Kur’an-ı Kerim’in Yazılışı, Ezberlenişi ve Mushaf Haline Getirilişi

Kur’an-ı Kerim, vahiy yoluyla son peygamber Hz. Mu-hammed (s.a.s.)’e yaklaşık 23 sene zarfında nazil olmuştur. Hiçbir semavî kitaba nasib olmayan muazzam bir itina ve ko-ruma ile tesbit edilmiştir. Bunun için Hz. Peygamber, birçok vahiy katibi edinmiş, âyetler nazil oldukça, vahiy katiplerine; hangi âyet, Kur’an-ı Kerim’in içinde hangi sûrenin neresine yerleştirilecekse, o şekilde talimat vererek yazdırmıştır.

Her âyet nazil oldukça vahiy katipleri onu bizzat Hz. Pey-gamber’den alarak yazmışlar, sahabilerden birçoğu da inen âyetleri hemen ezberlemişlerdir.

Daha sonra gelen her nesilde binlerce müslüman Kur’an’ı ezberlemeyi gelenek hâline getirmişler ve bunu titizlikle sür-düregelmişlerdir.

Nazil olan âyetler, o günün yazı malzemeleriyle yazılıyor ve bunlar özenle muhafaza ediliyordu.

Hz. Peygamber’in sağlığında bu şekilde tespit edilen Kur’an-ı Kerim, Hz. Ebu Bekir zamanında, vahiy katiplerin-den ve en iyi hafızlardan oluşturulan bir kurul tarafından hem hafızalardan hem de yazılı metinlerden kontrol edilerek titiz bir şekilde iki kapak arasına alınmak suretiyle mushaf hâline getirilmiştir.

Hz. Osman döneminde ise, Hz. Ebubekir zamanında iki kapak arasına alınan mushaf çoğaltılarak o dönemin büyük İs-lâm merkezlerine gönderilmiş, bir tanesi de Halifenin nezdin-de kalmıştır.

Türk Müslümanlığı ve Türk Dinî Tarihçesi

Türk Müslümanlığı olgusunu ele almadan önce ilk olarak ifâde etmemiz gereken husus bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğudur. İslamiyet’in farklı bir formu olarak asla ve asla  algılanmamalıdır. Çünkü esas itibarı ile Müslümanlık/İslamlık her şeyi ile tamam olmuş, sabit bir inanışı ifade etmektir. Bu inanışın temel hususları yâni Kur’an kelamı ile sabit ve nettir. Türk Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı gibi tanım ve kavramsallaştırmalar yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi sosyolojik bir tespittir. Bu tespit birey ve toplumların psikolojileri ve karakterlerinin sosyal, ekonomik ve siyasi olmak üzere belirli şartlar sonucunda oluşturdukları inanç şekillerini tanımlamak için kullanılmaktadır.

Türkler tarihleri boyunca gerek yaşadıkları coğrafya gerekse ilişki ve temas içerisinde oldukları komşu kavimler ile konar göçer bir sosyolojik yapıya mensup olmaları hasebiyle bir çok farklı kültür, inanç ve değerleri tanımış ve görmüştür. Özellikle de konar-göçerlik dolayısı ile farklı coğrafyalar; farklı insan toplulukları ile karşılaşılmış ve bu topluluklar ile kültürel alışveriş içerisinde olmuşlardır.

Türklerin İslamiyeti kabulüne kadar, Türk milleti için tarihi realite göz önüne alındığı zaman genel geçer sabit ve kabul görmüş bir dinî inanıştan bahsetmek asla mümkün değildir. Çünkü Türklerin inanç tarihleri zaman, şartlar, siyasi olaylar ve ticari ilişkiler nedeni ile zaman zaman farklılık arz etmiştir. Bunun yanı sıra bilhassa girift bir yapıdadır.

