Seküler Müslüman Yaşam Olur Mu?

Kur’an-ı Kerim’in 103. Suresi zamana yemin ederek başlar. Zaman önemli bir kavramdır. Her şey zaman içinde gelişir ve değişir. Zamanın kontrolünün elimizde değil bunu biliyoruz. Bu yüzden yaşadığımız her an bir öncekinden daha dolu ve değerli olmalıdır. Oysa bizler, her şeyin hızla değiştiği; değişirken de değer kaybettiği bir “zaman” diliminin içerisindeyiz. Değişim olmamalıdır demek gibi bir lüksümüz yok, değişim olmalıdır ve olacaktır.  Burada dikkat edilmesi gereken “ölçü” kavramıdır. Biz Müslümanlar İslam’ın “ölçüye” verdiği önemi unutarak sürdürmekteyiz hayatlarımızı. Ölçünün kaçması, eksik veya fazla, erken veya geç yaşanan olaylar ile değişm ve gelişmeler bir ölçü içinde yaratılmış olan alem ve insana ters gelmektedir.  Böylece maddi ve manevi olarak her şey değerini kaybetmekte, içi boş birer söz olarak kalmaktadır. ‘Kelimeler semboldür, asıl olan manadır.’ Ve maalesef ki günümüzde içi boşaltılmış semboller yığınıyla uğraşmaktayız.  Burada kelimelerin değersiz olduğunu değil hak ettiği değerin verilmediğini söylemek, insanların içinde bulunduğu bilinçsizlikten bahsetmek istiyorum.

 İslam’a -yani dinimize-, dinimiz derken ne kadar bilinçli bir şekilde sahipleniyoruz? Günümüzde dindarlık; çevreden gelen, geleneksel olmuş, anne ve babadan bilinenlerle yaşanan hayat tarzı durumunda. Neyi neden yaptığını bilmeyen insanlar, karşılarına gelecek en ufak sorgulamada durup bir şey söyleyemiyorlar.

Modernleşen, ilerleyen dünya, bireyi kendi iç dünyasından uzaklaştırırken aynı zamanda en büyük zararı onun maneviyatına veriyor. Bu çağ, maddi hazları ön planda tutan bir çağ.  Bu maddi hazlar, kalbimizin üzerini kaplayan dikenler gibi; kalbimize ulaşmamız, İslam’ı hak ettiği gibi yaşamamız, yansıtmamız konusunda bize engel olmakta. Yani “hüsranda”yız. İslam’ı hissetmeden ve yaşamadan anlatmak, yeterli bir durum olmayacağı gibi korkunç derecede insanın kendisiyle çelişmesidir.

XXI. asırdayız ve kendimi bildim bileli %99’u Müslüman olan bir ülkede yaşadığımız iddia ediliyor. Sokağa çıktığımızda karşılaştığımız insanların büyük bir kısmı “ (elhamdülillah) müslümanım” cevabını verecektir şüphesiz. Bu cevaptan sonra kişinin Müslüman olmadığını söyleyemeyiz. Kalplerde olanı yalnızca Allah bilir. Ancak merak edebiliriz, üzerinde düşünebiliriz; %99’u için Müslüman diyebildiğimiz bu toplumda neden hırsızlıklar, yalanlar, iftiralar, gayri ahlaki olaylar, faiz, rüşvet, haram para, kumar, cinayetler ve sair fazlaca gündeme gelmekte? Müslüman olduğunu iddia eden insanlar, nasıl namazlarını bitirir bitirmez dedikodu yapabiliyorlar, biraz daha fazla para kazanabilmek için haram yollara başvuruyorlar, Müslüman kardeşleri öldürülürken televizyondaki haberleri hiçbir şey hissetmeden film gibi izleyebiliyorlar?   Pek çok cevap verilebilir. Verilebilecek cevaplardan biri de basitçe : Bilinçsiz bir şekilde yaşamak olacaktır. Kelimelerin içi bilinçsizlikle boşaltılır.

 En baştan başlayalım düşünmeye. Müslümanım diyen bir insan, neye, ne kadar ve ne için inandığının farkında mıdır? Müslümanım demekle neyi kastettiğini biliyor mudur? Biz biliyor muyuz Müslüman olmanın ne demek olduğunu?

