Millet Olmanın Ruhu

Millet’in ne olduğu kavramsal olarak kesin bir şekilde açıklanamamıştır. Sözlüklerde genellikle ifade edilen tanım şu şekildedir: “Millet” kelimesi; “m-l-l” kökünden din ve yol manalarına gelmektedir. Mecazi olarak ehl-i millet manasına gelen millet kavramı Kur’an’da “din” (Hac, 22/78) Türkçe’de ise “ulus” ve “topluluk” anlamlarına gelmektedir (Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet Yay.). Millet (nation) kelimesine verilen bir diğer tanım: “Birbirlerine birtakım bağlar ile bağlanmış insanlardan oluşan topluluk” olmuştur.

Yani millet kelimesi tarihi tecrübede insan topluluklarının ortak tarih, dil, kültür ve gelenek ile inanç değerlerinin toplam bir bütününü içerisine almaktadır. Bütün bu unsurlar milletin yaşayabilmesi, dinamik bir şekilde devamlılığını sağlaması açısından önemlidir. Çünkü dil, tarih ve inançlar/ortak değerler bir milletin hafızasıdır ve beslendiği kaynaklarıdır. Tüm bu kavramlar kendi içerisinde özgün bir şekilde tamamı ile o millete ait olmalıdır ve benimsenmelidir.

Topluluklara millet olarak anlam kazandıran “ortak değerler”in bilinçli bir şekilde kavranması, “bir” olabilmemiz açısından son derece önemli ancak günümüz şartlarında bir o kadar da zor bir durumdur. İçinde bulunduğumuz zaman, evrensel kültürün hakim olduğu kozmopolit ve seküler bir dünyanın hakimiyeti altındadır. Bu sebeple milletlerin kendine has özgün tarih, dil ve inanç değerleri ortadan kaybolmaya yüz tutmaktadır.

İnsanlık tarihine baktığımız zaman ortak kültür alışverişlerinin olduğu bir gerçektir ve gereklidir. Olmaması düşünülemez. Diller, kültürler.. birbirlerinden etkilenir. Milletler bu durumda kendi bünyelerine uygun olanı seçerler. Ancak bizim burada kast etmek istediğimiz şey “kapitalist ve seküler”liğin hakim olduğu bu çağda, milletlerin ve bireylerin kendi iradeleri dışında, kendilerine ait değerleri hızla kaybederek anlamsızlaşma ve yok olmayla karşı karşıya kalmalarıdır.

Bizler büyük bir medeniyetin mirasçılarıyız. Ancak hiçbir şeyin kökleşmeye vakit bulamadan hızla değiştiği bu zamanda kökleşmiş bir değer dünyasına sahip olduğumuz halde her geçen gün bu kökleri bilinçli olarak veya olmayarak ya kendi ellerimizle söküyoruz ya da bunu seyrederek bir şeyler yapmıyoruz. Aslında bu şikayetler ve çözüm önerileri şu anda içinde bulunduğumuz  yüzyıla özgü şeyler değil. Millet olarak kendi benliğine yabancılaşma, birkaç yüzyıldan beri milli bir şuura ve davaya sahip olan münevverlerimiz için de büyük bir sorundu. O dönem aydınlarının yazdıkları ve kaygıları günümüz için de geçerliliğini maalesef korumaktadır. Birkaç yüzyıllık bu kaygımız maalesef devam etmekte ve bu durumu ortadan kaldırmak için kalıcı bir çözüm üretilmemektedir.  Bu durum tarih içinde kaygısı olan bu aydınlarımızın yaptığı birtakım faaliyetler, “Batılılaşma”yı yanlış anlamak gibi durumlar neticesinde daha da içinden çıkılmaz bir hal almıştır.

Türklerin en eski yazılı kaynaklarından olan Orhun kitabelerine baktığımızda Türklerin kendi milli değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalmaları tavsiye edilir. Bu çok önemli bir tavsiyedir. Millet olarak yönümüzü kaybettiğimiz bu zaman ve dünyada Cemil Meriç’in ifadesiyle “Pusula: Şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru.”dur. Bu şuurun hakkıyla kazandırılacağı yerlerden birisi de eğitim kurumlarıdır. Yani terbiye.

Eğitim hayatımızın büyük bir kısmında almış olduğumuz dersler, özellikle tarih dersleri, edebiyat dersleri, dil bilgisi dersleri gençlerde milli bir bilinç uyandırmıyorsa burada sorun nedir ve nerededir, araştırmak gerekmez mi?

Bir sorunu araştırırken, sorunun kaynağını bire indirmek zor ve hatta imkansızdır. Benim anlayışıma göre bir şey asla tek bir sebep yüzünden sorun halini almaz. İç içe geçmiş sistemler birbirlerinden etkilenerek belli bir sonucu doğurur. İçinde bulunduğumuz bu durumun tek sebebi eğitim değildir ancak bu durumun düzelmesinin eğitimden başlayacağı bir gerçektir.

Mehmet Kaplan Kültür ve Dil adlı eserinde şöyle söyler “Milletlerin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır.” Bizler, geleceğimizin yabancı tesirler altında kalmasını elbette istemeyiz. Bu durum, köleleşerek yok olmak demektir. Kendi tarihine, kendi diline, kendi değerlerine ve sanat dünyasına yabancı olan nesiller, ruhunu ve şuurunu yitirir ve kaybolurlar. Kendi Ben’inden uzak bir benlik arayışı içinde, bir bunalım haliyle mutsuz topluluklar haline gelirler. Sorunun kaynağı tek olmadığı gibi sonucu da tek bir alana yansımaz, pek çok alanı etkiler.

Eğitimin milli bir şuurla verilmesi ve milli bir şuur kazandırması bu nedenle önemlidir. Zamanın hızlı akışı içinde tutunabilecek bir dala ihtiyacımız var ve o dal bizi biz yapan, millet yapan ortak değer ve birikimlerimizdir. Özellikle de dilimizdir. Natıka ve mantık aynı kökten gelir. İnsanlar nasıl konuşurlarsa mantıkları da o doğrultuda şekillenir, öyle düşünürler. Belki de milli hazinemiz içerisinde sahip çıkmamız gereken en önemli şey dilimizdir, dilimizin eğitimidir. Dilimizi doğru bir şekilde, olması gerektiği gibi öğrendiğimizde artık tarihimizi de olması gerektiği gibi anlayacağımıza inanıyorum. Çünkü tarih eğitimi, olayların kronolojik sıralarını ve faillerini ezberlemekten çok daha fazlası olmalıdır. Tarih okumak, anlama ve yorumlama yeteneğini gerektirir ve milletimizin her bir ferdinde bu yetenek olmalıdır. Yine aynı şekilde edebiyat ve sanat eğitimi de yazar eser ezberlemek değildir. Bize yabancı olmayan bizi en iyi şekilde anlatan kavramlarla bizi tanımamız gerekmektedir. Bizi ancak bizim dilimizle ifade edebiliriz. Değerlerimizi, düşüncelerimizi, estetik ve sanat anlayışımızı ifade edebileceğimiz kavramlar yerleşmeli zihnimize.