Özellikle İslam öncesi dönemde konar-göçer bir toplum olmaları dolayısı ile totemcilik, bir takım tabiat kültleri(atalar, yer ve gök, doğa olayları vb.) ile şamanî ritüeller benimsenmiştir. Tarih literatüründe yanlış bir tanım olarak Türklerin inanç durumu “şamanizm” adı altında tanımlanmış ise de Şamanizm bir din değil sadece ritüel ve inanış şeklini ifâde eden bir kavramdır. Özellikle “kam” adı verilen şamanî önderlere ait ritüeller Türkler tarafından inançlarını yaşayış ve ifâde ediş şekli olarak kabul görmüştür.

Türkler, İslam öncesi dönemde yaşadıkları coğrafyanın kozmopolit yapısı, Ön Asya ve Orta Asya’daki misyonerlik faaliyetleri ile siyasi ve ekonomik sebepler dolayısı ile eski dinî gelenkleri yanı sıra Maniheizim, Budizim  gibi Asya inançları ile az da olsa Hıristiyan ve Musevi(Karaylar/Karaim) inançlarının da etkisinde kalmışlardır. Fakat bu yeni ve farklı inançları benimseyen Türklerin aynı zamanda eski dinî inanç ve geleneklerini devam ettirdikleri de görülmektedir.

Türkler yeni karşılaştıkları inanç ve ritüellere karşı hoşgörülü olmuşlar, kendi dinamik ve toplumsal değerlerine uygun olan inançları benimsemişler ve önceki inanç geleneklerini de bu yeni form içerisine sokarak devam ettirmişlerdir. Tâbiri caiz ise Türklerin inanışlar karşısındaki karakter yapıları âdeta genel alıcı kan grubu gibidir. Bir çok inanıştan etkilenmiş, eski inanç ve geleneklerini de yeni kalıplara sokarak devam ettirmişlerdir. Bu sebeple İslam öncesi Türk dinî tarihi ve Türklerini dinî için kesin bir adlandırma, belirli ve kesin dinî aidiyet mümkün ve söz konusu değildir.

Kur’an kelamının vayhi ile, özellikle Emeviler döneminde başlayan Ön ve Orta Asya fetihleri ile Türkler zaman içerisinde İslamlaşmaya ve İslami dinî geleneği benimseye başlamışır. Ancak şunu ifade etmeliyiz ki Türklerin İslamlaşması kolay, hızlı ve kısa zamanda olmamıştır. Türklerin Müslümanlaşması bir çok siyasi, ekonomik ve toplumsal faktöre bağlı olarak olumlu ve olumsuz bir çok realiteden sonra uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Türklerin İslamlaşması hemen hemen 18. yüzyıla kadar devam eden bir süreçtir.  Türklerin, İslamiyet ile tanışması, Arap fetihlerinin şiddet içeren karakteri dolayısı ile askeri mücadeleleri de barındıran bir sürecin ürünüdür. Türkler zaman zaman şartlara bağlı olarak bazan münferit bazan ise toplu boylar halinde İslamiyete geçmişlerdir.

Yukarıda Türklerin dinî karakteri hususunda söz konusu ettiğimiz bahislerde Türklerin inanç durumunun yeni din ve inanışlar ile karşılaştıktan sonra benimsemeseler bile eski inanışlarını bu yeni forma sokarak bir şekilde devam ettirdiklerini söylemiştik. Kezâ aynı şekilde Türkler İslamlaşmaya başladıkları dönemde de eski dinî gelenek ve ritüellerini de İslâmi bir form ile yeniden inşâ etmişlerdir. Nitekim bugün dâhi Müslüman Türk toplumunun dinî yaşayış şekilleri ve dinî bilgisi muhtevasında İslâm öncesi bir çok dinî unsur, ritüel ve geleneğin devam ettiği görülmektedir.

