Oruç ibadeti nedir? Oruçun hikmeti ve faydaları nelerdir?

Allah’ın emir ve yasakları elbetteki kulların iyiliği içindir. İslâm bilginleri, bütün hükümlerin insanların yararlarını gerçekleştirme amacına yönelik olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Allah’ın yapılmasını istediği şeylerde kullar için çok büyük faydalar, yasakladığı şeylerde ise büyük zararlar bulunduğu kaçınılmaz bir gerçektir. İslâmi öğretinin kendilerine yüklediği misyon gereği İslâm âlimleri çeşitli ibadetlerin yarar ve hikmetleri konusunda öteden beri kafa yormuş, bunların kişisel pratik yararlarından çok, insan nefsinin arındırılması ve yükseltilmesi yolunda fonksiyonel hale getirilmesine çalışmışlardır. Bu bağlamda kulların yapmakla yükümlü tutulduğu ibadetlerin sağladığı bazı faydalar ya da hikmetler tespit edilebildiği gibi, bu faydaların veya gerçekleştirilmek istenen amaçların tamamının tespit edilemediği de bir hakikattir.

Oruç ibadetinin temel hedefi insanları takvaya eriştirmektir. Bu bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız ve takvaya erişmeniz için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı (…)” (Bakara: 2/183–184) şeklinde ifade edilmektedir.

İnsanı manevi bir eğitim sürecine taşıyan oruç, kulun, kısa sürede kalbi ve ruhu üzerinde birikmiş günah tortusundan sıyrılmasını sağlar. Böylece oruç, insanı “kad eflaha men zekkâhâ” ayetinin sırrına erdirir. Bu, nefsini kötülüklerden arındıranın, kurtuluşa erdiğinin bir ifadesidir. Nasıl ki sadaka ve zekât, inananları günahlardan temizler, onları arındırıp, yüceltirse (Tevbe: 9/103) bedenin zekâtı olan oruç da (İbn Mâce, Sıyâm, 44) insanı nefsinin hâkimiyeti altında ezilmekten kurtarır.

Oruç tutan kişi, nefsinin zincirlerini kırarak Allah’ın ipine sarılmış olur. Nefis insanı bencilleştirip yalnızlığa iterken, insan Allah’ın ipine sarılmakla sosyal bir varlık olduğunu iyiden iyiye hisseder. Oruç ayı olan ramazan boyunca toplu hâlde yapılan ibadetler birlik duygusunu ruhlara işler. Zengin, fakirle aynı safta namaz kılar, aynı sofrada yemek yer, zekât, fitre ve fidyeler gelir dağılımındaki dengesizliğe adeta can suyu olur.

Oruç, nefsin isteklerine iradi olarak uzak durma olması yönüyle bir irade eğitimine, açlık ve susuzluğun verdiği sıkıntıya dayanma yönüyle de sabır eğitimine dönüşmektedir. Kişinin yaşam sürecinde başarılı bir periyoda sahip olabilmesi şüphesiz irade eğitiminden geçmektedir. İradesi zayıf insanlar hayatta başarılı olamadığı gibi, uhrevî açıdan da sonları iyi değildir. Çünkü ibadetler hemen hemen bütünüyle iradesi güçlü insanların ifa edebileceği bir konum ve nitelik arz etmektedirler. Bu noktada oruç, nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde etkili olmaktadır. Nitekim orucun değişik biçimlerde de olsa hemen bütün din ve kültürlerde riyazet ve mücahede yolu olarak benimsenmiş olması bu gerçeği ifade etmesi yönüyle dikkat çekicidir.

Oruç ibadetiyle kanaat, tekrar kapımızdan evlerimize girer. Açlık çeken insan yoksulun, muhtacın durumunu anlar ve kanaat etmenin önemini daha iyi kavrar. Artık israf edemez olur. Allah Resulü’nün “Kanaat bitmeyen bir hazinedir (Beyhakî, Zühd, 2/88)” sözü müminin kulaklarında yankılanır. Nimetin eskisinden daha çok kadrini bilen insan, Allah’a olan şükrünü artırır. Hırsın mahrumiyete, kanaatin rahmete vesile olduğunu anlar. Allah Resulü’nün “iktisat eden geçim sıkıntısı çekmez” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/331) müjdesi hayatında tezahür etmeye başlar.

Oruç ibadeti, insana iftar ve sahur ile, kılınan teravih namazlarıyla, diğer ibadetlerle hayatı disipline etme imkanı tanır.

Oruç ayı olan ramazan ayı kulun Rabbine iltica ederek, günahlarının bağışlanması için hayat yoluna yerleştirilmiş fırsat ve hazinelerle doludur. Kişi, Kur’an üzerinde daha fazla düşünme imkânı yakalar. Ramazanın getirdiği bereketle, günahların kalp ve beyin üzerinde örttüğü perdeyi kaldırmasıyla insan, bazı ayetleri daha derinden hisseder ve anlar.

Oruç bedenin zekâtı olarak, vücutta birikmiş zararlı unsurların defi için metabolizmaya büyük bir imkân sağlar. İnsanın, vücudunu diğer canlılardan daha farklı olarak madde ve mananın sırlı ve ahenkli bir birleşimi olarak görmeye başladığı bu ayda, vücutlar yenilenir, dimağlar parlar… Allah Resulü’nün “Sûmû tesıhhû” “oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız” sözünü teyit edercesine bedenlerimiz sağlık bulur. (Taberani, Mu’cemu’l-Evsat, VIII, 174; Münzirî, et-Tergîb, 2/206)

Ramazan orucu ümitsiz insanların bağışlanma ümitlerini yeşerttikleri bir zaman dilimidir. Oruç, ansızın gelecek sıkıntılara karşı insanlara dayanıklı olmayı öğreten bir öğretmendir. Çocuklarımıza keyifle dinlerini öğrenme ve yaşama fırsatı veren bir aydır ramazan…

Allah Resulü, inanıp karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazanı değerlendirenlerin geçmiş günahlarının bağışlanacağını söylemiştir. (Nesâî, İman, 21) Aynı şekilde Allah Resulü, Sahabisi Ka’b b. Ucre’ye hitaben: “Ey Ka’b! Namaz kişinin Müslüman oluşuna delildir. Oruç ise sağlam bir kalkandır. Sadaka vermek, suyun, ateşi söndürdüğü gibi günahları silip süpürür. Ey Ka’b! Haramla beslenerek teşekkül eden et ve kemiklere ancak ateşte olmak yaraşır. (Tirmizî, Cum’a, 79)” diye söylemiştir.

Orucun hikmetleri ile hükümlerini anlamak arasında sıkı bir bağ vardır. Orucun fıkhına taalluk eden kuralların bilinmesi orucumuzu Allah Resulü’nün bize hikmet olarak bıraktığı sünnetine uygun oruçlar tutmamıza imkân tanıyacaktır.

Din İşleri Yüksek Kurulu

Ramazan Ayı ne değildir? Ramazanda ne yapılmaz ve nelere dikkat edilir?

Ramazan Ayı Ne Değildir?

Kendilerini Allah’ın dinini yok etmeye, yok edemezlerse sulandırmaya adamış güçlerin ve onlara bilerek bilmeyerek alet olanların ortaya çıkardığı, kulların zevkine uyumlu İslam anlayışının eritmeye başladığı ramazan düşüncesine karşı asıl ramazanın ve orucun ne olduğunu anlayabilmek için önce, ramazanın ne olmadığını kavramalıyız.

İftar ayı değildir

Ramazan ayı, dünya nimetlerini elinin altında bulundurduğu halde, Rabbinin emri olduğu için yemeyen-içmeyen, şehvetlere karşı sabır imtihanını kazanmaya gayret eden müminlerin ayıdır. Abartılı bir israf şovuna dönüşen iftar sofraları Rabbani niteliği olmayan sofralardır. Bir saat sonraki teravih namazını kılmakta zorlanacak hale getiren bir iftar sofrası ramazana ait değildir. Ramazandan önce müminlerin kerih gördüğü müsrif harcamaları ramazanın gölge-sinde mubahlaştırmak hatalıdır. Ramazan bir açlık terbiyesi iken, onu açlık edebiyatına dönüştüremeyiz. Dün alkol tüketilen otellerde bugün iftar sofralarının kurulması, bunun adının da Allah rızası için iftar vermek olması en azından gülünçtür. Müslümanlar iftarlarına sahip çıkmalıdırlar. İçilip içilmeyeceği, yenilip yenilmeyeceği şüpheli olan şeylerle iftar sofrasına nasıl oturulur? İftarımızın, birilerinin bütçelerini doldurmalarına alet edilmesinden, ramazan gününde yemek yenmesi kadar tiksinmeli ve buna karşı tepkili olmalıyız.

Sahur ayıdır, oruç ayıdır Bizim iftara gösterdiğimiz hassasiyet sahurdadır. Orucun başlangıcı sahur yemeği, bitişi iftardır. Bitişi olan iftara gösterilen ilgi, başı olan sahura gösterilmiyorsa bunun anlattığı şey hoş değildir. Oruç ayı ramazan, iftar ayına dönüşmemelidir. İftar, kelime anlamı ile dahi yanlış kullanılmaktadır. İftar sadece açış yapma anlamınadır.

İsraf ayı değildir

Mal ve vakit israfı zamanların hiçbirinde hoş değildir şüphesiz. Hele hele ramazan ayı mal ve vakit israfı için asla uygun değildir. Tüketilemeyip atılan gıdalar, bir selamlaşma-hatır sorma bahanesi ile tüketilen saatler, ömürler ramazanın heder edildiğini gösterir. Mutfak masraflarının –yenen yemek öğününün ikiye düşmesine rağmen- artması neyin göstergesi olabilir? Gece yarım saat azaltılmış uykudan ötürü saatlerce uyku ilave etmek, gündüzleri uyku ile çarçur etmek ramazanla çelişen şeylerdir. Malda ve vakitte israf varken ramazan dibi delik bir kovaya dönebilir.

Zühd ve bereket ayıdır Gıda tüketimini, ikinci dereceden olan ihtiyaçlar listesini azaltma, ahiret âlemine hazırlanma zamanıdır. Malımız ve zamanımız bereketlenmelidir. Önceki on bir ayda yapamadıklarımızı, yapabilme imkânı ve vakti oluşturmalıyız. Kadınlarımızın en mübarek günleri mutfaklarda ve bulaşık yıkamada geçmemelidir. Mümin bir erkek sıcak bir pide kuyruğunda vakit harcamamalıdır. Malımız, vaktimiz, ibadetimiz, şuurumuz, uhuvvetimiz bereketlenmelidir. Ramazan ayına girerkenki kimliğimiz ve değerimiz değişmiş olarak ramazan-dan çıkmalıyız.

Gerginlik ayı değildir

Oruçlu olduğu için sinirlenen, esip gürleyen, vurup kıran Müslüman hatalıdır. İftara yetişemediği için, teravihi kaçırdığı için kul hakkı ihlal eden, ahlaki olmayan sözler sarf eden mümin ramazanını harcayan mümindir. Aile bireylerini rencide eden, iş arkadaşlarını, mescit dostlarını kıran mümin, imtihanını riske sokan mümindir. ‘Ramazanda sinirlenen’ diğer zamanlarda ise sabırlı Müslüman, doğrulanması zor iddiaların sahibidir. Orucu bozan içecekler ve yiyecekler gibi, sözler de sakıncalılar listesinde olmalıdır.