Bugün her evde en az iki tane bulunan televizyonlara, herkesin mutlaka kendisine bir yer bulduğu sosyal medya sayfalarına baktığımızda bu amacımızın önünde büyük bir engel ve tehlike arz eden; özellikle de gençlere hitap eden dizi ve programların, sayfaların ve sanal gündemlerin bizim değer dünyamızla uzaktan yakından alakası olmadığı, hatta hiçbir değere sahip olmadığı ortadadır. Bizi biz yapan ne varsa, o kutunun ve sanal dünyanın içinde yok. Asla da olmayacak. Bir hocam şuna benzer bir şey söylemişti “Televizyon tamamen reklam içindir. Reklamların arasında program seyredersiniz. Programlar da reklamdır.”Aynı şey sosyal medya için de geçerli. Bu durum için “algı operasyonu” kavramı çok sık kullanılıyor. Milletler üzerindeki en etkili savaş silahı da bu olmalı. Reklam neyin reklamı olabilir ki? İzlediklerimizde yiyecek içecek reklamından çok daha fazlası var. Yemek kültüründen kıyafet kültürüne, temizlik anlayışından aile hayatına kadar hayatımızın basit görünen ama bizi biz yapan her anına korkunç derecede etkisi var bunların. Bu durumdan kurtulmak ve bu tehlikeyi aleyhimizden lehimize çevirmek de yine bizim elimizdedir.

Bugün milli değerlerimizi ve geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlere örnek olarak kimleri sunuyoruz iyi düşünelim, sosyal medya fenomenlerini mi?

Fatıma Güner

Victor Frankl ve Logoterapi Üzerine

Anlam”ı merkeze alan, yani “anlam kazandırma yoluyla tedavi”yi amaçlayan Logoterapi’nin kurucusu olan Victor Frankl, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1942’de Naziler tarafından ailesi ile birlikte toplama kampına gönderilmiş, ailesinin bir kısmını burada kaybetmiştir. Yine de güçlü kalmayı başaran Frankl, bu kampta, engellerle karşılaşsa da birtakım çalışmalar yapmıştır. Gözlemleri onun için önemli olmuş, eserlerinde ele alacağı farkındalıklar yaşamıştır. Yani bu kamp, Frankl’ın düşünce dünyasında ve akademik hayatında önemli bir yere sahip olmuştur.

Frankl’ın üzerinde durduğu en temel nokta, eserlerinden birine de adını veren “anlam arayışı” olmuştur. Anlamı aramak ve bulmak önemli bir durumdur ve Frankl Nazi kampındayken, insanların o şartlar altında bile bir anlama ihtiyaç duyduklarını ve o anlamı arayıp bulduklarını gözlemlemiştir. Yani insanı hayatta tutan, insanı bağlayan, rahatlatan, bir şekilde bir şeyleri aşarak bir anlama bağlanmak… Frankl Nazi kamplarındaki insanların içinde bulundukları anlam ve geleceğe dönük bir şeylere bağlanma duygusundan oldukça etkilenmiştir. Aslında her insan, her şartta o anlamı mutlaka bulabilir ve bulmalıdır. İnsanın en temel güdüsü, anlam arayışıdır Frankl için. Her insanın dünyasında, kendi anlamı mutlaka vardır.

Logoterapi, bu noktada anlamları bularak, anlamlar yoluyla tedavi etmeyi amaçlayan bir psikoterapi yöntemidir. İnsanın anlamları ararken, ne olursa olsun, hayatıyla yüzleşmesi ve sorumluluk alması sağlanır. Acı olan olaylardan da bahsedilebilir. Bunlar da anlamlıdır.

 Bu düşünce psikoterapi yoluyla anlam arayışında olan geleneksel ekollerden farklıdır. Frankl’ın bu görüşü her şeyin merkezine iç güdüleri alan Freud’a, gücü koyan Adler’e, kendini gerçekleştirmeyi koyan Maslow ve ihtiyaçlar hiyerarşisine karşı çıkıştır. Bu karşı çıkış onları tamamen yok saymak anlamında değil, eksiklerini giderir bir biçimde olmuştur. Freud’un öne sürdüğü haz, anlam bulunduktan sonra gerçekleşir, Adler’in gücü ise araçtır anlamı bulabilmek için.

İnsanı anlamsız bir hale getiren şey, anlamsızlık duygusu, Frankl’da “varoluşsal boşluk” olarak karşılık bulur kendisine. Özellikle çağımız için düşünüldüğünde, bir şeylerin köklerinin tutmasına fırsat kalmadan hızlıca değişmesi, insanı varoluşsal boşluğa, yani anlamsızlığa doğru sürüklemektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, kurumlar, toplumsal, bireysel, ekonomik… Bir şekilde bir yerlerden çekilip alınan anlamlar hayatın geri kalanına da yansır. Yaşadığımız çağ, hepimizi anlamsızlıklara boğuyor. Televizyon programları, kitaplar, dergiler, sınavlar, karşılaştığımız insanlar… bir şekilde olması gerekenden uzaklaştırıyor, bizi yoruyor, yalnızlaştırıyor.

İnsanların toparlanması, anlamı arayıp bulmalarına bağlıdır. Bu anlam arayışında Frankl’a göre ise insanı yönlendiren, vicdandır.

Psikoterapi ve Din kitabında şöyle söyler Frankl:

“Sanayileşme aynı zamanda bir kentleşme yaratır ve insanı geleneklerinden ve gelenekleri kanalıyla tarif edilen değerlerinden yabancılaştırarak köksüzleştirir. Bu koşullar altında, bilimsel araştırma sonuçlarının da gösterdiği gibi, özellikle genç neslin anlamsızlık duygusu yaşaması doğaldır.” Bu bilgileri verdikten sonra Frankl “bağımlılık, saldırganlık ve depresyon üçlüsünden oluşan ve temelinde anlamsızlık duygusunun yatmış olduğu kanıtlanan kitle nevrozu sendromuna” işaret eder.

Başka bir paragrafta ise şunları söyler:

“Öyle veya böyle eğitim sorumluluk alma eğitimidir; bugün bu her zamankinden daha fazla geçerlidir. Bolluk toplumunda yaşıyoruz ve bu bolluk yalnızca maddi varlıkların bolluğu değil aynı zamanda bir bilgi yüklemesi bilgi patlamasıdır. Çalışma masalarımızın üzerinde giderek artan sayıda kitap ve dergiler birikiyor. Sadece cinsel anlamda değil, çok farklı uyaranlarla karşılaşıyoruz. Kitle iletişim araçlarının uyarı yüklemesi karşısında ayakta kalmak için insan neyin önemli neyin önemsiz olduğunu, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu, kısacası neyin anlamlı ve neyin anlamsız olduğunu bilmek zorundadır.”