Türk dinî tarihi hususunda değinmemiz gereken bir diğer önmeli nokta ise Türklerin İran coğrafyasında İslâmiyet ile tanışmış olmalarıdır. İran coğrafyası tarih boyunca kadim medeniyet ve inançlara ev sahipliği yapmış bir coğrafya olması hasebiyle bir çok farklı kozmopolit inanışların doğduğu yerdir. Bu sebeple Türkler bu coğrafya da İslâmiyetle tanışmış olmaları dolayısı ile Türk – İslam inanışı üzerine İran etkisi göz adı edilmeyecek kadar önemli bir realitedir. Nitekim namaz, oruç vs. gibi bugün dâhi Türkler arasında yaşayan bir çok dinî kavram Arapça değil Farsçadır.

Türk inanç geleneği içerisinde “kam” adı verilen dinî önderler ve yaptıkları ritüelleri, içi kapanık ve münzevi hayat tarzları dolayısı ile Türkler İslâmi dönemde de kam yaşayışına benzer yaşayışı devam ettiren “tasavvufi” ekolleri rahatlıkla benimsemiştir. Tasavvufi gelenek Türkler arasında büyük bir hedef kitlesi yakalamıştır. İslam öncesi dönemdeki kam yaşayışı özellikle İslâmi dönemde evliya, abdal, derviş, kalender gibi adlar ile yaşamaya devam etmiştir.

IX. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmaya başlayan Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da uzun yıllar konar-göçer bir hayat tarzı sürmeleri nedeni ile kitâbî olmayan tamamı ile şifahi yâni sözlü kültüre dayanan bir inanç yaşamışlardır. Türklerin, kitâbî (ortodoxy) olmayan inançları şifahi ve karışık (hetorodoxy) bir durum arz etmektedir. Nitekim yerleşik Türk toplulukları ile konar-göçer Türk toplulukları arasındaki inanç farklılığı tarihi tecrübede derin bir uçurum oluşturmuştur. Bu fark bugün dâhi etkisini göstermektedir. Özellikle konar-göçer Türk toplulukları arasında İslâm öncesi eski dinî gelenek ve ritüellere bağlılık İslâmi formda devam etmiştir. Fakat zaman içerisinde yerleşik yaşayışı benimseyen Türkler daha çok kitâbî yani Kur’an ve sünnet’ten beslenerek medrese ekolleri ile de farklı bir kimlik kazanmıştır. Bu iki ayrımın yarattığı sosyolojik farklılık toplumsal yaşayışta bu iki zümrenin birbirlerine karşı farklı dinî söylemler içerisine girmelerini de sağlamıştır. Ve bu durum askeri ve siyâsi bir çok mücadeleleri de getirmiştir. (Babailer, Şeyh Bedretti vs.)

Türklerin dinî inanışları için zamana ve şartlara bağlı olarak sosyal, siyasi ve ekonomik nedenler dolayısı ile değiştiğini ve farklılık arz ettiğini söylemiş idik. Nitekim Türk tarihinde Türkler, siyasi politikalar hasebiyle zaman zaman din değiştirdikleri veya bazı dinlerin mezhep adı verilen ekollerinin mensubiyetine girdikleri görülmektedir. Nitekim “Büyük Selçukular” döneminde “Şİİ” yayılmacılığına karşılık “sünni ekol” benimsennmiş ve politik menfaat elde edilmeye çalışılmıştır. Şii geleneğin inşa ettiği “ezher” ekolüne karşı, “Nizamiye Medreseleri” inşa edilmiştir. Abbasi halifeliği ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler tesis etmek amacı ile halifeliğin nüfuzu kabul edilmiştir.

Nitekim Osmanlılar’da da Şah İsmail ve Safevi yayılmacılığı ile siyasi politikalarına karşılık sünni ekolü ihya etmeye çalışmış ve karşıt bir siyaset malzemesi olarak kullanmıştır. Devletler dinî mezhep ve ekoller üzerinden derin bir askeri ve sosyal propoganda faaliyeti içerisinda olmuşlardır. İlerleyen zaman içerisinde Osmanoğulları’nın son dönemine doğru özellikle Padişah II. Abdülhamid sahip oldukları halifelik makamının imkanlarını değerlendirmek istemiş ve siyasi politika olarak kullanmayı amaçlamıştır.

