiyet ile tanışması, Arap fetihlerinin şiddet içeren karakteri dolayısı ile askeri mücadeleleri de barındıran bir sürecin ürünüdür. Türkler zaman zaman şartlara bağlı olarak bazan münferit bazan ise toplu boylar halinde İslamiyete geçmişlerdir.

Yukarıda Türklerin dinî karakteri hususunda söz konusu ettiğimiz bahislerde Türklerin inanç durumunun yeni din ve inanışlar ile karşılaştıktan sonra benimsemeseler bile eski inanışlarını bu yeni forma sokarak bir şekilde devam ettirdiklerini söylemiştik. Kezâ aynı şekilde Türkler İslamlaşmaya başladıkları dönemde de eski dinî gelenek ve ritüellerini de İslâmi bir form ile yeniden inşâ etmişlerdir. Nitekim bugün dâhi Müslüman Türk toplumunun dinî yaşayış şekilleri ve dinî bilgisi muhtevasında İslâm öncesi bir çok dinî unsur, ritüel ve geleneğin devam ettiği görülmektedir.

Türk dinî tarihi hususunda değinmemiz gereken bir diğer önmeli nokta ise Türklerin İran coğrafyasında İslâmiyet ile tanışmış olmalarıdır. İran coğrafyası tarih boyunca kadim medeniyet ve inançlara ev sahipliği yapmış bir coğrafya olması hasebiyle bir çok farklı kozmopolit inanışların doğduğu yerdir. Bu sebeple Türkler bu coğrafya da İslâmiyetle tanışmış olmaları dolayısı ile Türk – İslam inanışı üzerine İran etkisi göz adı edilmeyecek kadar önemli bir realitedir. Nitekim namaz, oruç vs. gibi bugün dâhi Türkler arasında yaşayan bir çok dinî kavram Arapça değil Farsçadır.

Türk inanç geleneği içerisinde “kam” adı verilen dinî önderler ve yaptıkları ritüelleri, içi kapanık ve münzevi hayat tarzları dolayısı ile Türkler İslâmi dönemde de kam yaşayışına benzer yaşayışı devam ettiren “tasavvufi” ekolleri rahatlıkla benimsemiştir. Tasavvufi gelenek Türkler arasında büyük bir hedef kitlesi yakalamıştır. İslam öncesi dönemdeki kam yaşayışı özellikle İslâmi dönemde evliya, abdal, derviş, kalender gibi adlar ile yaşamaya devam etmiştir.

IX. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmaya başlayan Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da uzun yıllar konar-göçer bir hayat tarzı sürmeleri nedeni ile kitâbî olmayan tamamı ile şifahi yâni sözlü kültüre dayanan bir inanç yaşamışlardır. Türklerin, kitâbî (ortodoxy) olmayan inançları şifahi ve karışık (hetorodoxy) bir durum arz etmektedir. Nitekim yerleşik Türk toplulukları ile konar-göçer Türk toplulukları arasındaki inanç farklılığı tarihi tecrübede derin bir uçurum oluşturmuştur. Bu fark bugün dâhi etkisini göstermektedir. Özellikle konar-göçer Türk toplulukları arasında İslâm öncesi eski dinî gelenek ve ritüellere bağlılık İslâmi formda devam etmiştir. Fakat zaman içerisinde yerleşik yaşayışı benimseyen Türkler daha çok kitâbî yani Kur’an ve sünnet’ten beslenerek medrese ekolleri ile de farklı bir kimlik kazanmıştır. Bu iki ayrımın yarattığı sosyolojik farklılık toplumsal yaşayışta bu iki zümrenin birbirlerine karşı farklı dinî söylemler içerisine girmelerini de sağlamıştır. Ve bu durum askeri ve siyâsi bir çok mücadeleleri de getirmiştir. (Babailer, Şeyh Bedretti vs.)

Türklerin dinî inanışları için zamana ve şartlara bağlı olarak sosyal, siyasi ve ekonomik nedenler dolayısı ile değiştiğini ve farklılık arz ettiğini söylemiş idik. Nitekim Türk tarihinde Türkler, siyasi politikalar hasebiyle zaman zaman din değiştirdikleri veya bazı dinlerin mezhep adı verilen ekollerinin mensubiyetine girdikleri görülmektedir. Nitekim “Büyük Selçukular” döneminde “Şİİ” yayılmacılığına karşılık “sünni ekol” benimsennmiş ve politik menfaat elde edilmeye çalışılmıştır. Şii geleneğin inşa ettiği “ezher” ekolüne karşı, “Nizamiye Medreseleri” inşa edilmiştir. Abbasi halifeliği ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler tesis etmek amacı ile halifeliğin nüfuzu kabul edilmiştir.