Tahammül ayıdır Sadece açlığa değil, nefsin kabardığı her şeye tahammül gösterme ayıdır. Dile, ele, göze, cebe hakim olabilmektir. Diyebileceği halde dememek, yiyebileceği halde yememek kadar önemlidir. Sahurla iftar saatindeki ramazan ve oruç ciddiyetini gün ortasında da sürdürebilmek, ramazan ruhu ile yaşamanın göstergesidir. Ramazan sabrın kolay olmadığı bir zaman dilimi olabilir. Çünkü o, diğer zamanların hiçbirinde elde edilemeyen sevap ve bereket kaynaklarını ihtiva etmektedir. Gülü seven dikenine katlanmasını bilmelidir. Tahammül etmek zorundayız: Günahlardan kaçınmanın zorluğuna, İbadetlerin eda edilmesindeki ağırlığa, Mal, çocuk ve bedenlerimize isabet eden belalara, Ümmet-i Muhammed’in yaşadığı afetlere tahammül etmesini bilmek gerek.

Seyahat ayı değildir

Şehir şehir, cami cami dolaşmak ramazanla bağlantısız işlerdendir. Adeta Müslümanlar için tatil ve gezi sezonuna dönüştürülmüş bir ramazan anlayışı ruhsuz ve ihlâssız bir anlayıştır. Camileri büyüklüklerine veya tarihiliklerine göre ölçüp gezmek, onun türbesini bunun eserini resimlemek Allah’ın ibadet olarak saydığı işlerden olmadığına göre mümin, ramazanın bereketli anlarını gezilerde, ziyaretlerde harcamamaya özen göstermelidir. Ramazan ayında hangi sokaklarda, hangi trafikte gezilebilir ki, göz, kulak ve dil afete düşmüş olmasın? Öyleyse… İtikâf nere gezi nere? Ramazanda tavsiye edilen itikâftır. İtikâf da camiye kapanmaktır. Camiye kapanmakla camileri gezmek aynı değildir. Ramazanda tavsiye edilen tek gezi umredir. Reklâmsız, riyasız güzel bir umre büyük bir ibadettir.

Tamamı bir aydır

İlk günlerini heyecanla karşılayıp, henüz onun bayramı gelmeden yarıda bırakıvermek, hız kesmek, ibadetleri ve kaçınılması gereken şeyleri sulandırmak en azından başlamak, ama bitirememektir. Son günlerinde gevşemek, alışveriş gibi bir maksatla bile olsa, şeytanın en keskin tuzaklarının kurulu olduğu çarşılarda o mübarek saatleri tüketmek daha sonra esef edilecek hatalardır. Çocuklar için bayramlık adı altında büyüklerin bayramı harcanır mı?

Sonu başından değerlidir; sevap deryası sonundadır! Bunun için son on gününü ilk on gününden daha heyecanlı ve daha umutlu geçirmek esastır. Ne bayram alışverişine, ne de geziye feda edilebilecek bir tek saati olmamalıdır. Her gecesi yeni bir umut, her sabahı yeni bir güneş vaktidir. İlk gününe göre son demlerinde heyecan kaybını, içimizi istila eden günahlardan arınamamış olarak, ramazana gidememiş olarak anlayabiliriz. İlla bir bayram alışverişi gerekli ise, onu ramazandan önce bitirmek akıllıca bir iş olur.

Namazı, gevşek bir namaz değildir

Teravih başta olmak üzere ramazan ayında –çok namaz kılınıyor diye- namazın genel kuralları gevşetilemez. Eğer ramazan mümin için hassasiyeti yüksek bir ay ise, müminin ibadetlere bakan gözü, ezanı duyan kulağı, okuyan dili o hassasiyete göre görmeli, duymalı ve konuşmalıdır.

Teravih gece kıyamıdır Heba edilmemelidir. Mümkünse hatimle kılınmalıdır. O mümkün değilse iyi kıraati olan bir imamın arkasında ve namaz gibi kılınmalıdır. Teravihlerin heba edilmesi bir nedamet kaynağıdır.

Kadir gecesi şans oyunu değildir

Önce kadir gecesini belirli bir güne sıkıştırdılar. Hâlbuki o ramazanın içinde saklı bir hazine idi. Sonra da o geceyi, insanların kendi kafalarından oluşturdukları törenler ve ibadet kılıflı gösterilerle eritip götürdüler. Kadir gecesi bir şans oyununa döndü. Bir simit çeşidi ile uçurulur oldu. Yarına tesiri olmayan, sadece geçmişi akladığına inanılan bir kadir gecesi üretildi. Neredeyse kadir gecesi müziği bile icat edilecek hale geldi.

Bir istiğfar gecesidir, dönüşüm gecesidir Kadir gecesinin bize bağışlanmasının nedeni günahlarımızdan arınma umudumuzdur. O gece ki ramazanın bütün geceleri kadir gecesi olma ihtimalini taşır- Allah’a dönüş yapma kararı verdiğimiz, Kur’an ve Sünnete aykırı hareketlerimizden kurtulduğumuz, kul haklarından arındığımız gece olmalıdır. Ramazanın 27. gecesinde bizi gelip bulan bir kadir gecesi değil, bizim bütün ramazan boyunca peşinde koştuğumuz kadir gecesi bir ömre bedel gecedir.

Teknolojiye Kur’an okutma ayı değildir

Ramazan Müslümanlar için Kur’an ayıdır. Tam anlamı ile Kur’an ayıdır. Çeşitli teknolojik aletlere yüklenmiş Kur’an surelerini dinleyerek Kur’an dinlemiş ve böylece ramazana yaraşır bir iş yapmış olmayız. Kur’an kime indi ise onu, o okumalıdır. Kur’an insana inmiş bir kitaptır. Onu okuyup dinlemeyi insanın ameli olmaktan çıkaran uygulamalarla Kur’an okunmuş olmaz. Ticarileşmeyen meclislerde Kur’an okuma ve dinleme düzeyi yakalanmalıdır.

Ne kadar Kur’an o kadar ramazan! O halde ramazana mahsus bir Kur’an gayreti sergilemeliyiz. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bu ayda Kur’an okumayı artırdığına bakılırsa, bizim de çokça Kur’an okumamız gerekmektedir. Her gün sabah ve akşam aynı saatte ve belli bir miktarı (mesela on sayfayı) düşmeyecek şekilde okumamız uygun olur. Okuyuşumuz mümkünse sesli olsun. Maiyetimizdekiler dinleme imkânına sahip iseler onlar da dinlesinler. Ayrıca onların da okumalarını sağlamalıyız. Kur’an’ı okumak gibi dinlemek de bir ibadettir. İyi okuyan bir hafızı dinlememiz ayrı bir ecir olur. Kur’an okumada sünnet, sesli ve manası bilinmiyor olsa bile, onun deruni âlemine dalıp, mahzun bir eda ile onu okumaktır. Kur’an okurken, meleklerin okuduğumuz harfleri tek tek saydıklarını, herbiri için sevap yazdıklarını bilerek okumalıyız.

Zekât ramazan ibadeti değildir

Müslümanlar zekâtlarını, daha fazla ecir elde etmek için ramazan ayında vermeye çalışırlar. Bu, ilke olarak doğrudur. Ancak ramazan ayında zekât vermekle yetinmek, her- hangi bir türü ile sadaka vermemek, sadaka olacak işlerle meşgul olmamak fırsat tepmektir. Cimrilikten uzaklaşmak için iyi bir fırsat olan ramazanı bu açıdan da yanlış anlamamak gerekir. Zekat, sadaka, zikir, ilim, ibadet bizim yol işaretlerimizdir.

Uçan kuşlar gibi hür yatırımların zamanı Ramazanda sadaka ve cömertlik, davaya hizmet, sınırsız düzeyinde olmalıdır. Biri bine, bini milyona katlayarak, alanın Allah olduğunu bilerek sadaka yollarında koşmak gerekir.

Eğlence ayı değildir

Ümmet-i Muhammed’in en derin değerlerinden birisi olan ramazan ve orucu, siyasi ve ticari girdilerine alet edip, ‘ramazan eğlencesi’ üretenler, gaflette bulunup böyle bir organizeye katılanlar, İslamî değerlerin safiyetini bozmak gibi bir cürmün sahibi olmuşlardır. Okunan gazeteden, izlenen TVye, dinlenen radyoya kadar, bizi kimin ne ile meşgul ettiğine göre bir ayırım getirmek şarttır.

Gözyaşı ayıdır

Peygamber aleyhisselam öyle yaptı. Onun sahabileri, onların yolundan gidenler gözyaşı akıttılar. Onlar eğlenmediler.Onlar, ebedi gülenlerden olmak için mahzun gittiler.

İdeal Bir Ramazan Günü

-Sabah namazı kesinlikle camide kılınır. Mümkünse işrak vaktine kadar beklenir, iki rekat namaz kılınıp eve veya işe çıkılır. Bu esnada sabah zikirleri ve Kur’an kıraati yapılır. (İş ortamını aksatmayacak kadar kısa bir uyku olabilir.)

-Eve ve işe giderken yolda göz ve kulağın, dilin menhiyata yakalanmamasına dikkat edilir. Kur’an’dan ezber bilinen yerler okunur.

-Namazlar kesinlikle camide kılınır. Ezandan önce abdest hazırlığı yapılır. Sünnet namazlar ihmal edilmez.

-Bütün ara ve boş vakitler, zikir veya Kur’an ile değerlendirilir. Merdiven basamaklarında bile tesbihat yapılır.

-Aile fertlerinden birinin mutfak ve benzeri ev hizmetlerinde vaktinin büyük bir bölümünü harcamaması için ev işlerine yardım edilir, ki onların da ibadete ve zikre vakti kalsın. Yemek pişiren, çamaşır yıkayan bayan da zikirsiz kalmaz, ezber bildiği yerleri okur.

-İftar saati heyecanla beklenir. Bu an çocuklar için cazip hale getirilir. İftar etmeye dakikalar kala duanın en derin kapıları açılmış olacağından duaya geçilir. Aile fertleri duaya âmin der. İftar edilir, ifrat edilmez. İftar yüzünden akşam namazının tehlikeye girmemesine çok dikkat edilir.

-Teravih için özel hazırlık yapılır. Düğüne gider gibi teravihe gidilir. Evden teravihe uğurlanan şehadete uğurlanır gibi uğurlanır. Dua etmesi talep edilir.

-Teravih öncesinde ve sonrasında müminler arasında muhabbeti artıracak sohbetlere katılınabilir. Gıybet, nemime ve malayani olmayan bir sohbet olmalı-dır.

-Teravihten sonra eve kapanmak en güzelidir. Sahura rahat kalkabilmek için uykuyu engelleyecek yiyecek ve içeceklerden kaçınmak uygundur.

-Sahura muhakkak kalkılır. Aile fertleri de kaldırılır. Güzel sahur sofraları kurmakta bereket vardır. Orucun da faziletini artırır. Sahur sofrasını dua sofrasına dönüştürmek mükemmel bir iş olur.

-Sahur yemeğinden sonra vakit kalmışsa, teheccüd kılınabilir.

-Sabah namazını kılmadan uyumamaya dikkat edilmelidir. Sabah namazına camiye gitmelidir.

-Her duada, ramazan ayında yaptıklarının kabulünü ve bir dahakine kavuşturmasını Allah’tan dilemek gerekir.