Halifeliğin Kasım 1924’te kaldırılması ile artık tamamen inkirâza uğrayan Osmanoğullarının İttihat ve Terakki mensubu bürokratlarının çaba ve mücadeleleri ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Halifeliğin Kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tesisi ile Türk dini tarihinde farklı bir merhale yakalamıştır.

Yeni Cumhuriyet’in üzerine inşa edilen temel felsefesi ve zamanla yapılan inkilaplar ile, Türk milletinin dini formu modern Batı merkezli, seküler ve laik bir çizgiye evrilmiştir. Özellikle iktibas edilen Fransız tipi laiklik anlayışı ile Türk dini tarihi açısından en önemli dönüm ve kırılma noktası yaşanmıştır. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının inşa ettiği laik ve seküler sistem zamanla dini yönden bir çok farklı problemi meydana getirmiştir.

Özellikle Türkçe Ezan başta olmak üzere, daha sonraki süreçte zuhur eden Türban meselesi, Alevilik vs. gibi toplumsal gerginlikler laik ve seküler kadrolar ile muhafazakar ve mütedeyyin camiayı karşı karşıya getirmiştir. Bu dönem ile birlikte Türk toplumunun din anlayışının muhtevası, ruhu ve yaşam formu değişmiştir. İlerleyen süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kamuoyu 21. yüzyıla dini alanında zaman zaman yükselen tansiyonlar ve gerginlikler arefesinde girmiştir. Özellikle 28 Şubat’ın doğurduğu sonuçlar ile öncesinde yaşanan Madımak, Kahramanmaraş vb. toplumsal facialar tansiyon ve gerginlikleri had safhaya taşımıştır.

Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner

Süleyman Çelebi kimdir?

Kendi verdiği isimle Vesîletü’n-necât, halk arasında meşhur olan adıyla Mevlid’in yazarı olan Osmanlı müellifi, şâir. Çelebi olarak adlandırılmasından âlim ve ârif bir kişi olduğunu anladığımız Süleyman Çelebi Bursa’da doğmuştur. Bir Mevlid nüshasında yer alan kayıtta bu eserin şâir 60 yaşındayken yazıldığı bilgisi yer aldığından ve eserin bitiş târihinin de bilindiği hesaba katılarak (H. 812) doğum yılı kesinlik kazanmaktadır.

Kendisi hakkında bir doktora tezi hazırlayan N. Pekolcay’a göre kaynaklarda Çelebi’nin, Orhan Gâzi’nin sevgisini kazanmış, aynı zamanda silâh arkadaşlarından olan ve yine aynı Osmanoğlu Beyi tarafından İznik’te adına bir medrese kurulan, Muhyiddin Arabî’nin Füsûsü’l-hikem’inin şârihi ve bir rivâyete nazaran Osman Gâzi’nin de kayınbirâderi bilinen Şeyh Mahmud’un torunu olduğu belirtilmiştir.

Süleyman Çelebi bir süre kahraman Osmanoğullarından Sultan Yıldırım Bâyezid’in Dîvân-ı Hümâyun imamı olarak görev yapmış, daha sonra da Emir Buhârî’nin tavsiyesiyle, inşâsı 1400’de tamamlanan Ulu Cami’nin imamlığına getirilmiştir. Kimi kaynaklar kendisini Yıldırım Bâyezid’in oğlu Süleyman Çelebi’nin musâhibi saysa da yine Pekolcay’a göre, Timur gâilesiyle patlayacak Osmanlı iç savaşının bu tâlihsiz şehzâdesi, ömrünün uzun bir dönemini Bursa dışında geçirdiği için bu mümkün görünmemektedir.