Fatıma Güner

Eski Defterin Hikayesi

Lisedeyken aklıma gelenleri yazdığım bir defterim vardı. Kenarından lastikli, kırmızı kaplı ama dayanıksız hemen dağılan bir defterdi. Hemen dağılması ve o dağınık görüntüsü hoşuma da gitmiyor değildi. Genelde yalnız takıldığım için defterimi de yanımda taşırdım, bir şeyler yazardım… Beni çok gaza getirmişler bu konuda. Şiirler yaz, sözler yaz, makaleler yaz diye… Sonra bir hocama göstermiştim yazdığım şiirlerden birini, kadın kısmından şair olmaz demişti. O şiirimden utanmıştım, yok edip ortadan kaldırmıştım. Çünkü bozulmaya hazır değildim, kendime o kadar güvenim yoktu, baş edemeyeceğimi düşündüm. Kaldı, yazmadım bir daha şiir falan. Ama şimdi keşke atmasaydım diyorum.

Sonra başka bir edebiyat hocam defterimi istemişti benden. Nasıl mutlu olmuştum, nasıl sevinmiştim anlatamam. Hep bunu bekliyormuşum demek ki. Defteri verdim, sonra adamı her gördüğüm yerde sormaya başladım hocam okudunuz mu? Sanki adamın işi gücü yoktu. Benim de sesim konuşurken titreyerek çıkar bâzen, insanlar da ağladığımı düşünür. Hocam da okumadığı için üzüldüğümü sanmış, benden özür dilemişti. Ah ne ince davranıştı! Aklıma geldi şimdi unutamıyorum. Daha sonra okuduğunu söyledi, ilgilendi yönlendirdi. İnanın çok mutlu olmuştum. Gerçekten kendime güvenim artmıştı o an. Ben bir şeyler yapabilirim diyebildim. Her an, her zaman yazmak okumak istemiştim. Sonra devam ettim yazmaya. Ama neden bilmiyorum, o deftere değil. Saçmaladım belki çoğu zaman ama yazdım, denedim.


Şimdi bunları neden yazıyorum? Az önce defterimi buldum. Açtım yazdıklarımı da okudum. Ve kimsenin görmediği şu odamda yüzüm kızardı. Ben bu defteri mi verdim koskoca edebiyat hocama! Bu cümleler mi? Allahım ben mi yazdım nasıl yazdım niye yazdım… Derken tekrar baktım. Aslında ben bunu iyi ki yaptım… İyiki yazdım düşüncelerimi. Kendimi tanıyorum. Kendimi anlıyorum. İçinde bulunduğum şartlar bana neler hissettirmiş, neler anlatmış… 16 yaşındaki Fatıma… Şimdi yıllar geçmiş. Ben değişmişim, fikirlerim değişmiş. Bir fikre saplantılı bir şekilde bağlanmamayı öğrendim. Defteri bir kez daha alsam elime yine utanır okuyamam belki sonuna kadar; ama bana değişmekten korkmamayı öğretenleri unutamam. O defterde cesaretin izleri de var. Ve son olarak; bir şeyler yapmaya çalışanın elinden tutmak lazım. Elinden tuttuklarınız sizi asla unutmaz.

Fatıma Güner

Hümeze Suresine Felsefi Bir Yorum Denemesi

İlahiyata başladığım seneden itibaren mezun olmamın yaklaştığı şu günlere gelene kadarki dört yıllık süre içerisinde, anneannem beni ne zaman görse bana kısa surelerin anlamını sorar. Ama en çok neyi sorar biliyor musunuz? Hümeze suresi. Ne anlama geliyor ne anlatmak istiyor diye. Bunu neden ısrarla sorduğunu hiç anlamamıştım. Bir tane meal açar manasını okurdum. Ama şunu çok iyi anlamıştım oturup hep beraber bu sureyi iyice anlayana kadar okuyup okutmamız, anladıktan sonra herkese anlatmamız gerekiyor.

“1-2 – Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline!

3- Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır.

4- Hayır, andolsun ki, o hutame (cehennem)ye atılacaktır.

5- Hutame’nin ne olduğunu bilir misin?

6-7 – O, kalplerin içine işleyecek, Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir.

8-9 – Cehennemlikler, dikilmiş direklere bağlı oldukları halde, o ateşin kapıları üzerlerine kapatılacaktır.”

Hümeze suresinin konusu ahlak ve ahlakî yozlaşmadır. İnsanların birbirlerinin arkasından konuşmasını, kaş göz işaretleriyle alay etmesini, birbirlerinde kusur aramasını, karalamasını, gıybet etmesini, malından dolayı kibirlenerek başkalarını küçük görmesini ahlaksızlık ve günah sayar.

İnsanların bu tavırlarının altında yatan en önemli sebep de “kibir”dir. Kibir ise yine Kur’anda yer alan büyük günahlardandır. Kuranda pek çok yerde insana kibirlenmemesi gerektiği hatırlatılır.

Kur’an’da insanların birbirlerinin ayıplarını aramaları, arkasından konuşmaları ve birbirlerini küçümsemeleri kesin olarak yasaklanmıştır. Bu hem sosyal hayatın düzeni, hem insan psikolojisine etkisi açısından, hem de kişinin haddini bilmesi açısından önemli bir yasaktır.

Ancak  bu duruma hiç ama hiç dikkat etmediğimizi söylemek yanlış olmayacaktır. Bütün hayatların gözler önüne serilmesi gerçeğiyle beraber özel hayat kavramının tartışmalı hale geldiği ortada. Sınırlarımızı biliyor muyuz peki? Özellikle hayatımızın neredeyse tamamı olan sosyal medyada başkası hakkında yazdıklarımızı silince bunun yanlış olmadığını düşünüyoruz, oysa yaptığımız her şeyden sorumluyuz.

Oturup birbirimizin özel hayatlarını tartışıyoruz.

Başkasının arkasından belki duysa bir daha asla yüzünüze bakmayacağı sözler söyleyip yanınıza yaklaşınca gülüyorsunuz mesela.

Bir şekilde sahip olduklarınız kendinizi büyük görmenize yol açıyor.

Mal sahibi olan insanlar malından dolayı saygı gördüğünü, malın kendilerini yücelttiğini sanıyor, başkalarını küçümsüyor…

Ama şekil açısından herkesten iyi olmaya çalışıyorsunuz.

Ama hem kalp kırıyor hem de kalbimizi kırmalarına müsaade ediyoruz.

Müslümanlar bu durumda mutlu hissetmezler.

Başka din mensupları da hoşlanmaz.

Ateist bireyler de nefret eder bunlardan.

Söylemek istediğim bunlar, yani insanlarla alay etmemek ve küçümsememek tek bir dine ait kurallar ya da sadece dinî kurallar değil. Bunlar evrensel, herkesin uyması gereken kurallar.

Şu sıralar staj için gittiğim okulda 8. sınıflara dinler ve dinlerin evrensel öğütleri konusunu anlatıyorum. Önce dinlerden bahsetmem gerekiyor, özelliklerinden, kavramlardan kısaca bahsedip geçiyorum. Çünkü asıl anlatmak istediğim nokta kavramların ezberlenmesi değil.

Asıl anlatmak istediğim nokta dinlerin evrensel öğütleri, ahlakî öğütleri.

Asıl anlatmak istediğim şey birbirlerinin arkalarından konuşmamaları, birbirleriyle alay etmemeleri, birbirlerini küçümsememeleri gerektiği.

“Gıybet” dedikleri şeyin eğlenceli bir şey olmadığını anlatmak istiyorum.