Nureddin Yıldız

Din ve Psikolojik Baskı

Baskıcı ve insanı yorarak hakim olan, katı ve itici din anlayışından “kalbin temiz olsun gerisi önemsiz” diyerek hakim olan, tamamen serbest bırakan ve sanki biraz da ibadet ve bütün kuralların sistemlerinin ortadan kalktığı din anlayışına hızla ilerliyoruz ve geldik galiba… Bu biraz da kendi özeleştirim olacak. Gerçekten kim doğru kim yanlış bunun ortasını bulmak ve anlatmak o kadar zor ki. Söz konusu din olduğunda herkesin isyan edecek bir noktası muhakkak var. Benim de var eminim senin de var. Kadına yönelik sakallı sakallı amcaların söylediği laflara, çocuklarla ilgili yapılan edilen susulanlara, kendini cennetlik ilan eden, biz gibi cehennemliklere(!) cennete gönderen kefen satanlara falan..

Şarkıdaki gibi hepimizin “itirazı var”  Evet diyordum ki, isyan ediliyor din ile ilgili her cümleye. Yeter ki içinde dini bir kavram veya kurum adı geçsin. İsyan çok ağır bir kelime mi? Ben daha uygununu yetmeyen kelime hazinemden dolayı bulamadım. Varsa onu siz getirebilirsiniz. Bunu algı operasyonu olarak adlandırabilirsiniz. Mükemmel derecede de işliyor. Bazen ben bile kendimi o noktada bulabiliyorum. İyi de neden? Nedenini tek bir kelimeyle tek bir cümleyle ya da sayfayla anlatmak zor.

Güncel için konuşabiliriz. Her konu herkesin gözü önünde alelade bir biçimde konuşuluyor. Saat sınırlaması ve tartışma ortamının hakim olduğu tv programlarında meramınızı çok kolay anlatamazsınız değil mi? Veya sosyal medyada yazdıklarınızı herkes sizin istediğiniz gibi de anlayamaz. Bir cümlenizi cımbızla çekip alarak başına # şöyle bi işaret koylarlar anında gündem olursunuz saçma bir cümleyle. Sonra şöyle sesler yükselir “Gerçek İslam bu değil?, Bunlar islamı lekeliyorlar” Asıl sorun da bu zaten. Gerçek İslam ne?
Çok eşlilik ile ilgili bir site varmış. Türk erkekleri yarısını oluşturuyormuş. Eğer adamın ikinci bir hanımı geçindirecek maddi gücü varsa alabilirmiş şu an evli olduğu eşine sormasına gerek yokmuş, Allahın izin verdiği bir şeymiş. Bu gerçekten öyle miymiş? Bu beni çok rahatsız ediyor ama…

Ve şuna bakalım;
Biri çıkıp zinaya yaklaşmayın dediğinde hemen bir grup isyan ediyor “sevgi ve aşkı siz nasıl yok sayabilirsiniz, size ne, gerçek islam bu değil” evet size ne bize de ne ama biri çıkıp zinaya yaklaşmayın dediğinde gerçek islam bu değil demek…yani peki gerçek islam ne? Ve burada eklemek zorundayım, her isyan haklı mıdır, düşünme ve akletme neticesinde mi var olmuştur?

Zaman ve zemin değişiyor. Bu kalıbı üniversitede çok duydum ve sınavlarda cevap kağıtlarıma bolca yazdım. Değişen zaman ve zemin… 2018 yılındayız ve aslında 1 yıl geçerken zaman 1 yıl değil belki 10 belki 100 yıl hızında değişiyor. Yani artık her şey çok hızlı değişiyor. Çok çabuk olup bitiyor. Kökleşen bir şeyler bulmak çok zor. 1000 yıl öncesinde olmadığımızı biliyoruz ama yine de 1000 yıllık mevzuları ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyoruz. Bu bir sorun. Ama bunu ortadan kaldırmak, bundan kurtulmak için ne görsek ona buna isyan ediyoruz. Bazen bunlar “akletmez misiniz” ayetleri kullanılarak yapılıyor. Ya bir tek bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama sanki düşünmeyi de çok istismar etmedik mi? Bunun bir yolu yordamı olmalı. Var belki de herkes de biliyor, uyguluyor da öyle isyan ediyor. bir ben bulamadığımdan böyle kaldım bocalar halde…

Fatıma Güner

Kadın Olmak, Feminizm ve İslamiyet

Hayatın her yerine, her alanına ve herkese söylemek istiyorum aslında, nerede durursanız durun, şu hayatta insanlara yapılacak en büyük kötülüklerden biri cinsiyetçi söylemlerdir. Cinsiyet üzerinden ötekileştirmek. İnsan olamamak demek bu. Bu durumdan belki de en fazla rahatsız olan kadınlar… Ama şimdilerde bu durum nasıl aşılmaya çalışılıyor merak ediyorum doğrusu?

Bakalım..

Kadın olmak aşağılanacak bir şeymiş gibi, erkek olmak yüceltilecek bir şeymiş gibi düşünülüyor. Bizim toplumumuzda hep böyledir de bu zaten. Kadın ağzını açsa ayıplanır..! “Kız gibi olmak” diye bir deyim var, genelde bir erkeğe hakaret anlamında kullanılır. Bir arkadaşım vardı, kız gibi ağlamazdı mesela ne büyük bir meziyet(!)

İlkel kabilelerden bu yana, tarih boyunca neredeyse bütün dinlerin yorumlarında kadına kötü sıfatlar verilir. Kadın yüzünden cennetten kovulduğuna inanan dindarlar, kadın eşittir şeytan algısı oluşturdular. Malesef böyle hikayelerle büyüyen nesiller çoğaldı.

Kadın dövülüyodu değil mi?

Öne çıkan bütün din “adam”larının erkek oluşunun ve yaşadıkları çağın kadına bakışının bu yorumları bu şekilde etkilediğini de düşünmüyor değilim.

Ama neden?

İnancıma göre Allah/Tanrı/Yaratıcı bir cinsi öteki cinse üstün kılmamış, erkeklere de kadınlara da eşit sorumluluklar yüklemiştir. Biyolojik farklılıklar bir kenarda dursun, biyolojik açıdan farklı oluş kimseye üstünlük kazandırmaz. Kadına da erkeğe de. Ama vatandaş er kişinin üstün olduğuna, kadının da onun kölesi olduğuna öyle inanmış ki, kadın ne yaparsa yapsın suç.

Bakın ben rahatsız olurum mesela bizim toplumumuzun şu yapısından: Sofra kurulur erkekler yer kalkar, kadın sofrayı toplar bulaşığı yıkar o arada erkeğin çayını hazırlamak zorundadır, servis eder, meyvesini sunar, çerezini verir, o bu şu..!

Kendine ayrıcak vakti?

Yok.

Buna itiraz etmek, büyük cesaret bu aslında. Ayıplanırsın anında, kötü gözle bakarlar sana. “Ay ev de çekip çeviremezsin sen şimdi!”

Biraz boğulduğumu hissediyorum. Bütün ötekileştirmelerden…

Ama şimdi bir hapis daha var ki kadın için beni daha çok rahatsız ediyor: Modern çağın “izm“leri.. İzmler adı altında kadını hapsedenler yâni.

Anladınız değil mi?

Bir de şunlar var, kadını iyice aptal gibi gösteren moda, yemek, evlilik programları… Bunlar ne yapıyor biliyor musunuz? Kadını pohpohlayarak aptallaştırıyor, kadın kendisi de aptal olduğuna inanıyor, inanmasın da ne yapsın canım?

Filmin birinde “ökkküüüz” gibi davranan bir erkeğin kendini sahiplenişine aşık olan premses başka ne ister ki?

Ya da dizilere bakınca yakışıkklııı, zengiiin, akılllııı, iş adamıııı erkeğin aptal aşığı esas kızımız…

Ama dur bir dakika, ya kızın elbisesi çok hoş değil mi?

Hepsi hikaye, aslında mesele kadın olmak da erkek olmak da değil. Mesele insan olabilmek. İnsanca yaşayabilmek. Bu programlarda ya da bu bağnaz algılarda ayaklar altına alınan kadının onuru değil ki, insan onuru.

İnsan, insan olanın bu kadar aptal olmasına dayanamıyor.

Fatıma Güner

Seküler Müslüman Yaşam Olur Mu?

Kur’an-ı Kerim’in 103. Suresi zamana yemin ederek başlar. Zaman önemli bir kavramdır. Her şey zaman içinde gelişir ve değişir. Zamanın kontrolünün elimizde değil bunu biliyoruz. Bu yüzden yaşadığımız her an bir öncekinden daha dolu ve değerli olmalıdır. Oysa bizler, her şeyin hızla değiştiği; değişirken de değer kaybettiği bir “zaman” diliminin içerisindeyiz. Değişim olmamalıdır demek gibi bir lüksümüz yok, değişim olmalıdır ve olacaktır.  Burada dikkat edilmesi gereken “ölçü” kavramıdır. Biz Müslümanlar İslam’ın “ölçüye” verdiği önemi unutarak sürdürmekteyiz hayatlarımızı. Ölçünün kaçması, eksik veya fazla, erken veya geç yaşanan olaylar ile değişm ve gelişmeler bir ölçü içinde yaratılmış olan alem ve insana ters gelmektedir.  Böylece maddi ve manevi olarak her şey değerini kaybetmekte, içi boş birer söz olarak kalmaktadır. ‘Kelimeler semboldür, asıl olan manadır.’ Ve maalesef ki günümüzde içi boşaltılmış semboller yığınıyla uğraşmaktayız.  Burada kelimelerin değersiz olduğunu değil hak ettiği değerin verilmediğini söylemek, insanların içinde bulunduğu bilinçsizlikten bahsetmek istiyorum.

 İslam’a -yani dinimize-, dinimiz derken ne kadar bilinçli bir şekilde sahipleniyoruz? Günümüzde dindarlık; çevreden gelen, geleneksel olmuş, anne ve babadan bilinenlerle yaşanan hayat tarzı durumunda. Neyi neden yaptığını bilmeyen insanlar, karşılarına gelecek en ufak sorgulamada durup bir şey söyleyemiyorlar.

Modernleşen, ilerleyen dünya, bireyi kendi iç dünyasından uzaklaştırırken aynı zamanda en büyük zararı onun maneviyatına veriyor. Bu çağ, maddi hazları ön planda tutan bir çağ.  Bu maddi hazlar, kalbimizin üzerini kaplayan dikenler gibi; kalbimize ulaşmamız, İslam’ı hak ettiği gibi yaşamamız, yansıtmamız konusunda bize engel olmakta. Yani “hüsranda”yız. İslam’ı hissetmeden ve yaşamadan anlatmak, yeterli bir durum olmayacağı gibi korkunç derecede insanın kendisiyle çelişmesidir.

XXI. asırdayız ve kendimi bildim bileli %99’u Müslüman olan bir ülkede yaşadığımız iddia ediliyor. Sokağa çıktığımızda karşılaştığımız insanların büyük bir kısmı “ (elhamdülillah) müslümanım” cevabını verecektir şüphesiz. Bu cevaptan sonra kişinin Müslüman olmadığını söyleyemeyiz. Kalplerde olanı yalnızca Allah bilir. Ancak merak edebiliriz, üzerinde düşünebiliriz; %99’u için Müslüman diyebildiğimiz bu toplumda neden hırsızlıklar, yalanlar, iftiralar, gayri ahlaki olaylar, faiz, rüşvet, haram para, kumar, cinayetler ve sair fazlaca gündeme gelmekte? Müslüman olduğunu iddia eden insanlar, nasıl namazlarını bitirir bitirmez dedikodu yapabiliyorlar, biraz daha fazla para kazanabilmek için haram yollara başvuruyorlar, Müslüman kardeşleri öldürülürken televizyondaki haberleri hiçbir şey hissetmeden film gibi izleyebiliyorlar?   Pek çok cevap verilebilir. Verilebilecek cevaplardan biri de basitçe : Bilinçsiz bir şekilde yaşamak olacaktır. Kelimelerin içi bilinçsizlikle boşaltılır.