Yazdığı Mevlid’iyle Peygamberimizi doğumundan irtihâline kadar mesnevî tarzında ve remel bahrinde tebcil eden Süleyman Çelebi milletimizin en çok bildiği ve okuduğu, yalın ve temiz Türkçesiyle asırlar boyu Osmanlı Türklerinin gönüllerini dilhûn eden ve onların torunlarını da aynı şekilde teshîr etmeyi sürdüren bir edebî anıt kurduğu gibi, dinî bir gelenek ve ihtifâlin de doğmasına yol açmıştır. Milletimiz Peygamberin velâdetinin yıldönümlerinde, çeşitli dinî törenlerde, ölümlerde, doğumlarda, hayırlı işlerin başında Kur’an’la berâber onun şiirini de dinlemekte ve bu millî estetik asırlardır yaşatılmaktadır. Devlet katında mevlid kutlamaları pek çok tafsîlât ve teşrîfatla gerçekleştirilmiş, 1910’dan îtibâren mevlid bir bayram olarak kânunlaşmıştır. Diğer yandan Türk milletinin yüce Peygamberinin doğumunu Erbil Atabeyi Muzafferü’d-din Kökböri’den bu yana kutladığı da unutulmamalıdır.

Süleyman Çelebi’nin, ölümsüz eserini yazmasını sağlayan motivasyona dâir bilinen rivâyet şöyledir: Bâtınî meşrepli İranlı bir vâiz Ulu Cami’de vaaz verirken Bakara sûresinin 285’inci âyetine atıf yaparak peygamberlerin arasında fark bulunmadığını, Hz. Peygamberin Hz. İsa’dan üstün tutulamayacağını söyleyince cemaatten bir Arap buna îtirâz edip kendisini aynı sûrenin 253. âyetinde peygamberlerden bir kısmının diğerlerinden faziletli kılındığına dâir ifâdelerle ilzâm etmiş; halkın vâizin tarafını tutmasıyla mesele büyümüştü. İşte bu hâdiseye çok üzülüp galeyâna gelerek “Ölmeyüp İsâ göğe bulduğu yol / Ümmetinden olmagiçün idi ol” beytiyle eserine başlayan Süleyman Çelebi daha sonra onu tamamlamıştır.

Büyük ve millî hizmetiyle Tanrı’nın mağfiret iklimine girmiş olmasını dilediğimiz bu hisli Türk şâiri imamlığını yaptığı Ulu Cami’ye defnedilmiş, 1950’lerdeki yol genişletme çalışmaları sebebiyle naaşı Çekirge Yolu üzerinde yer alan bugünkü türbesine nakledilmiştir. Onu şüphesiz ilk Osmanlı pâyitahtı Bursa’nın ve bütün Türk milletin mânevî ulularından saymak ve hâtırâsını tâzim etmek bir millî ve dinî vazifedir.

Göktürk Ömer Çakır

Kutsal Emanetlerin İstanbul’a Gelişi

Tarihi yazan ve yaşayan her ne kadar insanoğlu olsa da tıpkı beşer hafızası gibi tarihe tanıklık eden eşyalarında bir hafızası, tarihî şuuru vardır. Bu minval üzere değerlendirildiğinde toplumların tarihilerinde sahip oldukları eşyalar kıymetli hazineler hükmündedir. İnsanlar değer verdiği ve sevdiği kişilerin hatırlarını her zaman yaşatmak ve korumak isterler. Özellikle de toplumların nezdinde önemli bir yere sahip olan peygamberler, devlet lideri ve kahramanlar gibi tarihi kişiliklerin şahsi eşyaları birer hatıra olarak halk tarafından saygı ve hassasiyetle korunmuştur.