Kalp kırmamaları incitmemeleri gerektiğini söylemek istiyorum.

Bunun için Müslüman olmalarına ya da herhangi bir dine inanmalarına gerek olmadığını, insan olarak uymaları gerektiğini anlamalarını istiyorum.

Müslüman bireylerin Kur’an’daki şekillere takılmak yerine öze inmeleri gerektiğini, Kur’anın evrensel bir ahlak kitabı olduğunu anlamaları ve hayatlarında uygulamak zorunda olduklarını anlatmak istiyorum.

En önemlisi, sadece insan olarak sınırlarını bilmelerini, davranışlarında ölçülü olmalarını istiyorum.

Fatıma Güner

Din ve Psikolojik Baskı

Baskıcı ve insanı yorarak hakim olan, katı ve itici din anlayışından “kalbin temiz olsun gerisi önemsiz” diyerek hakim olan, tamamen serbest bırakan ve sanki biraz da ibadet ve bütün kuralların sistemlerinin ortadan kalktığı din anlayışına hızla ilerliyoruz ve geldik galiba… Bu biraz da kendi özeleştirim olacak. Gerçekten kim doğru kim yanlış bunun ortasını bulmak ve anlatmak o kadar zor ki. Söz konusu din olduğunda herkesin isyan edecek bir noktası muhakkak var. Benim de var eminim senin de var. Kadına yönelik sakallı sakallı amcaların söylediği laflara, çocuklarla ilgili yapılan edilen susulanlara, kendini cennetlik ilan eden, biz gibi cehennemliklere(!) cennete gönderen kefen satanlara falan..

Şarkıdaki gibi hepimizin “itirazı var”  Evet diyordum ki, isyan ediliyor din ile ilgili her cümleye. Yeter ki içinde dini bir kavram veya kurum adı geçsin. İsyan çok ağır bir kelime mi? Ben daha uygununu yetmeyen kelime hazinemden dolayı bulamadım. Varsa onu siz getirebilirsiniz. Bunu algı operasyonu olarak adlandırabilirsiniz. Mükemmel derecede de işliyor. Bazen ben bile kendimi o noktada bulabiliyorum. İyi de neden? Nedenini tek bir kelimeyle tek bir cümleyle ya da sayfayla anlatmak zor.

Güncel için konuşabiliriz. Her konu herkesin gözü önünde alelade bir biçimde konuşuluyor. Saat sınırlaması ve tartışma ortamının hakim olduğu tv programlarında meramınızı çok kolay anlatamazsınız değil mi? Veya sosyal medyada yazdıklarınızı herkes sizin istediğiniz gibi de anlayamaz. Bir cümlenizi cımbızla çekip alarak başına # şöyle bi işaret koylarlar anında gündem olursunuz saçma bir cümleyle. Sonra şöyle sesler yükselir “Gerçek İslam bu değil?, Bunlar islamı lekeliyorlar” Asıl sorun da bu zaten. Gerçek İslam ne?
Çok eşlilik ile ilgili bir site varmış. Türk erkekleri yarısını oluşturuyormuş. Eğer adamın ikinci bir hanımı geçindirecek maddi gücü varsa alabilirmiş şu an evli olduğu eşine sormasına gerek yokmuş, Allahın izin verdiği bir şeymiş. Bu gerçekten öyle miymiş? Bu beni çok rahatsız ediyor ama…

Ve şuna bakalım;
Biri çıkıp zinaya yaklaşmayın dediğinde hemen bir grup isyan ediyor “sevgi ve aşkı siz nasıl yok sayabilirsiniz, size ne, gerçek islam bu değil” evet size ne bize de ne ama biri çıkıp zinaya yaklaşmayın dediğinde gerçek islam bu değil demek…yani peki gerçek islam ne? Ve burada eklemek zorundayım, her isyan haklı mıdır, düşünme ve akletme neticesinde mi var olmuştur?

Zaman ve zemin değişiyor. Bu kalıbı üniversitede çok duydum ve sınavlarda cevap kağıtlarıma bolca yazdım. Değişen zaman ve zemin… 2018 yılındayız ve aslında 1 yıl geçerken zaman 1 yıl değil belki 10 belki 100 yıl hızında değişiyor. Yani artık her şey çok hızlı değişiyor. Çok çabuk olup bitiyor. Kökleşen bir şeyler bulmak çok zor. 1000 yıl öncesinde olmadığımızı biliyoruz ama yine de 1000 yıllık mevzuları ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyoruz. Bu bir sorun. Ama bunu ortadan kaldırmak, bundan kurtulmak için ne görsek ona buna isyan ediyoruz. Bazen bunlar “akletmez misiniz” ayetleri kullanılarak yapılıyor. Ya bir tek bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama sanki düşünmeyi de çok istismar etmedik mi? Bunun bir yolu yordamı olmalı. Var belki de herkes de biliyor, uyguluyor da öyle isyan ediyor. bir ben bulamadığımdan böyle kaldım bocalar halde…

Fatıma Güner

Kadın Olmak, Feminizm ve İslamiyet

Hayatın her yerine, her alanına ve herkese söylemek istiyorum aslında, nerede durursanız durun, şu hayatta insanlara yapılacak en büyük kötülüklerden biri cinsiyetçi söylemlerdir. Cinsiyet üzerinden ötekileştirmek. İnsan olamamak demek bu. Bu durumdan belki de en fazla rahatsız olan kadınlar… Ama şimdilerde bu durum nasıl aşılmaya çalışılıyor merak ediyorum doğrusu?

Bakalım..

Kadın olmak aşağılanacak bir şeymiş gibi, erkek olmak yüceltilecek bir şeymiş gibi düşünülüyor. Bizim toplumumuzda hep böyledir de bu zaten. Kadın ağzını açsa ayıplanır..! “Kız gibi olmak” diye bir deyim var, genelde bir erkeğe hakaret anlamında kullanılır. Bir arkadaşım vardı, kız gibi ağlamazdı mesela ne büyük bir meziyet(!)

İlkel kabilelerden bu yana, tarih boyunca neredeyse bütün dinlerin yorumlarında kadına kötü sıfatlar verilir. Kadın yüzünden cennetten kovulduğuna inanan dindarlar, kadın eşittir şeytan algısı oluşturdular. Malesef böyle hikayelerle büyüyen nesiller çoğaldı.

Kadın dövülüyodu değil mi?

Öne çıkan bütün din “adam”larının erkek oluşunun ve yaşadıkları çağın kadına bakışının bu yorumları bu şekilde etkilediğini de düşünmüyor değilim.

Ama neden?

İnancıma göre Allah/Tanrı/Yaratıcı bir cinsi öteki cinse üstün kılmamış, erkeklere de kadınlara da eşit sorumluluklar yüklemiştir. Biyolojik farklılıklar bir kenarda dursun, biyolojik açıdan farklı oluş kimseye üstünlük kazandırmaz. Kadına da erkeğe de. Ama vatandaş er kişinin üstün olduğuna, kadının da onun kölesi olduğuna öyle inanmış ki, kadın ne yaparsa yapsın suç.