 En baştan başlayalım düşünmeye. Müslümanım diyen bir insan, neye, ne kadar ve ne için inandığının farkında mıdır? Müslümanım demekle neyi kastettiğini biliyor mudur? Biz biliyor muyuz Müslüman olmanın ne demek olduğunu?

Kelimeleri kısaca inceleyecek olursak;

 İslam: Teslimiyet anlamına gelir. Müslüman ise teslim olan kimse demektir. Allah’a teslim olmak açısından tüm varlıklar ona teslimdir, bu zaruri Müslümanlıktır. Ancak bu zaruri Müslümanlık iradeye ve bilgiye dayalı olursa değer kazanır.

“اللَّهُ إِلَّا إِلَهَ لَا أَنَّهُ فَاعْلَمْ” Bil ki Allahtan başka ilah yoktur.                 

(Muhammed/19)

Yukarıda verdiğimiz Muhammed suresi 19. ayette de ilk aşama “BİL” kısmıdır. Teslim olmadan önce kişinin neye teslim olacağını bilmesi gerekir. Taklidi seviyede kalarak değil, tahkiki bir iman oluşması için bilmek önemlidir. Kelime olarak bilmek değil, kelimenin özünü kavrayarak bilmek gerekir doğru bir yaşayış için.

Allahtan başka ilah yoktur demek; Allahtan başka hiçbir şeyi ilah konumunda kabul etmemek, Allahın hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmemektir.

İşte bu bilincin kavranması gerekiyor. Sözde kalmamalı; hem mana anlaşılmalı hem de kişinin kendi hayatına yansımalıdır. Sadece akılla değil, kalp ile de bilinmelidir. Kalp ile bilmek; ilgi ile başlayan bilme sürecinin aynı zamanda muhabbete dönüşebilmesidir.

Bildiklerimizi yaşamamız, dinimizi en güzel biçimde temsil etmemiz gerekir. Bunun için ise önce kul olmak yani Allah’ın iradesine teslim olmak gerekir. Allah’ın iradesine bilinçli bir şekilde teslim olmadığında kişi kendi çıkarlarının temsilcisi olur. Bilinç, insanın nefsi ile savaşırken kullanacağı bir silahtır da diyebiliriz. Burada Hz. Ömer’in sözü aklıma geliyor “Dininizi iyi öğrenin, yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz.” Adalet timsâli Hz. Ömer’in bu vechiz sözü, bilincin bir müslüman için ne derece bir önem arz ettiğini belirtmesi bakımından ehemmiyetlidir.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl, inancına göre yaşayanlar değil de yaşadığını inanç olarak belirleyenlerle dolu. Bu durum büyük ölçüde kişinin kendi çıkarlarına göre hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Yusuf İslam “Müslümanlara baksaydım Müslüman olmazdım.” sözü beni fazlasıyla düşündürüyor. Müslümanların teslimiyetten uzak olan yaşantısı İslam’ın yanlış tanınmasına yol açmaktadır.  Müslüman’ım diyen bir insan hayat tarzına dönüp bir bakmalı, kendisini sorgulamalı ve yazımızın başlığında belirttiğimiz gibi aynada kendini görmelidir. Dini ne kadar yaşıyor? Kur’an ne kadar hayatında? Hz. Peygamber’i ne kadar örnek alıyor? Bu gibi her müslümanın kendisine sorması elzem olan soruları kendisine sormalıdır, yani sadece lafta kalmamalıdır. Çünkü lafta kalan Müslümanlık , Müslüman kelimesinin vermesi gereken teslimiyet ruhunu yok etmiş bir Müslümanlıktır.

Bugün İslam dünyasının toparlanması, Müslüman bireylerin kendine çeki düzen vermesiyle başlayacak. Bir şeyler yapmalıyız artık diyenler değil, neden bu yolda olduğunu bilenler, bilinçli bir şekilde bir şeyler yapanlar İslam dünyasını toparlayacaktır ve kendini geliştiren bireylerle gelişmiş bir toplum oluşacaktır.

İlk emri “Oku!” olan teslimiyet dininde, elbette ki kulların okuması -çok okuması-, Yaratan Rabbin adıyla okuması, araştırması, düşünmesi ve sorgulaması özetle bilinçli olması beklenecektir. Bilhassa dinin doğru anlaşılması ve yaşanması ile düzenli bir toplumun oluşması ilim öğrenmek ile olacaktır. İlim öğrenmek ise kadın-erkek her müslümana farzdır.

Bilinçli ebeveynler, bilinçli çocuklar yetiştirir. Bu durum bilinçli nesillerin habercisidir. Eğitimin ve özellikle de din eğitiminin temeli ailede başlar. Dünyevî ve dini ilimlerin bir arada birbirleriyle ilişkileri açıklanarak aktarılması, anlaşılması gerekir. Dini hükümlerin doğru ve eksiksiz bir biçimde uygulandığı, ahlaki emir ve yasakların uygun bir şekilde yaşandığı ailede büyüyen çocuk ancak bilinc sahibi olacaktır ve kendisine söylenen sözlerin manasını da kavrayacaktır.

Aileden sonra ise ikincil olarak kişiyi/bireyi sosyal çevresi etkiler. Ancak küçük yaşlarda oluşturulan sağlam karakter ve doğru din algısı kişinin bilgi ve imanının koruyucusudur. Böyle yetiştirilen kişi hızla geçen zamana yenik düşmeyeceği gibi çevresi için eşsiz bir nimet olarak da görülebilecektir. Bu sebeple bağlı bulunduğu toplum ve sosyal çevresindeki parazitlerden menfi manada etkilenmeyecektir. Çevre tarafından etkilenen değil çevresini etkileyen olacaktır.

Bilerek, bilinçli bir şekilde iman eden, iman ederek Salih amel işleyen, Salih amel işleyerek hakkı ve sabrı tavsiye edenler hüsran içinde olmayanlardır.  Hüsran içinde olmayanlar ise Asr suresinde işaret edilen “müstesna” kimselerdir.

Peki biz Asr suresindeki “müstesnalar”dan olabilecek miyiz?

Fatıma Güner

Çocukta Dini Duygu Gelişimi

Yeryüzünde insanın bulunduğu her zamanda ve mekânda din var olmuştur. İnsan, bağlanma ihtiyacı olan, aynı zamanda belirli durumlar karşısında gücü yetmeyen, aciz bir varlıktır. İnsanda bulunan bu ihtiyaç ve hâl, onu çeşitli üstün güç arayışlarına yöneltmiştir. Bu da bize gösteriyor ki inanç bir ihtiyaç olarak hep vardır ve var olmaya devam edecektir. 

Peki, insanlık tarihi boyunca var olan, insan hayatının vazgeçilmez bir yanı olarak kabul ettiğimiz din ve dinî hayat nedir? Din kelimesinin sözlüklerde geçen anlamı “yol, mezhep, millet, kanun, itaat” şeklinde karşımıza çıkar. Terim olarak ise dinin tanımını yapmak çok kolay değildir. Her alan ve kişi kendi bakış açısı ve öncelikleriyle dini açıklamaya çalışmışlardır. İslam dini ve kültüründe din “Akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği şeyleri kabule çağıran ilahi bir kanundur.” (Seyyid Şerif Cürcani) şeklinde tanımlanmıştır. Yani dinimiz bizim yaşam tarzımızdır, takip ettiğimiz yolumuzdur ve bu yolda kuralları koyan Allah’tır. Buna inanır, buna iman ederiz.

Allah’ın koymuş olduğu İslam yolunu seçtikten sonra, bu yolda yürürken hayat tarzımızın da uygun hâle gelmesi gerekir. Allah izin verirse de doğru yoldan sapmayız. Biz bu yolda yürürken isteriz ki ailemiz, evlatlarımız da izimizden gelsin. Hz. İbrahim’in her anne-babanın yürekten amin diyeceği bir duası vardır: “Rabbim, beni namazı hakkıyla eda eden bir kimse eyle! Zürriyetimden de böyle kimseler var et! Rabbimiz, duamı kabul buyur.” (İbrâhim, 14/40.) Bu çok güzel bir dua, hayırlı bir istektir ancak çocuğumuzu bu yolda yürürken desteklememiz gerekir. Anne-babaların, öğretmenlerin, bir çocuğa dinî eğitim verirken çocuğun gelişimine zarar vermeden onun hangi dönemde nasıl özelliklere sahip olduğunu bilerek yaklaşım geliştirmeleri gerekir.

Öncelikle belirtmeliyiz ki Müslüman düşünürlere göre din duygusu çocukta doğuştan var olan bir duygudur. Dinî inancın tohumları insanın benliğinde bulunur. İslam kültüründe bu durum “fıtrat” kavramıyla anılır. Bu görüşü destekleyen unsurlardan bir tanesi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hâli konuşma çağına kadar devam eder. Sonra ebeveyni onu Yahudi, Mecusi ya da müşrik yapar.” hadis-i şerifidir. Gazali, insan ruhunun yaratılış itibarıyla Allah’ı bulacak güce sahip olduğunu kabul eder. İbn Haldun da çocuğun doğuştan kabiliyetle geldiğini ve bunun geliştirilmesi gerektiğini söyler.

Dinî duygunun gelişimi açısından büyük bir öneme sahip olan yaş grubu 0-6 yaş aralığıdır. Bu yaşlar erken çocukluk dönemi olarak da adlandırılır. Bu dönem, çocuğun hayatında büyük bir öneme sahiptir. Normal şartlar altında dünyanın her yerinde bu yaş grubundaki çocuklar, benzer yaşlarda benzer gelişim özellikleri gösterirler. Din duygusunun gelişimi; fiziksel gelişim, bilişsel gelişim, dil gelişimi, psikomotor gelişim, ahlaki gelişim, sosyal gelişim ve duygu gelişiminden bağımsız değil, karşılıklı etkileşim içerisindedir. Dolayısıyla bir çocuğun dinî duygularının anlaşılması için onun diğer gelişim özelliklerini de bilmemiz gerekir.

Bu gelişim özelliklerine kısaca bakacak olursak:

Fiziksel gelişim bedeni oluşturan tüm organların gelişmesi, boyun uzaması, kilonun artışı, kemiklerin gelişmesi, kas, beyin ve sindirim, sinir, boşaltım, solunum sistemlerinin, duyu organlarının gelişimidir.

Psikomotor gelişim hareket gelişimi demektir. Fiziksel gelişmeyle beraber sinir sisteminin gelişimine paralel olarak hareketlerin isteğe bağlı olarak kazanılmasıdır. Çocuğun yürümeye başlamasından sonraki dönem yoğun bir motor gelişim evresidir. 6 yaşına kadar hızlı bir şekilde ilerler, 6 yaşından sonra ise yavaşlamaya başlar.