Türk-İslam tarihinde de başta Allah Resulünün şahsi eşyaları olmak üzere, İslam ve Türk tarihi için öneme haiz olan eşyalar büyük bir gayret ve hassasiyetle korunmuştur. Bilhassa Haçlı Seferleri, Moğol Tahakküm ve Mezalimi gibi önemli tarihi dönüm ve kıyım dönemlerinde dahi Müslümanlar kendilerine emanet olarak gördükleri bu mukaddes değerleri canları pahasına korumuşlardır.

Özellikle de bu mukaddes emanetlerin korunması hususunda Müslüman devletler mukaddes eşyaları kendilerinden önceki devletlerden emanet almış ve sonraki yüzyıllara taşımışlardır. Nitekim kutsal emanetler Emevi, Abbasi ve ardından Memlüklere geçmiş ve Memlüklerden de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi vesilesi ile Osmanlı’ya intikal etmiştir.

Ünlü seyahatnâme yazarımız Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre: “Üzerinde aslan tasviri ve kûfî hatla “nasrun minellah” yazısı olan kırmızı bir sancak, mücevher kakmalı bir kutu içinde Hz. Peygamber’in Uhud Gazvesi’nde kırılan dişi (dendân-ı saâdet), bir tutam lihye-i saâdet (sakal-ı şerif), sürmedan ve mili, hurma lifinden örülerek içi ziftle sıvanmış bir adet abdest ibriği, sanavber ağacından bir tesbih, bir kıta şimşirden nalın, bir asâ, pâpûş-ı şerif, iki kıta hırka-i şerif, hurma lifi, sarıya mâil beyaz pamuklu ince dokuma bir hil‘at, bir kara kılıç, bir deve yünü kuşak, bir deve yünü ridâ, bir deve yünü destâr-ı şerif ve beyaz sûzenî arakıyye” gibi eşyalar Osmanlıya geçmiştir. Bu eşyalar altın simli bohçalara sarılmış, katkat örtülmüş ve üzerlerine “Hâzâ muhallefâtü Resûlillah” yazılmıştı.

Ünlü seyyahımız, Yavuz Sultan Selim’in bu eşyaları yüzüne ve gözüne sürerek, “Şefaat yâ Resûlellah” diyerek mühürlettiğini ifâde etmiştir. Bu emanetler gemilere yüklenerek Osmanlı başşehri İstanbul’a gönderilmiştir. İlerleyen süreçte Mekke ve Medine’de bulunan birtakım diğer kutsal emanetler de belirli aralıklar ile İstanbul’a gönderilmiştir.
Mukaddes emanetlerin bir kısmı ilk zamanlar Hazîne-i Hümâyun’da muhafaza edilirken II. Mahmud döneminde (1808-1839) Has Oda Kasrı’na alınmıştır. Topkapı Sarayı içerisinde Has Oda’ya dahil bir birim olarak Mukaddes Emanetler Dairesi oluşturulmuş ve getirilen kutsal emanetler burada korunmuştur. Günümüzdeki teknolojik gelişmelere bağlı olarak gelişen ışık, sıcakık ve oksijen seviyesi gibi teknik bilgiler eşyaları en uygun vaziyette koruma imkanı sağlasa da o dönem için böyle bir teknik bilgi olmadığı için Osmanlılar da geleneksel usuller ile mukaddes emanetlerin en hassas şekilde korunması için ne gerekiyorsa yerine getirmişlerdir.

Başta Osmanlı Sultanları olmak üzere devlet ricali tarafından önemli törenlerde mukaddes emanetler ziyaret edilmiş ve gereken hürmet gösterilmiştir. Ayrıca mukaddes emanetlerin Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bulunması başta sultanın halife unvanının tescilini, devletin ise meşruiyetine sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nin İslam aleminin lideri olmasının en büyük göstergelerinden biri kabul edilmiştir.