Bakın ben rahatsız olurum mesela bizim toplumumuzun şu yapısından: Sofra kurulur erkekler yer kalkar, kadın sofrayı toplar bulaşığı yıkar o arada erkeğin çayını hazırlamak zorundadır, servis eder, meyvesini sunar, çerezini verir, o bu şu..!

Kendine ayrıcak vakti?

Yok.

Buna itiraz etmek, büyük cesaret bu aslında. Ayıplanırsın anında, kötü gözle bakarlar sana. “Ay ev de çekip çeviremezsin sen şimdi!”

Biraz boğulduğumu hissediyorum. Bütün ötekileştirmelerden…

Ama şimdi bir hapis daha var ki kadın için beni daha çok rahatsız ediyor: Modern çağın “izm“leri.. İzmler adı altında kadını hapsedenler yâni.

Anladınız değil mi?

Bir de şunlar var, kadını iyice aptal gibi gösteren moda, yemek, evlilik programları… Bunlar ne yapıyor biliyor musunuz? Kadını pohpohlayarak aptallaştırıyor, kadın kendisi de aptal olduğuna inanıyor, inanmasın da ne yapsın canım?

Filmin birinde “ökkküüüz” gibi davranan bir erkeğin kendini sahiplenişine aşık olan premses başka ne ister ki?

Ya da dizilere bakınca yakışıkklııı, zengiiin, akılllııı, iş adamıııı erkeğin aptal aşığı esas kızımız…

Ama dur bir dakika, ya kızın elbisesi çok hoş değil mi?

Hepsi hikaye, aslında mesele kadın olmak da erkek olmak da değil. Mesele insan olabilmek. İnsanca yaşayabilmek. Bu programlarda ya da bu bağnaz algılarda ayaklar altına alınan kadının onuru değil ki, insan onuru.

İnsan, insan olanın bu kadar aptal olmasına dayanamıyor.

Fatıma Güner

Seküler Müslüman Yaşam Olur Mu?

Kur’an-ı Kerim’in 103. Suresi zamana yemin ederek başlar. Zaman önemli bir kavramdır. Her şey zaman içinde gelişir ve değişir. Zamanın kontrolünün elimizde değil bunu biliyoruz. Bu yüzden yaşadığımız her an bir öncekinden daha dolu ve değerli olmalıdır. Oysa bizler, her şeyin hızla değiştiği; değişirken de değer kaybettiği bir “zaman” diliminin içerisindeyiz. Değişim olmamalıdır demek gibi bir lüksümüz yok, değişim olmalıdır ve olacaktır.  Burada dikkat edilmesi gereken “ölçü” kavramıdır. Biz Müslümanlar İslam’ın “ölçüye” verdiği önemi unutarak sürdürmekteyiz hayatlarımızı. Ölçünün kaçması, eksik veya fazla, erken veya geç yaşanan olaylar ile değişm ve gelişmeler bir ölçü içinde yaratılmış olan alem ve insana ters gelmektedir.  Böylece maddi ve manevi olarak her şey değerini kaybetmekte, içi boş birer söz olarak kalmaktadır. ‘Kelimeler semboldür, asıl olan manadır.’ Ve maalesef ki günümüzde içi boşaltılmış semboller yığınıyla uğraşmaktayız.  Burada kelimelerin değersiz olduğunu değil hak ettiği değerin verilmediğini söylemek, insanların içinde bulunduğu bilinçsizlikten bahsetmek istiyorum.

 İslam’a -yani dinimize-, dinimiz derken ne kadar bilinçli bir şekilde sahipleniyoruz? Günümüzde dindarlık; çevreden gelen, geleneksel olmuş, anne ve babadan bilinenlerle yaşanan hayat tarzı durumunda. Neyi neden yaptığını bilmeyen insanlar, karşılarına gelecek en ufak sorgulamada durup bir şey söyleyemiyorlar.

Modernleşen, ilerleyen dünya, bireyi kendi iç dünyasından uzaklaştırırken aynı zamanda en büyük zararı onun maneviyatına veriyor. Bu çağ, maddi hazları ön planda tutan bir çağ.  Bu maddi hazlar, kalbimizin üzerini kaplayan dikenler gibi; kalbimize ulaşmamız, İslam’ı hak ettiği gibi yaşamamız, yansıtmamız konusunda bize engel olmakta. Yani “hüsranda”yız. İslam’ı hissetmeden ve yaşamadan anlatmak, yeterli bir durum olmayacağı gibi korkunç derecede insanın kendisiyle çelişmesidir.

XXI. asırdayız ve kendimi bildim bileli %99’u Müslüman olan bir ülkede yaşadığımız iddia ediliyor. Sokağa çıktığımızda karşılaştığımız insanların büyük bir kısmı “ (elhamdülillah) müslümanım” cevabını verecektir şüphesiz. Bu cevaptan sonra kişinin Müslüman olmadığını söyleyemeyiz. Kalplerde olanı yalnızca Allah bilir. Ancak merak edebiliriz, üzerinde düşünebiliriz; %99’u için Müslüman diyebildiğimiz bu toplumda neden hırsızlıklar, yalanlar, iftiralar, gayri ahlaki olaylar, faiz, rüşvet, haram para, kumar, cinayetler ve sair fazlaca gündeme gelmekte? Müslüman olduğunu iddia eden insanlar, nasıl namazlarını bitirir bitirmez dedikodu yapabiliyorlar, biraz daha fazla para kazanabilmek için haram yollara başvuruyorlar, Müslüman kardeşleri öldürülürken televizyondaki haberleri hiçbir şey hissetmeden film gibi izleyebiliyorlar?   Pek çok cevap verilebilir. Verilebilecek cevaplardan biri de basitçe : Bilinçsiz bir şekilde yaşamak olacaktır. Kelimelerin içi bilinçsizlikle boşaltılır.

 En baştan başlayalım düşünmeye. Müslümanım diyen bir insan, neye, ne kadar ve ne için inandığının farkında mıdır? Müslümanım demekle neyi kastettiğini biliyor mudur? Biz biliyor muyuz Müslüman olmanın ne demek olduğunu?

Kelimeleri kısaca inceleyecek olursak;

 İslam: Teslimiyet anlamına gelir. Müslüman ise teslim olan kimse demektir. Allah’a teslim olmak açısından tüm varlıklar ona teslimdir, bu zaruri Müslümanlıktır. Ancak bu zaruri Müslümanlık iradeye ve bilgiye dayalı olursa değer kazanır.

“اللَّهُ إِلَّا إِلَهَ لَا أَنَّهُ فَاعْلَمْ” Bil ki Allahtan başka ilah yoktur.                 

(Muhammed/19)

Yukarıda verdiğimiz Muhammed suresi 19. ayette de ilk aşama “BİL” kısmıdır. Teslim olmadan önce kişinin neye teslim olacağını bilmesi gerekir. Taklidi seviyede kalarak değil, tahkiki bir iman oluşması için bilmek önemlidir. Kelime olarak bilmek değil, kelimenin özünü kavrayarak bilmek gerekir doğru bir yaşayış için.

Allahtan başka ilah yoktur demek; Allahtan başka hiçbir şeyi ilah konumunda kabul etmemek, Allahın hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmemektir.