Nitekim Osmanlılar’da da Şah İsmail ve Safevi yayılmacılığı ile siyasi politikalarına karşılık sünni ekolü ihya etmeye çalışmış ve karşıt bir siyaset malzemesi olarak kullanmıştır. Devletler dinî mezhep ve ekoller üzerinden derin bir askeri ve sosyal propoganda faaliyeti içerisinda olmuşlardır. İlerleyen zaman içerisinde Osmanoğulları’nın son dönemine doğru özellikle Padişah II. Abdülhamid sahip oldukları halifelik makamının imkanlarını değerlendirmek istemiş ve siyasi politika olarak kullanmayı amaçlamıştır.

Halifeliğin Kasım 1924’te kaldırılması ile artık tamamen inkirâza uğrayan Osmanoğullarının İttihat ve Terakki mensubu bürokratlarının çaba ve mücadeleleri ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Halifeliğin Kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tesisi ile Türk dini tarihinde farklı bir merhale yakalamıştır.

Yeni Cumhuriyet’in üzerine inşa edilen temel felsefesi ve zamanla yapılan inkilaplar ile, Türk milletinin dini formu modern Batı merkezli, seküler ve laik bir çizgiye evrilmiştir. Özellikle iktibas edilen Fransız tipi laiklik anlayışı ile Türk dini tarihi açısından en önemli dönüm ve kırılma noktası yaşanmıştır. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının inşa ettiği laik ve seküler sistem zamanla dini yönden bir çok farklı problemi meydana getirmiştir.

Özellikle Türkçe Ezan başta olmak üzere, daha sonraki süreçte zuhur eden Türban meselesi, Alevilik vs. gibi toplumsal gerginlikler laik ve seküler kadrolar ile muhafazakar ve mütedeyyin camiayı karşı karşıya getirmiştir. Bu dönem ile birlikte Türk toplumunun din anlayışının muhtevası, ruhu ve yaşam formu değişmiştir. İlerleyen süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kamuoyu 21. yüzyıla dini alanında zaman zaman yükselen tansiyonlar ve gerginlikler arefesinde girmiştir. Özellikle 28 Şubat’ın doğurduğu sonuçlar ile öncesinde yaşanan Madımak, Kahramanmaraş vb. toplumsal facialar tansiyon ve gerginlikleri had safhaya taşımıştır.

Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner

Kolonizatör Türk Dervişleri

Kolanizatör Türk Dervişleri” tâbiri merhum tarihçi üstad Ömer Lütfi Barkan’ın meşhur “Kolanizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler” adlı eseri ile tarih ve sosyoloji literatürüne kazandırılmış bir ifâdedir. Müessese ve Medeniyet ile Osmanlı İktisâdı üzerine ihtisas sahibi olan merhum üstad, kaleme aldığı bu eseri ile bir ufuk açmış ve toplum yâni insan, din ve kültür merkezli sosyal tarih çalışmalarına önemli bir bakış açısı kazandırmıştır. Kolanizatör Dervişler tanımı, özellikle Anadolu ve Balkanlar Türk – İslam tarihinin önemli bir dönemini ve bu dönemde gerçekleştirilen Türkleşme ve İslamlaşma faaliyetlerini tam manası ile açıklayan ve ifade eden bir tanım olmuştur.

Selçuklu, daha genel bir ifâde ile Türkmen akınları ve göç faaliyetleri ile başlayan Anadolu Türk tarihi, özellikle başta “Malazgird” ve daha sonra “Miryakefelon” zaferi ile birlikte ileri bir boyuta taşınmıştır. Özellikle bu dönemde Ön Asya yâni İran coğrafyasından Anadolu’ya gelmeye başlayan Türkmen zümreler çoğunlukla “konar-göçer” olmakla birlikte azınlık da olsa İran’ın yerleşik şehirli Türkmen toplulukları da Anadolu’ya gelmeye başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve toplumsal şartlara bağlı olarak zaman içerisinde Anadolu içerlerine yavaş ve sürekli olarak devam eden Türkmen göçleri başta Selçuklu olmak üzere çağdaş diğer Türk Beylikleri’nin devlet politikaları ile de desteklenmiş ve belirli bir düzene oturulmak istenmiştir. Bu dönemde konar-göçer Türkmen zümreler ile şartlara bağlı olarak zaman zaman devlet ve bürokrasi ile ciddi sorunlar meydana gelmişse de bu husus bahs-i diğerdir.