Topkapı Sarayı’na getirilen ve hâlen burada önemle korunan en değerli başlıca eşyalar şunlardır: “Hırka-i saâdet, Sancak-ı şerif, Hz. Osman’ın Mushafı, Dendân-ı saâdet(Resûl-i Ekrem’in Uhud Gazvesi’nde kırılan dişinin parçasıdır), Sakal-ı şerifler, Kavs-i saâdet, Kadem-i şerifler, Na‘leyn-i saâdet (Hz. Peygamber’e nisbet edilen ayakkabılardır), Mühr-i saâdet, Hz. Fâtıma’nın gömleği, Hz. Hüseyin’in gömleği, Hz. Mûsâ’nın asâsı, Hz. Yûsuf’un sarığı, Kâbe’nin kilit ve anahtarları, Tövbe kapısı kanadı, âbe olukları, Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Fâtıma’nın ve Hz. Ömer’in kabir örtüleri”
Bu eşyaların dışında Hicaz Bölgesinde, Kutsal topraklarda kalan diğer birtakım eşyalarda özellikle I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından Mekke ve Medine’nin işgali neticesinde Medine Müdafii Fahrettin Paşa tarafından İngilizlere bırakılmamak için İstanbul’a getirilmiştir.

Bu dönemde Medine’de bulunan Naci Kaşif Kıcıman’ın anlattıklarına göre, Hz. Muhammed’in türbesi Ravza-i Mutahhara’da bulunan bu değerli hazine, sorumlu kişiler tarafından kütük kayıtlarına uygun şekilde sayılmış, paketlenmiş ve sandıklara yerleştirilmiştir. Yaklaşık 2 bin askerden oluşan bir bölük askerin muhafaza ve himayesinde 14 Mayıs 1917’de Medine’den yola çıkan tren, 27 Mayıs 1917 günü İstanbul’a sağ salim ulaşır.
Kutsal Emanetlerin İstanbul’da olması devletimiz ve milletimiz için en büyük şeref ve gurur kaynağıdır. Özellikle başta Mübarek Ramazan ayı olmak üzere yerli ve yabancı milyonlarca kişi tarafından bu emanetler ziyaret edilmekte, değeri, ruhu ve tarihi şahitliği hissedilmekte ve insanlar tarafından büyük bir hürmetle karşılanmaktadır.

Umut Güner

Kutsal Emanetler nedir?

Tarihi yazan ve yaşayan her ne kadar insanoğlu olsa da tıpkı beşer hafızası gibi tarihe tanıklık eden eşyalarında bir hafızası, tarihî şuuru vardır. Bu minval üzere değerlendirildiğinde toplumların tarihilerinde sahip oldukları eşyalar kıymetli hazineler hükmündedir. İnsanlar değer verdiği ve sevdiği kişilerin hatırlarını her zaman yaşatmak ve korumak isterler. Özellikle de toplumların nezdinde önemli bir yere sahip olan peygamberler, devlet lideri ve kahramanlar gibi tarihi kişiliklerin şahsi eşyaları birer hatıra olarak halk tarafından saygı ve hassasiyetle korunmuştur.

Türk-İslam tarihinde de başta Allah Resulünün şahsi eşyaları olmak üzere, İslam ve Türk tarihi için öneme haiz olan eşyalar büyük bir gayret ve hassasiyetle korunmuştur. Bilhassa Haçlı Seferleri, Moğol Tahakküm ve Mezalimi gibi önemli tarihi dönüm ve kıyım dönemlerinde dahi Müslümanlar kendilerine emanet olarak gördükleri bu mukaddes değerleri canları pahasına korumuşlardır.

Özellikle de bu mukaddes emanetlerin korunması hususunda Müslüman devletler mukaddes eşyaları kendilerinden önceki devletlerden emanet almış ve sonraki yüzyıllara taşımışlardır. Nitekim kutsal emanetler Emevi, Abbasi ve ardından Memlüklere geçmiş ve Memlüklerden de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi vesilesi ile Osmanlı’ya intikal etmiştir.

Umut Güner