İşte bu bilincin kavranması gerekiyor. Sözde kalmamalı; hem mana anlaşılmalı hem de kişinin kendi hayatına yansımalıdır. Sadece akılla değil, kalp ile de bilinmelidir. Kalp ile bilmek; ilgi ile başlayan bilme sürecinin aynı zamanda muhabbete dönüşebilmesidir.

Bildiklerimizi yaşamamız, dinimizi en güzel biçimde temsil etmemiz gerekir. Bunun için ise önce kul olmak yani Allah’ın iradesine teslim olmak gerekir. Allah’ın iradesine bilinçli bir şekilde teslim olmadığında kişi kendi çıkarlarının temsilcisi olur. Bilinç, insanın nefsi ile savaşırken kullanacağı bir silahtır da diyebiliriz. Burada Hz. Ömer’in sözü aklıma geliyor “Dininizi iyi öğrenin, yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz.” Adalet timsâli Hz. Ömer’in bu vechiz sözü, bilincin bir müslüman için ne derece bir önem arz ettiğini belirtmesi bakımından ehemmiyetlidir.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl, inancına göre yaşayanlar değil de yaşadığını inanç olarak belirleyenlerle dolu. Bu durum büyük ölçüde kişinin kendi çıkarlarına göre hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Yusuf İslam “Müslümanlara baksaydım Müslüman olmazdım.” sözü beni fazlasıyla düşündürüyor. Müslümanların teslimiyetten uzak olan yaşantısı İslam’ın yanlış tanınmasına yol açmaktadır.  Müslüman’ım diyen bir insan hayat tarzına dönüp bir bakmalı, kendisini sorgulamalı ve yazımızın başlığında belirttiğimiz gibi aynada kendini görmelidir. Dini ne kadar yaşıyor? Kur’an ne kadar hayatında? Hz. Peygamber’i ne kadar örnek alıyor? Bu gibi her müslümanın kendisine sorması elzem olan soruları kendisine sormalıdır, yani sadece lafta kalmamalıdır. Çünkü lafta kalan Müslümanlık , Müslüman kelimesinin vermesi gereken teslimiyet ruhunu yok etmiş bir Müslümanlıktır.

Bugün İslam dünyasının toparlanması, Müslüman bireylerin kendine çeki düzen vermesiyle başlayacak. Bir şeyler yapmalıyız artık diyenler değil, neden bu yolda olduğunu bilenler, bilinçli bir şekilde bir şeyler yapanlar İslam dünyasını toparlayacaktır ve kendini geliştiren bireylerle gelişmiş bir toplum oluşacaktır.

İlk emri “Oku!” olan teslimiyet dininde, elbette ki kulların okuması -çok okuması-, Yaratan Rabbin adıyla okuması, araştırması, düşünmesi ve sorgulaması özetle bilinçli olması beklenecektir. Bilhassa dinin doğru anlaşılması ve yaşanması ile düzenli bir toplumun oluşması ilim öğrenmek ile olacaktır. İlim öğrenmek ise kadın-erkek her müslümana farzdır.

Bilinçli ebeveynler, bilinçli çocuklar yetiştirir. Bu durum bilinçli nesillerin habercisidir. Eğitimin ve özellikle de din eğitiminin temeli ailede başlar. Dünyevî ve dini ilimlerin bir arada birbirleriyle ilişkileri açıklanarak aktarılması, anlaşılması gerekir. Dini hükümlerin doğru ve eksiksiz bir biçimde uygulandığı, ahlaki emir ve yasakların uygun bir şekilde yaşandığı ailede büyüyen çocuk ancak bilinc sahibi olacaktır ve kendisine söylenen sözlerin manasını da kavrayacaktır.

Aileden sonra ise ikincil olarak kişiyi/bireyi sosyal çevresi etkiler. Ancak küçük yaşlarda oluşturulan sağlam karakter ve doğru din algısı kişinin bilgi ve imanının koruyucusudur. Böyle yetiştirilen kişi hızla geçen zamana yenik düşmeyeceği gibi çevresi için eşsiz bir nimet olarak da görülebilecektir. Bu sebeple bağlı bulunduğu toplum ve sosyal çevresindeki parazitlerden menfi manada etkilenmeyecektir. Çevre tarafından etkilenen değil çevresini etkileyen olacaktır.

Bilerek, bilinçli bir şekilde iman eden, iman ederek Salih amel işleyen, Salih amel işleyerek hakkı ve sabrı tavsiye edenler hüsran içinde olmayanlardır.  Hüsran içinde olmayanlar ise Asr suresinde işaret edilen “müstesna” kimselerdir.

Peki biz Asr suresindeki “müstesnalar”dan olabilecek miyiz?

Fatıma Güner

Çocukta Dini Duygu Gelişimi

Yeryüzünde insanın bulunduğu her zamanda ve mekânda din var olmuştur. İnsan, bağlanma ihtiyacı olan, aynı zamanda belirli durumlar karşısında gücü yetmeyen, aciz bir varlıktır. İnsanda bulunan bu ihtiyaç ve hâl, onu çeşitli üstün güç arayışlarına yöneltmiştir. Bu da bize gösteriyor ki inanç bir ihtiyaç olarak hep vardır ve var olmaya devam edecektir. 

Peki, insanlık tarihi boyunca var olan, insan hayatının vazgeçilmez bir yanı olarak kabul ettiğimiz din ve dinî hayat nedir? Din kelimesinin sözlüklerde geçen anlamı “yol, mezhep, millet, kanun, itaat” şeklinde karşımıza çıkar. Terim olarak ise dinin tanımını yapmak çok kolay değildir. Her alan ve kişi kendi bakış açısı ve öncelikleriyle dini açıklamaya çalışmışlardır. İslam dini ve kültüründe din “Akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği şeyleri kabule çağıran ilahi bir kanundur.” (Seyyid Şerif Cürcani) şeklinde tanımlanmıştır. Yani dinimiz bizim yaşam tarzımızdır, takip ettiğimiz yolumuzdur ve bu yolda kuralları koyan Allah’tır. Buna inanır, buna iman ederiz.

Allah’ın koymuş olduğu İslam yolunu seçtikten sonra, bu yolda yürürken hayat tarzımızın da uygun hâle gelmesi gerekir. Allah izin verirse de doğru yoldan sapmayız. Biz bu yolda yürürken isteriz ki ailemiz, evlatlarımız da izimizden gelsin. Hz. İbrahim’in her anne-babanın yürekten amin diyeceği bir duası vardır: “Rabbim, beni namazı hakkıyla eda eden bir kimse eyle! Zürriyetimden de böyle kimseler var et! Rabbimiz, duamı kabul buyur.” (İbrâhim, 14/40.) Bu çok güzel bir dua, hayırlı bir istektir ancak çocuğumuzu bu yolda yürürken desteklememiz gerekir. Anne-babaların, öğretmenlerin, bir çocuğa dinî eğitim verirken çocuğun gelişimine zarar vermeden onun hangi dönemde nasıl özelliklere sahip olduğunu bilerek yaklaşım geliştirmeleri gerekir.