Anadolu’ya bu dönemde başlayan Türkmen akınları öncesi Anadolu’nun genel ifade ile sosyolojik yâni dini, siyasi ve kültürel hafızası Doğu Anadolu’da çounluğu Ermeni, azınlık bir kısım olarak da dağlık bölgelerde yaşayan Kürtler ile başta İç Anadolu ve Ege olmak üzere  Rum yâni Bizanslı Grek Hıristiyan halktan oluşmakta idi. Bu döneme gelinceye kadar Anadolu coğrafyası ilk çağlardan itibaren bir çok devletin hayat alanı bulması, bir çok savaşların bu bölgede cereyan etmesi ve etnisite farklılığından dolayı kozmopolit yapısı nedeni ile oldukça yıpranmış ve harab bir haldedir. Nitekim ilk Türk akıncılarının verdiği bilgiler ile bu bölge Türkler tarafından bereketli topraklardan ziyâde ören, viran ve harab gibi adlar ile tanımlanmıştır.

Konar-göçer” veyahut “göçer evli” olarak ifâde ettiğimiz Türkmen zümrelerin Anadolu’ya başlayan akınları Anadolu’nun çehresinin hızlı bir şekilde değişmesine sebebiyet vermiştir. Özellikle Türkmen zümreler ki ekseriyeti hayvancılık ile geçimini sağlamaktadır. Anadolu’ya gelirken İslâmi dönem ve İslam öncesi döneme ait bir çok dini ve kültürel değerlerini de taşımıştır. Anadolu’ya gelen Türkmenlerin büyük çoğunluğu yerleşik yaşama geçmeye başlamış, yerleşik yaşama geçmeyen ve geçmemekte ısrarcı olan zümreler  ile yerleşik düzen oluşturan Türkler arsından siyasi ve sosyal bir çok olay vukû bulmuştur. Nitekim Türkmen zümrelerinin yerleşik hayat geçmesi başta “Devlet-î Aliyye-î Selçuk” olmak üzere devlet politikası olarakta benimsenmiştir.

Anadolu’da Türkmen göçleri ile birlikte hızlı bir şekilde Türkleşme ve İslamlaşma faaliyetleri başlamıştır. Özellikle yeni şehirler inşaa edilmiş, eski harab şehirler de ihyâ edilmeye başlanmıştır. Nitekim bu dönemde Derviş, Abdal, Ahi vb. sosyal gruplara mensub olan Türkmenler âdeta kılıç fethi değil gönül fethi ile Anadolu’ya hızlı bir şekilde Türk dini, dili ve kültürünü taşımaya ve yaşatmaya başladılar. Bu dönemde bir çok yeni şehirler kurulmuş, han, hamam, kervansaray, imarethane, köprü ve yollar, mescid, hankah, zaviye vb bir çok yerleşik medeniyet unsuru inşaa edilmiş, müslüman ve gayrı müslîm eşit olarak bütün Anadolu halkının istifâdesine sunulmuştur. Derviş ve Abdallar, din alanında Anadolu’da irşat faaliyetlerine başlamışlar, Ahi’ler yerleşik Rum esnaf zümrelerine karşılık Türk esnaf zümrelerini tesis etmiş ve sanâyi alanları kurmuşlardır. Tüm bu faaliyetler devlet politikası ile olduğu gibi aynı zamanda da gönüllü bir şekilde de devam etmştir.

Türkmen zümrelerin bu faaliyetleri tarihi süreç içerisinde uzun yıllar devam etmiş ve Anadolu’daki “Müslüman Türk” varlığını pekiştirmiş ve sağlam temeller üzerine inşaa edilmesinde başat rol üstlenmiştir. Türkmen unsurlarının bu medeniyet olşuturan girişimleri Anadolu’nun o dönemdeki yerli halkı olan başta Rum ve Ermeniler tarfından hoşgörü ile karşılanmış, benimsenmiş ve Türkmenler ile aralarında dostluk münasebetlerinin başlamasını sağlamıştır. Nitekim Bizans’ın otoriter ve saldırgan politikaları karşısında yerli Rum ve Ermeni halkı çoğunlukla Türkmen zümreler arasına yerleşmiş, Türk devletinin himâyesine girmiş ve zamanla çeşitli hizmetlerde de rol almışlardır.

Anadolu’da cereyan eden bütün bu faaliyetler sonucunda Türkmen zümreler ile gayrı müslim zümreler arasında  başta dinî olmak üzere kültürel alışveriş gerçekleşmiş, ortak faaliyetler yürütülmüş, müşterek bir toplumsal hafıza inşa edilmiştir. Bunun neticesinde aynı zamanda Anadolu’da “heteredoxs/heteredoxy” yâni iç içe geçmiş karışık bir görünüm arz eden bir inanç ve kültür birikim de oluşmaya başlamıştır. Müslüman ve gayri müslimler bu dönemde birbirlerini dinî ve kültürel alanda etkilemişler, bir çok hususta kültür aktarımı sağlamışlardır.