Bilişsel gelişim bireyin çevresindeki dünyayı anlama ve öğrenmesini sağlayan, aktif zihinsel faaliyetlerdeki gelişimidir. İnsanın bilişsel gücü onu diğer canlılardan ayırmaktadır. Biliş; dünyamızı öğrenmeyi ve anlamayı içeren zihinsel faaliyetler anlamına gelir ve algılama, bellek, muhakeme, düşünme ve kavrama süreçlerini kapsar. Bilişsel gelişme ile ilgili en önemli ve en bilinen çalışma Piaget’ye aittir. Piaget’nin bilişsel gelişimi inceleyen bir kuramı vardır. Dört dönemden oluşan bu kuramda 0-6 yaş grubu çocuğu içine alan kısım ilk iki dönemdir. Birinci evre olan duyusal hareket dönemi 0-2 yaş arası dönemi kapsar. Bu dönemde çocuk çevresini emme ve tutma, dokunma refleksleriyle tanımaya çalışır. İkinci evrede ise işlem öncesi dönemle karşılaşırız. 2-4 yaş arasındaki çocuklar bu dönemde simgesel düşünürler. Konular arasında mantıklı ilişki kuramazlar ve neden-sonuç ilişkisini anlayamazlar. Çocuk kendini olayların merkezinde görür, işlemleri tersine çeviremez, ayrıntıları dikkate almadan ilişkisiz objeler arasında bağlantı kurabilirler, güneşin hareket etmesi nedeniyle canlı olduğunu düşünebilirler. Allah’ı insan şeklinde hayal edebilirler. Soruları bu yönde olabilir, bunlar çok doğal ve normal süreçlerdir. Bilişsel gelişim dinî duygu gelişimi için önemlidir, bilinmelidir ki din akıl sahiplerini muhatap alır.

Dil gelişimi insanı diğer canlılardan ayıran bir diğer özelliği onun dil yetisinin olmasıdır. Dilin yapısı ve gelişimi son derece karmaşıktır. Dil gelişimi çocuğun motor gelişimi ve bilişsel gelişimine paralel olarak ilerler. Bununla beraber çocuğun ilk dönemde dil gelişiminde çevresi ön plandadır. Çocuklar dili kazanırken ilk örnekleri olarak anne-baba ve yakın çevresindeki insanlar, kullandıkları dil ve kavramlar büyük önem kazanmaktadır. Yakın çevrenin çocuğun yanında dinî bir dil kullanması, çocuğun dili öğrenirken bu kavramlara yabancılık çekmemesini sağlar.

Duygu gelişimi yapılan araştırmalar, çocuklardaki duygusal gelişimin hem olgunlaşma hem de öğrenme yoluyla oluştuğunu ortaya koymaktadır. Buna göre iç salgı bezlerindeki gelişim, duygusal davranışın oluşmasında temel oluşturur. Bu duygunun oluşumunun biyolojik aşamasıdır. Duygu oluştuktan sonra kişide meydana gelen tepkinin, yani dışa yansımasının nasıl olacağı ise öğrenme yoluyla gerçekleşir. Duyguların öğrenilmesi deneme-yanılma, taklit ya da koşullanma yoluyladır. Olgunlaşma ve öğrenmenin duygular üzerindeki etkisinden yola çıkarak farklı yaşlardaki kişilerin aynı duygusal davranışlara sahip olmadığını söyleyebiliriz. Yine aynı şekilde belirli bir yaştaki tüm çocuklardan da aynı heyecan biçimlerini beklemek olanaksızdır. Duyguların oluşmasında çevre şartları ve o anki durumlar önemli rol oynar. Duygular, davranışlarımıza da yön verir. Sevdiğimizde nasıl davranacağımız, korktuğumuzda verdiğimiz tepkiler bizim sonradan öğrendiğimiz davranışlarımızdır. Kur’an’a karşı duyduğumuz saygı ve sevgi sonucu onu öperek alnımıza koymamız, ardından yüksek bir yere kaldırmamız, kültürümüzde öğrenmiş olduğumuz duygusal bir davranıştır.

Dinin de duygusal bir yanı vardır. Din duygusu da insanın yaşantısını etkileme gücüne sahiptir. Bu duygu, duygular içinde yüce ve aşkın bir duygu olarak kabul edilmiştir. Dinî duygu; dinsel objeler veya durumlar karşısında beliren pek çok duygunun ortak adıdır. Tanımlanması son derece zordur çünkü kişiler din karşısında hangi duygu kendisinde ağır basıyorsa o duyguyu temel almışlardır. İnsanın yaşadığı duruma göre duyguları; sevgi, korku, güven, bağlanma şekillerinde ortaya çıkabilir. Dinin bizde uyandırdığı duygu, dine karşı davranışımızı etkiler. Bir çocuk din duygusunu sevgiyle tattıysa sevgi dolu yaklaşımlar sergilerken korku merkezli bir duygu yaşayan çocuk korkuyla hareket eder.

Din duygusu yanında sevginin önemli bir yeri vardır. Çünkü sevgi, diğer olumlu duyguları da besler. Sevilen varlığa bağlanılır ve güvenilir. Bu din ve Allah’a bağlanma konusunda da böyledir. Dinî eğitimin sevgi temelli bir şekilde verilmesi Allah’ı sevme, O’na bağlanma ve güvenmeyi beraberinde getirir.

Dinî duygunun gelişimindeki en önemli faktörlerden biri güvendir. Güven kelimesi “korku, çekinme duymadan bağlanma duygusu” anlamına gelir. 0-1 yaş arasındaki dönem güven duygusunun kazanılmasında önemlidir. Bu yaşta çocuğun temel bakım gereksinimleri karşılanırsa çocukta güven, uyum ve umut duyguları gelişir. Ayrıca dinî duyguların edinilmesi de bu dönemde başlar.

Bebeklik döneminde oluşan güven duygusu bağlanmaya dönüşür. Anne çocuk arasındaki güven temelli bağlanma, ilerleyen yaşlarda yerini Allah’a güvene ve bağlanmaya bırakır.

Korku her dinî heyecanda yer alan, zaman içerisinde yönlendirilmesine bağlı olarak yerini hayranlık, minnettarlık ve huşuya bırakabilen bir duygudur. Çocuğun din duygusu üzerindeki etkisi ise gördüğü eğitim ile ilgilidir. Genelde çocukta korkular 2-3 yaşlarında ortaya çıkar. Bu yaşlarda verilen eğitim sürecinde kullanılan kavramlar sevgi veya korku temelli bir din anlayışı oluşturabilir. Din veya kutsal nesne korkusuna “hagiophobia” denir. Bu korkunun oluşmasında geçmişte yaşanılan travmatik olaylar, aile ve çevre etkisi vardır. Sürekli cehennemle ilgili kavramlarla büyütülen bir çocuğun dine yaklaşımı olumlu olmayacaktır. Kur’ani metot incelendiğinde bunun son derece yanlış olduğu, Allah’ın azap ayetlerinden hemen sonra rahmet ayetlerini indirdiği görülecektir. Eğitimin temeli korku olmamalıdır.

Buraya kadar baktığımızda ortaya çıkan şey şudur: Çocukta dinî duygu gelişimi sadece duygusal gelişime bağlı değildir. Çocuğun fiziksel, bilişsel, psikomotor ve dil gelişimi çocukta dinî duygu gelişimini etkilemektedir. Dinî gelişimin ilk belirtileri, çocukluğun ilk yıllarında ortaya çıkmaktadır. Bunun dinî hayatta nasıl ifade edileceği ise çocuğun fiziksel, bilişsel, motor ve dil gelişimi ile paralellik gösterir. Burada sözünü ettiğimiz kimi gelişimler olgunlaşmaya yani biyolojik süreçlere bağlıyken kimi gelişim süreçleri ise öğrenmeye bağlıdır. Yani anne-babadan, çevreden görülenleri ve duyulanları çocuğun taklit etmesine bağlıdır.

0-2 yaş arasındaki dönemde dinle ilgili pek bir şeye rastlayamayız ancak burada en önemli duygu güven duygusudur. Çünkü dinî duygunun bu dönemdeki kaynağı güvendir. Temel ihtiyaçları anne veya yakın çevresi tarafından karşılanan kişide güven duygusu gelişir ve bu ilerleyen süreçlerde Allah’a inanma konusunda olumlu rol oynar.

3-6 yaş arasında çocuklar artık meraklı olmaya, her konuda olduğu gibi Allah hakkında da sorular sormaya yavaş yavaş başlarlar. Bu sebeple diyebiliriz ki bu yaşlar çocuğun dine olan ilgisinin en yüksek olduğu zamandır. Çocuk, çevresindeki inançla ilgili hikâye ve eylemlere yönelir. Çevresinde namaz kılan, dua eden birini gördüğünde bunu taklit eder. Benmerkezci olduğu bir yaştadır, bu nedenle Allah’ın her şeyi kendisi için var ettiğini düşünebilir. Allah’ı bazen insan bazen bulut bazen hilal vb. şekillerde hayal edebilir. Bunlar son derece normaldir, bu gibi durumlarda anne-babaların veya yakın çevredeki kimselerin çocuğa olumsuz tepkiler vermemeleri gerekir. Büyüklerin yanında kullandığı kavramları bilinçsiz de olsa kullanmaya başlar. Bu nedenle çocuğun yanında kullanılan kavramlar büyük önem taşır. Hayal dünyası onun için son derece gerçektir, böylece büyüklerin kendisine anlattıklarına kolayca inanır. Bu yüzden kendisine sunulan din algısı önemlidir. Cennet, cehennem, melek, şeytan gibi soyut konuları kendisine anlatıldığı gibi kabul eder.

Sürekli sorular soran çocuk dine ait soruları da çevreye yöneltir. Bu sorulara alınan cevaplar ve çevrenin dinî hayatı, tavırları çocuğun duygu dünyasında önemli rol oynar. Bu dönemde çocuğa karşı dürüst olmak, sorduğu sorulara samimiyetle cevap vermek çocuğun gelişimi üzerinde olumlu etkiler bırakır. Dinî uygulamaların ve söylemlerin sık yaşandığı ve yansıtıldığı çevrede bulunan çocukların yaşamı genellikle bu doğrultuda şekillenirken aksi yönde yaşam süren çevrelerde bulunan çocuk için dinî isteklerden soğuma meydana gelebilir. İnanma ihtiyacı karşılanmayan çocuğun inancı başka yollara yönelebilir. Burada asıl önemli olan, çocuğun her konuda olduğu gibi dine yönelik ilgisinin çocuğun gelişimsel düzeyine uygun olarak yönlendirilmesidir. 3-6 yaş arasındaki çocuk her şeyi kamera gibi kaydeder ve kaydettiklerine göre oynar. Burada kameraya nasıl görüntüler verildiğine dikkat edilmelidir.

İslam dininin kaynağı olan Kur’an’da insanın duygularına özel bir önem verilmiştir. Aynı şekilde İslam dini, çocuklara da büyük önem vermiştir. Kur’an’a baktığımızda baba-çocuk ilişkilerinde kullanılan ifadeler “yavrucuğum, oğulcuğum” şeklinde karşımıza çıkar. Böyle bir iletişim şekli çocuğun dünyasında olumlu izler bırakır. Anne-babalar çocuğuna her konuda eğitim verirken bu üsluba dikkat etmelidir. Sevgiye dayalı bir öğretim metodu, kesinlikle daha olumlu sonuçlar doğurur. İnsan psikolojik olarak her zaman yumuşak davranış, güzel ve tatlı sözlerden hoşlanır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Eğer sen kaba saba, katı yürekli olsaydın şüphesiz etrafından dağılıp gitmişlerdi.” (Âl-i İmrân, 3/159.) ayeti bu gerçeğe dikkat çeker.

Fatıma Güner

Diyanet Dergisi

Türk Müslümanlığı ve Türk Dinî Tarihçesi

Türk Müslümanlığı olgusunu ele almadan önce ilk olarak ifâde etmemiz gereken husus bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğudur. İslamiyet’in farklı bir formu olarak asla ve asla  algılanmamalıdır. Çünkü esas itibarı ile Müslümanlık/İslamlık her şeyi ile tamam olmuş, sabit bir inanışı ifade etmektir. Bu inanışın temel hususları yâni Kur’an kelamı ile sabit ve nettir. Türk Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı gibi tanım ve kavramsallaştırmalar yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi sosyolojik bir tespittir. Bu tespit birey ve toplumların psikolojileri ve karakterlerinin sosyal, ekonomik ve siyasi olmak üzere belirli şartlar sonucunda oluşturdukları inanç şekillerini tanımlamak için kullanılmaktadır.