Öncelikle belirtmeliyiz ki Müslüman düşünürlere göre din duygusu çocukta doğuştan var olan bir duygudur. Dinî inancın tohumları insanın benliğinde bulunur. İslam kültüründe bu durum “fıtrat” kavramıyla anılır. Bu görüşü destekleyen unsurlardan bir tanesi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hâli konuşma çağına kadar devam eder. Sonra ebeveyni onu Yahudi, Mecusi ya da müşrik yapar.” hadis-i şerifidir. Gazali, insan ruhunun yaratılış itibarıyla Allah’ı bulacak güce sahip olduğunu kabul eder. İbn Haldun da çocuğun doğuştan kabiliyetle geldiğini ve bunun geliştirilmesi gerektiğini söyler.

Dinî duygunun gelişimi açısından büyük bir öneme sahip olan yaş grubu 0-6 yaş aralığıdır. Bu yaşlar erken çocukluk dönemi olarak da adlandırılır. Bu dönem, çocuğun hayatında büyük bir öneme sahiptir. Normal şartlar altında dünyanın her yerinde bu yaş grubundaki çocuklar, benzer yaşlarda benzer gelişim özellikleri gösterirler. Din duygusunun gelişimi; fiziksel gelişim, bilişsel gelişim, dil gelişimi, psikomotor gelişim, ahlaki gelişim, sosyal gelişim ve duygu gelişiminden bağımsız değil, karşılıklı etkileşim içerisindedir. Dolayısıyla bir çocuğun dinî duygularının anlaşılması için onun diğer gelişim özelliklerini de bilmemiz gerekir.

Bu gelişim özelliklerine kısaca bakacak olursak:

Fiziksel gelişim bedeni oluşturan tüm organların gelişmesi, boyun uzaması, kilonun artışı, kemiklerin gelişmesi, kas, beyin ve sindirim, sinir, boşaltım, solunum sistemlerinin, duyu organlarının gelişimidir.

Psikomotor gelişim hareket gelişimi demektir. Fiziksel gelişmeyle beraber sinir sisteminin gelişimine paralel olarak hareketlerin isteğe bağlı olarak kazanılmasıdır. Çocuğun yürümeye başlamasından sonraki dönem yoğun bir motor gelişim evresidir. 6 yaşına kadar hızlı bir şekilde ilerler, 6 yaşından sonra ise yavaşlamaya başlar.

Bilişsel gelişim bireyin çevresindeki dünyayı anlama ve öğrenmesini sağlayan, aktif zihinsel faaliyetlerdeki gelişimidir. İnsanın bilişsel gücü onu diğer canlılardan ayırmaktadır. Biliş; dünyamızı öğrenmeyi ve anlamayı içeren zihinsel faaliyetler anlamına gelir ve algılama, bellek, muhakeme, düşünme ve kavrama süreçlerini kapsar. Bilişsel gelişme ile ilgili en önemli ve en bilinen çalışma Piaget’ye aittir. Piaget’nin bilişsel gelişimi inceleyen bir kuramı vardır. Dört dönemden oluşan bu kuramda 0-6 yaş grubu çocuğu içine alan kısım ilk iki dönemdir. Birinci evre olan duyusal hareket dönemi 0-2 yaş arası dönemi kapsar. Bu dönemde çocuk çevresini emme ve tutma, dokunma refleksleriyle tanımaya çalışır. İkinci evrede ise işlem öncesi dönemle karşılaşırız. 2-4 yaş arasındaki çocuklar bu dönemde simgesel düşünürler. Konular arasında mantıklı ilişki kuramazlar ve neden-sonuç ilişkisini anlayamazlar. Çocuk kendini olayların merkezinde görür, işlemleri tersine çeviremez, ayrıntıları dikkate almadan ilişkisiz objeler arasında bağlantı kurabilirler, güneşin hareket etmesi nedeniyle canlı olduğunu düşünebilirler. Allah’ı insan şeklinde hayal edebilirler. Soruları bu yönde olabilir, bunlar çok doğal ve normal süreçlerdir. Bilişsel gelişim dinî duygu gelişimi için önemlidir, bilinmelidir ki din akıl sahiplerini muhatap alır.

Dil gelişimi insanı diğer canlılardan ayıran bir diğer özelliği onun dil yetisinin olmasıdır. Dilin yapısı ve gelişimi son derece karmaşıktır. Dil gelişimi çocuğun motor gelişimi ve bilişsel gelişimine paralel olarak ilerler. Bununla beraber çocuğun ilk dönemde dil gelişiminde çevresi ön plandadır. Çocuklar dili kazanırken ilk örnekleri olarak anne-baba ve yakın çevresindeki insanlar, kullandıkları dil ve kavramlar büyük önem kazanmaktadır. Yakın çevrenin çocuğun yanında dinî bir dil kullanması, çocuğun dili öğrenirken bu kavramlara yabancılık çekmemesini sağlar.

Duygu gelişimi yapılan araştırmalar, çocuklardaki duygusal gelişimin hem olgunlaşma hem de öğrenme yoluyla oluştuğunu ortaya koymaktadır. Buna göre iç salgı bezlerindeki gelişim, duygusal davranışın oluşmasında temel oluşturur. Bu duygunun oluşumunun biyolojik aşamasıdır. Duygu oluştuktan sonra kişide meydana gelen tepkinin, yani dışa yansımasının nasıl olacağı ise öğrenme yoluyla gerçekleşir. Duyguların öğrenilmesi deneme-yanılma, taklit ya da koşullanma yoluyladır. Olgunlaşma ve öğrenmenin duygular üzerindeki etkisinden yola çıkarak farklı yaşlardaki kişilerin aynı duygusal davranışlara sahip olmadığını söyleyebiliriz. Yine aynı şekilde belirli bir yaştaki tüm çocuklardan da aynı heyecan biçimlerini beklemek olanaksızdır. Duyguların oluşmasında çevre şartları ve o anki durumlar önemli rol oynar. Duygular, davranışlarımıza da yön verir. Sevdiğimizde nasıl davranacağımız, korktuğumuzda verdiğimiz tepkiler bizim sonradan öğrendiğimiz davranışlarımızdır. Kur’an’a karşı duyduğumuz saygı ve sevgi sonucu onu öperek alnımıza koymamız, ardından yüksek bir yere kaldırmamız, kültürümüzde öğrenmiş olduğumuz duygusal bir davranıştır.

Dinin de duygusal bir yanı vardır. Din duygusu da insanın yaşantısını etkileme gücüne sahiptir. Bu duygu, duygular içinde yüce ve aşkın bir duygu olarak kabul edilmiştir. Dinî duygu; dinsel objeler veya durumlar karşısında beliren pek çok duygunun ortak adıdır. Tanımlanması son derece zordur çünkü kişiler din karşısında hangi duygu kendisinde ağır basıyorsa o duyguyu temel almışlardır. İnsanın yaşadığı duruma göre duyguları; sevgi, korku, güven, bağlanma şekillerinde ortaya çıkabilir. Dinin bizde uyandırdığı duygu, dine karşı davranışımızı etkiler. Bir çocuk din duygusunu sevgiyle tattıysa sevgi dolu yaklaşımlar sergilerken korku merkezli bir duygu yaşayan çocuk korkuyla hareket eder.