Anadolu’da devam eden Türkleştirme ve İslamlaştırma faaliyetleri bu dönemde kaleme alınan veya şifahi/sözlü olarak aktarılan Menakıbnâme, Fütüvvetname ve destanlar gibi bir çok esere konu olmuş ve  başta Abdal, Derviş ve Ahilerin felsefeleri kaleme alınmış ve aktarılmıştır.

Selçuklu inkirâzı ve  Moğolların tahakkümü ile Anadolu’da başlayan siyasi, dini ve kültürel anlamdaki tüm olumsuzluklara rağmen İslamlaşma ve Türkleştirme süreci hızlı bir şekilde devam etmiştir. Bu tarihi izleyen dönem içerisinde Batı Anadolu’ya başlayan Türkmen göçleri ile birlikte daha önceleri Doğu Anadolu ve İç Anadolu’da faaliyet alanı bulan derviş ve ahiler Batı Anadolu’ya doğru bir yayılma göstermişlerdir. Bu süreç ile birlikte Batı Anadolu’da da hızlı bir şekilde Türkmen koloni faaliyetleri devam etmiştir. Medeniyet oluşturan bir çok unsur, Batı Anadolu’ya da aktarılmış ve buradan inşaa edilmiştir.

Batı Anadolu Beylikleri’nin faaliyetleri ve özellikle de Osmanoğulları ile başlayan feth hareketleri neticiesinde kolonizatör diye tâbir ettiğimiz derviş, abdal ve ahiler yeni feth edilen bölgeleri yerleşime açmışlar, Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlamışlardır.  Bu faaliyetlerin had safhada devam ettiği en önemli yerleşim alanları Osmanoğullarının feth hareketleri ile Türklere açılan Balkanlar’dır. Balkanlar’a Anadolu’dan bir çok Türkmen nakledilmiş, derviş, abdal ve ahiler bu coğrafyaya geçerek burada koloni faaliyetleri sürdürmüşlerdir. Özellikle de Osmanlı’nın “istimâlet” yâni hoşgörü politikası ile de bu toprak parçası hızlı bir şekilde Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır.

Türkmen zümreleri ile bir çok dini önderin şenlendirme faaliyetleri ile Balkanlar’da birçok han, hamam, köprü ve yollar, kervansaray, hankah, zaviye, medrese  ve mescid inşa edilmiştir. Bizans’ın menfi devlet politikaları ve âdil olmayan vergi talepleri ile zor duruma düşen Balkan halkları, Türklerin istimâlet politikası ve adil yönetimi ile karşılaşınca zamanla Türk devletinin himâyesine girmiş, Türk din ve kültürünü benimsemeye başlamıştır.

Yukarıda tarihi sürecini ele aldığımız koloni faaliyetleri Anadolu’da inşaa edilen Türk ve İslam medeniyeti mayasının neticesinde Türklerin bu coğrafyada uzun yıllar kalmasını ve başarılı ve sağlıklı devletler inşaa etmesini sağlamıştır. Bugün dâhi bu coğrafya üzerinde yaşam alanına sahip olmamızın ve bir çok askeri faaliyete rağmen bu toprakları elimizde tutmamızın yegâne nedeni tarihi süreçte oluşturduğumuz bu mayadır. Derviş, Abdal, Gazi, Ahi vb. gibi adlar ile anılan gönül erlerinin müşterek mücâdelesi ve sahip olduğu hizmet ruhu dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir ruhtur.

Bugünün küresel sisteminde başta kendi topraklarımız ve sınırlarımız olmak üzere dünya üzerinde güçlü ve dirâyetli bir şekilde sağlam durmamız için gereken şey bu ruha sahip olmamızdır. Toplum olarak bütün benliğimizle bu ruhu bulmalı ve ona sımsıkı sarılmalıyız. Devlet politikaları ile bu ruhu tekrar ihya edecek bir siyaset oluşturmalı, sivil toplum kuruluşları ile de bu faaliyetleri yürütmeliyiz.

Yakıp yıkan değil, geçmişteki medeniyeti inşaa edecek, yeni birer abdal, derviş ve ahiler olacak nesiller yetiştirmeli ve bu ruhu gençlerimize kazandırmalıyız.

Türk-İslam Medeniyeti demek; inşaa, vakıf, hoşgörü ve vicdan temellinde bir felsefeye sahip medeniyettir demektir.

Umut Güner