Türkler tarihleri boyunca gerek yaşadıkları coğrafya gerekse ilişki ve temas içerisinde oldukları komşu kavimler ile konar göçer bir sosyolojik yapıya mensup olmaları hasebiyle bir çok farklı kültür, inanç ve değerleri tanımış ve görmüştür. Özellikle de konar-göçerlik dolayısı ile farklı coğrafyalar; farklı insan toplulukları ile karşılaşılmış ve bu topluluklar ile kültürel alışveriş içerisinde olmuşlardır.

Türklerin İslamiyeti kabulüne kadar, Türk milleti için tarihi realite göz önüne alındığı zaman genel geçer sabit ve kabul görmüş bir dinî inanıştan bahsetmek asla mümkün değildir. Çünkü Türklerin inanç tarihleri zaman, şartlar, siyasi olaylar ve ticari ilişkiler nedeni ile zaman zaman farklılık arz etmiştir. Bunun yanı sıra bilhassa girift bir yapıdadır.

Özellikle İslam öncesi dönemde konar-göçer bir toplum olmaları dolayısı ile totemcilik, bir takım tabiat kültleri(atalar, yer ve gök, doğa olayları vb.) ile şamanî ritüeller benimsenmiştir. Tarih literatüründe yanlış bir tanım olarak Türklerin inanç durumu “şamanizm” adı altında tanımlanmış ise de Şamanizm bir din değil sadece ritüel ve inanış şeklini ifâde eden bir kavramdır. Özellikle “kam” adı verilen şamanî önderlere ait ritüeller Türkler tarafından inançlarını yaşayış ve ifâde ediş şekli olarak kabul görmüştür.

Türkler, İslam öncesi dönemde yaşadıkları coğrafyanın kozmopolit yapısı, Ön Asya ve Orta Asya’daki misyonerlik faaliyetleri ile siyasi ve ekonomik sebepler dolayısı ile eski dinî gelenkleri yanı sıra Maniheizim, Budizim  gibi Asya inançları ile az da olsa Hıristiyan ve Musevi(Karaylar/Karaim) inançlarının da etkisinde kalmışlardır. Fakat bu yeni ve farklı inançları benimseyen Türklerin aynı zamanda eski dinî inanç ve geleneklerini devam ettirdikleri de görülmektedir.

Türkler yeni karşılaştıkları inanç ve ritüellere karşı hoşgörülü olmuşlar, kendi dinamik ve toplumsal değerlerine uygun olan inançları benimsemişler ve önceki inanç geleneklerini de bu yeni form içerisine sokarak devam ettirmişlerdir. Tâbiri caiz ise Türklerin inanışlar karşısındaki karakter yapıları âdeta genel alıcı kan grubu gibidir. Bir çok inanıştan etkilenmiş, eski inanç ve geleneklerini de yeni kalıplara sokarak devam ettirmişlerdir. Bu sebeple İslam öncesi Türk dinî tarihi ve Türklerini dinî için kesin bir adlandırma, belirli ve kesin dinî aidiyet mümkün ve söz konusu değildir.

Kur’an kelamının vayhi ile, özellikle Emeviler döneminde başlayan Ön ve Orta Asya fetihleri ile Türkler zaman içerisinde İslamlaşmaya ve İslami dinî geleneği benimseye başlamışır. Ancak şunu ifade etmeliyiz ki Türklerin İslamlaşması kolay, hızlı ve kısa zamanda olmamıştır. Türklerin Müslümanlaşması bir çok siyasi, ekonomik ve toplumsal faktöre bağlı olarak olumlu ve olumsuz bir çok realiteden sonra uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Türklerin İslamlaşması hemen hemen 18. yüzyıla kadar devam eden bir süreçtir.  Türklerin, İslamiyet ile tanışması, Arap fetihlerinin şiddet içeren karakteri dolayısı ile askeri mücadeleleri de barındıran bir sürecin ürünüdür. Türkler zaman zaman şartlara bağlı olarak bazan münferit bazan ise toplu boylar halinde İslamiyete geçmişlerdir.

Yukarıda Türklerin dinî karakteri hususunda söz konusu ettiğimiz bahislerde Türklerin inanç durumunun yeni din ve inanışlar ile karşılaştıktan sonra benimsemeseler bile eski inanışlarını bu yeni forma sokarak bir şekilde devam ettirdiklerini söylemiştik. Kezâ aynı şekilde Türkler İslamlaşmaya başladıkları dönemde de eski dinî gelenek ve ritüellerini de İslâmi bir form ile yeniden inşâ etmişlerdir. Nitekim bugün dâhi Müslüman Türk toplumunun dinî yaşayış şekilleri ve dinî bilgisi muhtevasında İslâm öncesi bir çok dinî unsur, ritüel ve geleneğin devam ettiği görülmektedir.

Türk dinî tarihi hususunda değinmemiz gereken bir diğer önmeli nokta ise Türklerin İran coğrafyasında İslâmiyet ile tanışmış olmalarıdır. İran coğrafyası tarih boyunca kadim medeniyet ve inançlara ev sahipliği yapmış bir coğrafya olması hasebiyle bir çok farklı kozmopolit inanışların doğduğu yerdir. Bu sebeple Türkler bu coğrafya da İslâmiyetle tanışmış olmaları dolayısı ile Türk – İslam inanışı üzerine İran etkisi göz adı edilmeyecek kadar önemli bir realitedir. Nitekim namaz, oruç vs. gibi bugün dâhi Türkler arasında yaşayan bir çok dinî kavram Arapça değil Farsçadır.

Türk inanç geleneği içerisinde “kam” adı verilen dinî önderler ve yaptıkları ritüelleri, içi kapanık ve münzevi hayat tarzları dolayısı ile Türkler İslâmi dönemde de kam yaşayışına benzer yaşayışı devam ettiren “tasavvufi” ekolleri rahatlıkla benimsemiştir. Tasavvufi gelenek Türkler arasında büyük bir hedef kitlesi yakalamıştır. İslam öncesi dönemdeki kam yaşayışı özellikle İslâmi dönemde evliya, abdal, derviş, kalender gibi adlar ile yaşamaya devam etmiştir.

IX. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmaya başlayan Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da uzun yıllar konar-göçer bir hayat tarzı sürmeleri nedeni ile kitâbî olmayan tamamı ile şifahi yâni sözlü kültüre dayanan bir inanç yaşamışlardır. Türklerin, kitâbî (ortodoxy) olmayan inançları şifahi ve karışık (hetorodoxy) bir durum arz etmektedir. Nitekim yerleşik Türk toplulukları ile konar-göçer Türk toplulukları arasındaki inanç farklılığı tarihi tecrübede derin bir uçurum oluşturmuştur. Bu fark bugün dâhi etkisini göstermektedir. Özellikle konar-göçer Türk toplulukları arasında İslâm öncesi eski dinî gelenek ve ritüellere bağlılık İslâmi formda devam etmiştir. Fakat zaman içerisinde yerleşik yaşayışı benimseyen Türkler daha çok kitâbî yani Kur’an ve sünnet’ten beslenerek medrese ekolleri ile de farklı bir kimlik kazanmıştır. Bu iki ayrımın yarattığı sosyolojik farklılık toplumsal yaşayışta bu iki zümrenin birbirlerine karşı farklı dinî söylemler içerisine girmelerini de sağlamıştır. Ve bu durum askeri ve siyâsi bir çok mücadeleleri de getirmiştir. (Babailer, Şeyh Bedretti vs.)

Türklerin dinî inanışları için zamana ve şartlara bağlı olarak sosyal, siyasi ve ekonomik nedenler dolayısı ile değiştiğini ve farklılık arz ettiğini söylemiş idik. Nitekim Türk tarihinde Türkler, siyasi politikalar hasebiyle zaman zaman din değiştirdikleri veya bazı dinlerin mezhep adı verilen ekollerinin mensubiyetine girdikleri görülmektedir. Nitekim “Büyük Selçukular” döneminde “Şİİ” yayılmacılığına karşılık “sünni ekol” benimsennmiş ve politik menfaat elde edilmeye çalışılmıştır. Şii geleneğin inşa ettiği “ezher” ekolüne karşı, “Nizamiye Medreseleri” inşa edilmiştir. Abbasi halifeliği ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler tesis etmek amacı ile halifeliğin nüfuzu kabul edilmiştir.

Nitekim Osmanlılar’da da Şah İsmail ve Safevi yayılmacılığı ile siyasi politikalarına karşılık sünni ekolü ihya etmeye çalışmış ve karşıt bir siyaset malzemesi olarak kullanmıştır. Devletler dinî mezhep ve ekoller üzerinden derin bir askeri ve sosyal propoganda faaliyeti içerisinda olmuşlardır. İlerleyen zaman içerisinde Osmanoğulları’nın son dönemine doğru özellikle Padişah II. Abdülhamid sahip oldukları halifelik makamının imkanlarını değerlendirmek istemiş ve siyasi politika olarak kullanmayı amaçlamıştır.

Halifeliğin Kasım 1924’te kaldırılması ile artık tamamen inkirâza uğrayan Osmanoğullarının İttihat ve Terakki mensubu bürokratlarının çaba ve mücadeleleri ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Halifeliğin Kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tesisi ile Türk dini tarihinde farklı bir merhale yakalamıştır.

Yeni Cumhuriyet’in üzerine inşa edilen temel felsefesi ve zamanla yapılan inkilaplar ile, Türk milletinin dini formu modern Batı merkezli, seküler ve laik bir çizgiye evrilmiştir. Özellikle iktibas edilen Fransız tipi laiklik anlayışı ile Türk dini tarihi açısından en önemli dönüm ve kırılma noktası yaşanmıştır. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının inşa ettiği laik ve seküler sistem zamanla dini yönden bir çok farklı problemi meydana getirmiştir.

Özellikle Türkçe Ezan başta olmak üzere, daha sonraki süreçte zuhur eden Türban meselesi, Alevilik vs. gibi toplumsal gerginlikler laik ve seküler kadrolar ile muhafazakar ve mütedeyyin camiayı karşı karşıya getirmiştir. Bu dönem ile birlikte Türk toplumunun din anlayışının muhtevası, ruhu ve yaşam formu değişmiştir. İlerleyen süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kamuoyu 21. yüzyıla dini alanında zaman zaman yükselen tansiyonlar ve gerginlikler arefesinde girmiştir. Özellikle 28 Şubat’ın doğurduğu sonuçlar ile öncesinde yaşanan Madımak, Kahramanmaraş vb. toplumsal facialar tansiyon ve gerginlikleri had safhaya taşımıştır.

Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner

Ramazan Tembihnameleri

Ramazan ayının teşrifi Müslüman toplum ve mümin gönüllerde tarih boyunca büyük bir heycan ve sevinç ile beklenmekte ve karşılanmıştır. Öyle ki oruç ibadetinin farz kılınması ile birlikte bu İbrahimi gelenek, Hz Peygamber ve sahabenin şahsında başta olmak üzere tüm müslümanların en sevdiği ve teşrifini dört gözle beklediği bir ay olmuştur. Müslüman bireyler ve aileler Ramazan ayının gelişini kendilerine has hazırlıklar ile beklemekte ve bu ayın imani boyutta verimli geçmesi için azami gayret sarfedilmiştir.