Din duygusu yanında sevginin önemli bir yeri vardır. Çünkü sevgi, diğer olumlu duyguları da besler. Sevilen varlığa bağlanılır ve güvenilir. Bu din ve Allah’a bağlanma konusunda da böyledir. Dinî eğitimin sevgi temelli bir şekilde verilmesi Allah’ı sevme, O’na bağlanma ve güvenmeyi beraberinde getirir.

Dinî duygunun gelişimindeki en önemli faktörlerden biri güvendir. Güven kelimesi “korku, çekinme duymadan bağlanma duygusu” anlamına gelir. 0-1 yaş arasındaki dönem güven duygusunun kazanılmasında önemlidir. Bu yaşta çocuğun temel bakım gereksinimleri karşılanırsa çocukta güven, uyum ve umut duyguları gelişir. Ayrıca dinî duyguların edinilmesi de bu dönemde başlar.

Bebeklik döneminde oluşan güven duygusu bağlanmaya dönüşür. Anne çocuk arasındaki güven temelli bağlanma, ilerleyen yaşlarda yerini Allah’a güvene ve bağlanmaya bırakır.

Korku her dinî heyecanda yer alan, zaman içerisinde yönlendirilmesine bağlı olarak yerini hayranlık, minnettarlık ve huşuya bırakabilen bir duygudur. Çocuğun din duygusu üzerindeki etkisi ise gördüğü eğitim ile ilgilidir. Genelde çocukta korkular 2-3 yaşlarında ortaya çıkar. Bu yaşlarda verilen eğitim sürecinde kullanılan kavramlar sevgi veya korku temelli bir din anlayışı oluşturabilir. Din veya kutsal nesne korkusuna “hagiophobia” denir. Bu korkunun oluşmasında geçmişte yaşanılan travmatik olaylar, aile ve çevre etkisi vardır. Sürekli cehennemle ilgili kavramlarla büyütülen bir çocuğun dine yaklaşımı olumlu olmayacaktır. Kur’ani metot incelendiğinde bunun son derece yanlış olduğu, Allah’ın azap ayetlerinden hemen sonra rahmet ayetlerini indirdiği görülecektir. Eğitimin temeli korku olmamalıdır.

Buraya kadar baktığımızda ortaya çıkan şey şudur: Çocukta dinî duygu gelişimi sadece duygusal gelişime bağlı değildir. Çocuğun fiziksel, bilişsel, psikomotor ve dil gelişimi çocukta dinî duygu gelişimini etkilemektedir. Dinî gelişimin ilk belirtileri, çocukluğun ilk yıllarında ortaya çıkmaktadır. Bunun dinî hayatta nasıl ifade edileceği ise çocuğun fiziksel, bilişsel, motor ve dil gelişimi ile paralellik gösterir. Burada sözünü ettiğimiz kimi gelişimler olgunlaşmaya yani biyolojik süreçlere bağlıyken kimi gelişim süreçleri ise öğrenmeye bağlıdır. Yani anne-babadan, çevreden görülenleri ve duyulanları çocuğun taklit etmesine bağlıdır.

0-2 yaş arasındaki dönemde dinle ilgili pek bir şeye rastlayamayız ancak burada en önemli duygu güven duygusudur. Çünkü dinî duygunun bu dönemdeki kaynağı güvendir. Temel ihtiyaçları anne veya yakın çevresi tarafından karşılanan kişide güven duygusu gelişir ve bu ilerleyen süreçlerde Allah’a inanma konusunda olumlu rol oynar.

3-6 yaş arasında çocuklar artık meraklı olmaya, her konuda olduğu gibi Allah hakkında da sorular sormaya yavaş yavaş başlarlar. Bu sebeple diyebiliriz ki bu yaşlar çocuğun dine olan ilgisinin en yüksek olduğu zamandır. Çocuk, çevresindeki inançla ilgili hikâye ve eylemlere yönelir. Çevresinde namaz kılan, dua eden birini gördüğünde bunu taklit eder. Benmerkezci olduğu bir yaştadır, bu nedenle Allah’ın her şeyi kendisi için var ettiğini düşünebilir. Allah’ı bazen insan bazen bulut bazen hilal vb. şekillerde hayal edebilir. Bunlar son derece normaldir, bu gibi durumlarda anne-babaların veya yakın çevredeki kimselerin çocuğa olumsuz tepkiler vermemeleri gerekir. Büyüklerin yanında kullandığı kavramları bilinçsiz de olsa kullanmaya başlar. Bu nedenle çocuğun yanında kullanılan kavramlar büyük önem taşır. Hayal dünyası onun için son derece gerçektir, böylece büyüklerin kendisine anlattıklarına kolayca inanır. Bu yüzden kendisine sunulan din algısı önemlidir. Cennet, cehennem, melek, şeytan gibi soyut konuları kendisine anlatıldığı gibi kabul eder.

Sürekli sorular soran çocuk dine ait soruları da çevreye yöneltir. Bu sorulara alınan cevaplar ve çevrenin dinî hayatı, tavırları çocuğun duygu dünyasında önemli rol oynar. Bu dönemde çocuğa karşı dürüst olmak, sorduğu sorulara samimiyetle cevap vermek çocuğun gelişimi üzerinde olumlu etkiler bırakır. Dinî uygulamaların ve söylemlerin sık yaşandığı ve yansıtıldığı çevrede bulunan çocukların yaşamı genellikle bu doğrultuda şekillenirken aksi yönde yaşam süren çevrelerde bulunan çocuk için dinî isteklerden soğuma meydana gelebilir. İnanma ihtiyacı karşılanmayan çocuğun inancı başka yollara yönelebilir. Burada asıl önemli olan, çocuğun her konuda olduğu gibi dine yönelik ilgisinin çocuğun gelişimsel düzeyine uygun olarak yönlendirilmesidir. 3-6 yaş arasındaki çocuk her şeyi kamera gibi kaydeder ve kaydettiklerine göre oynar. Burada kameraya nasıl görüntüler verildiğine dikkat edilmelidir.

İslam dininin kaynağı olan Kur’an’da insanın duygularına özel bir önem verilmiştir. Aynı şekilde İslam dini, çocuklara da büyük önem vermiştir. Kur’an’a baktığımızda baba-çocuk ilişkilerinde kullanılan ifadeler “yavrucuğum, oğulcuğum” şeklinde karşımıza çıkar. Böyle bir iletişim şekli çocuğun dünyasında olumlu izler bırakır. Anne-babalar çocuğuna her konuda eğitim verirken bu üsluba dikkat etmelidir. Sevgiye dayalı bir öğretim metodu, kesinlikle daha olumlu sonuçlar doğurur. İnsan psikolojik olarak her zaman yumuşak davranış, güzel ve tatlı sözlerden hoşlanır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Eğer sen kaba saba, katı yürekli olsaydın şüphesiz etrafından dağılıp gitmişlerdi.” (Âl-i İmrân, 3/159.) ayeti bu gerçeğe dikkat çeker.

Fatıma Güner

Diyanet Dergisi