Müslümanların Ramazan ayının gelişine dair hazırlıkları ve bekleyişleri sadece bireylerle sınırlı kalmamaktayadı. Din görevlileri başta olmak üzere hazırlıklar başlar, mescid ve camiler hazırlanır, ev hanımları evlerinde şahsi hazırlıklarını yapar, esnaf da işyerlerinde gerekli hazırlıklarını tamamlardı. Ramazan ayı yaklaşırken halk nezdinde süren bu  hummalı hazırlık sadece toplum ile sınırlı kalmamaktaydı. Özellikle devlet nezdinde de Ramazan ayna has birtakım hazırlıklara başlanır ve özel önlemler alınırdı. Bilhassa bu hazırlıklar muhtelif kültürel ve dini etkinlikler olmakla birlikte siyasi, ekonomik ve sosyal bir takım hazırlıklarda söz konusu olmuştur.

İslam devletleri kendi dönemlerinde Ramazan ayının gelişi hususunda birkaç ay öncesinden başlayan hazırlıklar içerisinde olmuşlar, Ramzan ayının toplum nezdinde bereketli, huzurulu ve afiyette geçmesi için özel çaba sarf etmişledir. Özellikle müslüman hükümdar ve devlet yöneticileri Ramazan ayının gelişine yakın yayınladıkları yazılar ile Ramazan ile ilgili önemli hazırlıkları başlatmışlar, gerekli önelemlerin alınmasını sağlamışlardır.

Türk-İslam medeniyetinin zirve dönemini temsilcisi olan, kendi tarihi döneminde İslam medeniyetinin yaşatıcısı ve taşıyıcısı olma vazifesini layıkıyla yerine getiren Osmanlı Devleti’nde de Ramazan ayının teşfiri hususunda önemli hazırlıklar aylar öncesinden başlanmakta ve tertip edilmekteydi..

Osmanlı ülkesinde Ramazan ayının yaklaşması ile birlikte devlet nezdinde başta saray olmak üzere devlet erkanı ve devlet dairelerinde heycanlı ve özel bir koşuşturma yaşanırdı. İmparatorluk coğrafyasında özellikle de Dersaadet olan İstanbul’da Ramazan aynın huzurlu ve sıkıntısız bir şekilde geçmesi için gereken bütün tedbirler düşünülür ve tembihler yapılırdı. Başta padişah olmak üzere sadrazam ve diğer devlet erkanı yazdıkları hattı hümayunlar olmak üzere emirler verirlerdi.

Bu hususta Ramazan ayının balangıcına doğru Şaban ayı sonunda “Ramazan Tembihnameleri” yayınlanırdı. Arapça, uyarma, uyandırma manasına gelen tenbih ile Farsça; kitap ve mektup manasında gelen nâme kelimelerinin birleşiminden oluşan Tenbihname, Osmanlı devletinin Ramazan öncesi halka, ahlaki ve dini uyarılarda bulunduğu yazılara denilmekteydi.

Bu tembihnameler dini, siyasi ve ekeonomik bir çok uyarıları barındırmaktaydı. Ramazan ayında halkın açlık çekmemesi için yeterli hammdde temininden tutunda esnafın fiyatları makul seviyede tumasına kadar giden ekonomik uyarıları bulunakataydı. Fiyatlar belirlenir, fırıncılar, kasaplar gibi önemli gıda ihtyacını temin eden yerler sürekli izlenirdi. Halkın Ramazan ayında et sıkıntısı çekmemesi için başkente ülkenin muhtelf yerlerinden koyunlar getirtilirdi. Fiyatlar ramazan gelmeden esnfa bildirilirdi ve fiyatlara sınır konulurdu.

Ekonomik uyarılar ve önemlemler dışında tembihnamelerde halkın ramazan ayında nasıl davranması gerektiği, kadınların giyiniş şekilleri, akşam eğlencelerinden sonra en geç hangi saatte eve dönmeleri gerektiği, erkeklerin kumar oynamaması ve ser-hoşluk verecek şeyler kullanmaması hususunda uyarılarda bulunulmaktaydı. Özellikle Ramazan ayında kadınların muhtelif etkinliklere katılması men edilmez, teravih namazlarına iştirak etmeleri sağlanırdı. Sadece kyafet hususunda uyarılarda bulunulur ve geç satlere kadar vakt geçirmeleri istenmezdi.

Bu tenbihnameler II. Mahmut döneminden itibaren Takvim-i Vekayi gazetesinde yayınlanmaya başlanmış ve halka kitapçık olarakta dağıtılmıştır. Tenbihnameler sokakta halka okunur, camilerede vaizler tarafından cemaate, mahallelerde bekçiler tarafından sakinlere ve hanlarda ise  işletmeciler tarafından çalışanlara ilan edilirdi.

Müslümanlara uyarılarda bulunulduğu gibi gayrı müslimlere yönelik ikazlarda yapılmaktaydı. Özellikle dini özgürlüğün sağlanması gerekçesi ile gayri müslim tebaadan, müsliman halkın bulunduğu ortamlarda yeme ve içme faailyetlerinde bulunmamaları tenbihlenirdi. Aynı şekilde gayrı müslimlerin oturduğu mahellerede de rahatsız edilmemeleri için davul çalınmaması gerektiği ilan olunurdu. Müslüman ve gayrı müslim halkın ramazan ayında huzurlu ve barış içerisinde yaşadığı ve bazı gayrı müslim esnafın gündüz vakitlerinde kepenkler indirdiği görülmekteydi.

Osmanlı arşiv kayıtlarında ulaşabildiğimiz sultan Abdülmecid döneminde hazırlanan bir tenbihname bize tenbihnameler ve içeriği hakkında yazımızda bahis ettiğimiz hususları açık bir şekilde göstermektedir:

Padişahımızın bazı camileri teşrifi ihtimal dâhilinde bulunduğundan herkes vazifesini en iyi şekilde ifa ede ve saygıda kusur etmeye. Ramazan’da her zamankinden daha dikkatli ve edepli davranıla. Kurallara uyula. Camilerde ve ötede beride oturanlara karışılmazsa da özellikle çarşı içinde, Bayezid’de ve Şehzadebaşı’na giden güzergâhta yol üzerinde dükkânlarda oturulmaya. Geceleri büyük caddelerde iskemle ile sokak aralarında ve halkın geçip gitmesine engel teşkil edecek şekilde oturulmaya. Araba aralarında dolaşıp arabalı ve arabasız gelen geçen kadınlara edep dışı davranılmaya ve arabalar Bayezid ve Şehzadebaşı’nda Sokak ortalarında durmaya. Kadınlar Sultanahmet, Şehzadebaşı ve Laleli Camii dışında diğer büyük camilere girmeye ve ayrıca namaz vakti haricinde vazifeliler haricinde buralara erkekler de girmeye. Kadınlar akşam ezanına bir saat kala evlerine döne ve iftardan sonra arabalı veya arabasız hiçbir surette sokaklarda dolaşmaya. Herkes her zaman olması gerektiği gibi özellikle Ramazan’da camilere gele, işi icabı bir yere gidip gelen hademelerden başka kimseler teravih namazında dükkânlarda oturmaya. Herhangi bir sıhhî özrü bulunmayanlar oruç tuta, bulunanlar da alenî bir şekilde oruç yemeye. Her zaman temizliğe dikkat edile ve bilhassa Ramazan’da buna daha çok dikkat edile, sokak ortalarına öteye beriye çöp dökülmeye… Bu tembihleri memurlar suret-i katiyede takip edecekler. Ola ki tembihe aykırı hareket edenler görülürse cezalandırıla!”

Tenbihnameler müslüman bir devletin sorumluluğunun ve ince medeniyet telakkisinin en somut örnekleridir. Bu hazırlıklar Ramazan ayının kutsiliği hususunda devletin ve halkın gösterdiği ehemmiyetin derecesinin bir ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ramazan ayının bereketli, huzurlu ve afiyette geçmesi bireysel imani bir mesele olduğu gibi aynı zamanda da İslam devletlerinin devlet felsefesinin ve sosyal devlet anlayışının en önemli meselelerinden biri olmuştur. Ramazan ayı sadece bir ay olarak düşünülmemiş ve sınırlandırılmamış, Ramazan ayı İslam devletlerinde Ramazanın başlangıcından aylar öncesinden başlamıştır diyebiliriz.

Umut Güner

Hacı Bektaş-ı Veli kimdir?

13. asır Anadolusu’nun büyük sûfî Türkmen şeyhi. Meşhûr Osmanlı târihçisi ve aynı zamanda Baba İlyâs’ın torunlarından Âşıkpaşaoğlu’na göre kardeşi Mintaş ile Horasan’dan gelen Hacı Bektaş, 1240’ta (II.) Gıyâseddin Keyhüsrev’in kötü idâresi dolayısıyla bozulan sosyal düzene bir tepki olarak doğan Baba İlyâs-ı Horasânî’nin önderliğindeki ve fiilî olarak Baba İshak tarafından başlatılan, Vefâî, Yesevî, Kalenderî, Haydârî ekollerine mensup Türkmenlerin katıldığı Babâî ayaklanmasında yer almıştır. Baba İlyâs’ın hayâtını anlatan mevsûk kaynak Menâkıbû’l-kudsiyye’ye (Yazılışı: 1358 – 1359) göre Hacı Bektaş bu âsî dervişin halîfelerinden birisidir. Mevlânâ’ya hasredilmiş Menâkıbû’l-ârifîn’e (Yazılışı: 1318 – 1353) göre ise onun halîfe-i has’ı ve gözde mürîdidir. Bu eserinde Ahmed Eflâkî, Hacı Bektaş’ı yakîne ermiş bir ârif olarak tanıtmış; fakat İslâm kâidelerine uymadığını da belirtmiştir. Bu sebeple ve büyük oranda sonraki asırlarda Bektâşî fıkrası olarak anlatılagelmiş, umumiyetle dinî kuralları tahfif eden hikâyelerin de tesiriyle Bektâşî meşreplilik haksız yere bir nevi dindışılık olarak görülmüştür. Bu ayaklanma sonrasında Sulucakaraöyük’e yerleşen Hacı Bektaş, ölümüne dek burada kalmıştır.

Âşıkpaşaoğlu’na göre, Hacı Bektaş’ın Hâtun Ana isminde, Bâcıyân-ı Rûm’a mensup mânevî bir kızı vardı ve bir tarîkat müessisi olmayan, müridleri olması için de çalışmayan Hacı Bektaş kendi öğretisi ve kerâmetlerini bu kadına emânet etmişti.

Hacı Bektaş’ın da diğer din uluları gibi soyu Hz. Peygamber’e çıkarılır. Yedinci imam Mûsâ Kâzım’ın Bağdat’ta öldürülmesi sonrasında onun Horasan’a giden neslinden geldiğine inanılan Hacı Bektaş, efsâneye göre öğrenim çağına gelince babası tarafından Hoca Ahmed Yesevî’nin müridlerinden Lokman-ı Perende’nin yanına verildi. Hacı unvânını alması da Lokman’la ilintili bir hikâyede geçer. Hacc için Mekke’ye giden Lokman, Kâbe’yi tavâf edip Arafât’a çıktığında, Kurban Bayramının arifesinde olunması dolayısıyla evinde bayram yemekleri hazırlanmış olduğunu düşününce, aklından geçenler transandantal biçimde Hacı Bektaş’a ulaştı ve o da geleneksel yemeklerle dolu bir tepsiyi Lokman’a iletti. Bundan sonra da kendisine Hacı Bektaş denilmeye başlandı. Hünkâr unvânı da Lokman’ın kendisinden abdest suyu istemesi üzerine secdeye varıp medrese zemininden su çıkartması dolayısıyla hocasının “Yâ Hünkâr!” diye bağırmasından gelir.

Gelenek, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’ye intikâl eden Tanrı vergisi kutsal emânetlerin halîfeleri tarafından kendilerinden birine devredilmesi istendiğinde bu ulu Türk’ün “Kendisine verilecek olan, onları almaya gelecektir” dediğini ve zihnî melekeleriyle bunu işiten Hacı Bektaş’ın tayy-ı mekân ederek yanına gelmesi üzerine Pîr’in onun saçını kazıyıp kendisine nasib vererek “Git, seni Rûm ülkesine gönderiyoruz, oturacağın yer olarak Sulucakaraöyük’ü veriyor ve seni Rûm abdallarına baş kılıyoruz, hemen var” diyerek Anadolu’ya yolladığını anlatır.

Menkıbevî anlatımlara göre Osman Gazi’nin kayınpederi olan Vefâî dervişi Şeyh Edebâlî de Hacı Bektaş’ın çevresindendir. Söylencelerin Osmanoğullarını Hacı Bektaş’la böyle bir kanaldan uyuşturma çabası ilginçtir. Bir taraftan Osmanlı târih yazıcılığı Selçuklu’nun resmî mirasçısı olduğu yönünde bir söylem geliştirip kurgularken diğer taraftan menâkıbnâme geleneğinin onları Selçuklu idâresini yıkmak üzere ayaklanan heterodoks Türkmen dervişleriyle bağlantılı göstermesi, üzerinde genişçe düşünmeye değer bir konudur. Vilâyetnâme’de Hacı Bektaş’ın Osman Gâzi’ye elifî taç giydirmesi, kılıç kuşandırması, tarîkat erkânınca önüne sofra yayması ve “Gün doğusundan gün batısına dek çerağın yansın” duâsıyla onu bir nevi takdis etmesi anlatılır. Tabiî en eski yazma nüshası 17. asra âit olan Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi’nin geriye dönük (retrospektif) bir kurgu olma ihtimâli de son derece yüksektir. Bu, Bektâşî gelenekleriyle yoğrulmuş Yeniçeri Ocağı’nın gücünden kaynaklanan bir kurgu da olabilir. Nitekim Vilâyetnâme, kurucu Osman dışında diğer ilk pâdişahlar neslini de türbesini yaptırmak, onarmak gibi fiillerle Hacı Bektaş’a iliştirmiştir. Osmanlı devletinin 16. asırdan îtibâren tanıdığı tek heterodoks tarîkat da Bektâşîlik olmuştur. Tarîkatın 13. asırda Kalenderîlik içinde ortaya çıkması sonrasında onu bu bağdan koparan, 1516’da öldüğü kabûl edilen ikinci pîr Balım Sultan’dır. (II.) Bâyezid tarafından dergâhın başına getirildikten sonra teşkîlât ve doktrinde değişikliklere gittiği bilinen Balım Sultan’la birlikte tarîkat Kalenderîlikten ayrılıp derlenerek sağlam bir taşra teşkîlâtına kavuşmuş ve Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar (1826) varlığını sürdürmüştür. II. Meşrûtiyet’le tekrar faaliyetlerine başlayan tarîkat 1925’teki tekke ve zâviyeleri kapatan kânunla resmî olarak son bulmuştur.

Göktürk Ömer Çakır

Kadim Şehir Kudüs ve Fethi

Yeryüzü, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren insanın varoluşunu tamamladığı ve devamlılığını sağladığı kadim şehirler ile doludur. İnsanoğlu kendi yaşam serüvenini inşa ettiği şehirler ve medeniyetler ile sağlamıştır. Şehir demek medeniyet demektir. Medeniyet kurmak zor ve sancılı bir tecrübe gerektirmektedir. Bu vesile ile insanoğlu tarafından kurulan şehirler; bir milletin ruhunun, hayat tecrübesinin, maddi ve manevi kültürünün yaşadığı ve hâkim olduğu yerlerdir. Her şehrin bir ruhu vardır. Şehre hâkim olan toplulukların dini ve milli değerleri o şehri anlamlandırır ve ulvîleştirir.

Kudüs’te yeryüzünde inşa edilen, değeri ve önemini asırlarca kaybetmeyen ender kadim şehirlerden birisidir. Kudüs’ü anlamlı ve önemli kılan başta İslamiyet olmak üzere semavi dinlerin ona atfettiği kutsallık ile birlikte siyasi, sosyal ve ekonomik yönleridir.

Kudüs tarihi süreçte birçok farklı dini ve etnik unsura ev sahipliği yapmış, birçok köklü kültürün barındığı ve iç içe yaşadığı bir şehir olmuştur. Sahip olduğu maddi ve manevi zenginliği nedeniyle birçok hükümdar ve devletin sahip olmak ve yönetmek istediği, bu uğurda da ciddi mücadelelere giriştiği bir şehirdir.

Kadim şehir Kudüs üç büyük semavi dinin izlerini taşımaktadır. Müslümanlar için ilk kıble, Museviler için Süleyman Tapınağının merkezi, Hristiyanlar için ise dünyanın merkezi ve Mesih’in ikinci kez döneceği yer olarak kabul edilmektedir.

Tarihi süreçte iki defa yok edilmiş, 23 defa işgal edilmiş, 52 defa saldırıya uğramış ve 44 defa da ele geçirilip tekrar kurtarılmış bir şehirdir Kudüs.

Müslümanlar tarafından Kudüs 638’de fethedildi. Rivayete göre Kudüs piskoposu Sophronius şehrin anahtarını sadece halifeye teslim edeceğini beyan etmiş ve bunun üzerine halife Hz. Ömer bizzat Kudüs’e gelerek şehri teslim almıştır. Tarihte “Ömer Fermanı” olarak bilinen ve inanç özgürlüğünün ile hoşgörünün emsali olan fermanı bu vesile ile burada yayınlanmıştır.

Müslüman yönetimi altında Kudüs en parlak dönemini yaşamıştır. Emevîler döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devletin merkezini Dımaşk’a nakletmesinden sonra Kudüs’ün önemi daha da artmıştır. Şehir Müslümanlar tarafından imar edilmiş, tarihine ve şanına yaraşır şekilde bir şehir olarak tüm imkanlar ile donatılmıştır. En önemli imar faaliyeti şüphesiz Emeviler döneminde inşa edilen Kubbetü’s-sahra ve bu dönemde tekrar tamir ve inşa edilen Mescid-i Aksâ olmuştur.

Malazgirt savaşı sonrası Anadolu’da güçlenen Müslüman Türk varlığı karşısında büyük bir telaşa ve endişeye kapılan başta Roma İmparatorluğu ve Kilise tarihe Haçlı Seferleri olarak geçecek büyük bir girişimi başlatmış oldular. Bütün Avrupa uluslarının vatandaşlarından oluşan ve eşsiz imkanlar ile donatılmış tarihin görebileceği en muazzam orduları meydana getirdiler. Bu muazzam ordunun en büyük gayesi Anadolu’da Türk varlığına son vermek ve başta Kudüs olmak üzere Müslümanların elinde bulunan kendi kadim kutsal şehirlerini tekrardan ele geçirmekti.

Haçlı ordusu 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçirerek burada bir Latin Krallığı ve papalığa bağlı bir kilise kurdu. Haçlılar başta evlerde ve camilerde olmak üzere şehirde ne kadar kadın, erkek ve çocuk varsa öldürdüler. Mescid-i Aksâ’ya sığınmış olan halkıda kılıçtan geçirdiler. Yaşanan bu facianın görgü tanığı olan tarihçi Raimundus, mâbedlerin bulunduğu bölgeye giderken cesetlerin ve dizlerine kadar çıkan kan birikintilerinin içinden geçmek zorunda kaldığını ifade etmiştir. Katliamda ölenlerin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte dönemin kaynaklarında Müslüman ve Musevilerin nüfusunun hemen hepsinin kılıçtan geçirildiği belirtilmektedir. Latin Krallığının egemenliği Kudüs’ün en karanlık dönemlerinden birini teşkil etmiştir.

Müslümanlar şehre tekrar sahip olmak için birçok askeri harekât düzenlediler ve kuşatmalarda bulundular. Müslümanlar ve Krallık Ordusu arasından birçok kez münferit çatışmalar yaşanmaktaydı. Son olarak Krallık Ordusunu bağlı bulunan askerlerin Müslüman kervanına saldırması sonucunda sabrı taşan Selâhaddin, 4 Temmuz 1187’de Hittîn mevkiinde yapılan savaşta Kudüs krallık ordusunu yok etti ve Kudüs üzerine yürüdü.

Bu sefer sırasında Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs’ün tarihi ve dini önemini aksettiren şu sözleri tarihe geçmiştir:
“Kudüs’ün, Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeyi muhasara etmek ve savaşın gerektirdiği yollarla şehre hücum etmek ve girmek istemiyorum.”
Eyyübi yönetimi altında Kudüs’te huzur ve refah hâkim oldu. Şehir eski günlerindeki gibi sosyal, siyasi ve ekonomik dirliğe tekrar ulaştı. Böylelikle şehir yaklaşık 145 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmiş oldu.

İlerleyen yıllarda Suriye topraklarında hüküm süren bir diğer Türk devleti olan Memlüklüler ile Eyyübiler arasında şehir birkaç kez el değiştirse de son olarak Abbâsî Halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın aracılığıyla Suriye’deki Eyyûbîler ve Memlükler arasında yapılan barış antlaşması ile Kudüs Memlükler’e bırakıldı. Memlüklüler’in Kudüs siyaseti de daha önceki Müslüman devletlerin izlediği politikalara benzer bir seyir izlemiştir. Memlüklülerde Türk-İslam mührünü Şehre vurmuşlar, şehrin imarı ve ihyası için gereken tüm donanımı sağlamışlardır.

XVI. asra gelindiğinde en parlak dönemini yaşayan Osmanlı devleti ve onun meşhur hükümdarı Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkmış ve Mercidâbık’ta Memlükler’e karşı zafer kazanmasının akabinde Kudüs Osmanlı Türkler’inin eline geçmiş oldu. Kudüs yaklaşık 4 asır Osmanlı yönetiminde kaldı ve Osmanoğulları da Kudüs’e tarihi önemine binaen gereken desteği ve önemi verdiler.

XX. asra gelindiğinde ise Birinci Dünya Savaşı’nın menfi sonuçlanması ve Osmanlı Devlet’inin inkıraza uğraması sonucunda Kudüs’te “Manda Yönetimi” hâkim oldu. Yahudi nüfusunun bu bölgeye ve şehre göçü hızlanmış ve ardından ilan edilen Balfour Deklarasyonu ile de Yahudi siyasi varlığı İngiltere tarafından bu bölgede desteklenmiş oldu.
Bu tarihten itibaren Kudüs günümüze kadar devam edecek olan sorunların yaşandığı karanlık bir şehir hüviyeti kazandı. Müslüman nüfus göç ettirilmeye zorlanmış, Müslüman ibadethaneleri zarar görmüş ve İsrail’in ardı arkası kesilmeyen zulümleri Kudüs’ü acı bir vatana dönüştürmüştür.

Kudüs başta Müslümanlar olmak üzere Müslüman yönetimi altında yaşanmış olan tarihteki parlak ve refahı yüksek günlerini tekrardan beklemektedir.

Umut Güner