Kelimeleri kısaca inceleyecek olursak;

 İslam: Teslimiyet anlamına gelir. Müslüman ise teslim olan kimse demektir. Allah’a teslim olmak açısından tüm varlıklar ona teslimdir, bu zaruri Müslümanlıktır. Ancak bu zaruri Müslümanlık iradeye ve bilgiye dayalı olursa değer kazanır.

“اللَّهُ إِلَّا إِلَهَ لَا أَنَّهُ فَاعْلَمْ” Bil ki Allahtan başka ilah yoktur.                 

(Muhammed/19)

Yukarıda verdiğimiz Muhammed suresi 19. ayette de ilk aşama “BİL” kısmıdır. Teslim olmadan önce kişinin neye teslim olacağını bilmesi gerekir. Taklidi seviyede kalarak değil, tahkiki bir iman oluşması için bilmek önemlidir. Kelime olarak bilmek değil, kelimenin özünü kavrayarak bilmek gerekir doğru bir yaşayış için.

Allahtan başka ilah yoktur demek; Allahtan başka hiçbir şeyi ilah konumunda kabul etmemek, Allahın hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmemektir.

İşte bu bilincin kavranması gerekiyor. Sözde kalmamalı; hem mana anlaşılmalı hem de kişinin kendi hayatına yansımalıdır. Sadece akılla değil, kalp ile de bilinmelidir. Kalp ile bilmek; ilgi ile başlayan bilme sürecinin aynı zamanda muhabbete dönüşebilmesidir.

Bildiklerimizi yaşamamız, dinimizi en güzel biçimde temsil etmemiz gerekir. Bunun için ise önce kul olmak yani Allah’ın iradesine teslim olmak gerekir. Allah’ın iradesine bilinçli bir şekilde teslim olmadığında kişi kendi çıkarlarının temsilcisi olur. Bilinç, insanın nefsi ile savaşırken kullanacağı bir silahtır da diyebiliriz. Burada Hz. Ömer’in sözü aklıma geliyor “Dininizi iyi öğrenin, yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz.” Adalet timsâli Hz. Ömer’in bu vechiz sözü, bilincin bir müslüman için ne derece bir önem arz ettiğini belirtmesi bakımından ehemmiyetlidir.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl, inancına göre yaşayanlar değil de yaşadığını inanç olarak belirleyenlerle dolu. Bu durum büyük ölçüde kişinin kendi çıkarlarına göre hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Yusuf İslam “Müslümanlara baksaydım Müslüman olmazdım.” sözü beni fazlasıyla düşündürüyor. Müslümanların teslimiyetten uzak olan yaşantısı İslam’ın yanlış tanınmasına yol açmaktadır.  Müslüman’ım diyen bir insan hayat tarzına dönüp bir bakmalı, kendisini sorgulamalı ve yazımızın başlığında belirttiğimiz gibi aynada kendini görmelidir. Dini ne kadar yaşıyor? Kur’an ne kadar hayatında? Hz. Peygamber’i ne kadar örnek alıyor? Bu gibi her müslümanın kendisine sorması elzem olan soruları kendisine sormalıdır, yani sadece lafta kalmamalıdır. Çünkü lafta kalan Müslümanlık , Müslüman kelimesinin vermesi gereken teslimiyet ruhunu yok etmiş bir Müslümanlıktır.

Bugün İslam dünyasının toparlanması, Müslüman bireylerin kendine çeki düzen vermesiyle başlayacak. Bir şeyler yapmalıyız artık diyenler değil, neden bu yolda olduğunu bilenler, bilinçli bir şekilde bir şeyler yapanlar İslam dünyasını toparlayacaktır ve kendini geliştiren bireylerle gelişmiş bir toplum oluşacaktır.

İlk emri “Oku!” olan teslimiyet dininde, elbette ki kulların okuması -çok okuması-, Yaratan Rabbin adıyla okuması, araştırması, düşünmesi ve sorgulaması özetle bilinçli olması beklenecektir. Bilhassa dinin doğru anlaşılması ve yaşanması ile düzenli bir toplumun oluşması ilim öğrenmek ile olacaktır. İlim öğrenmek ise kadın-erkek her müslümana farzdır.

Bilinçli ebeveynler, bilinçli çocuklar yetiştirir. Bu durum bilinçli nesillerin habercisidir. Eğitimin ve özellikle de din eğitiminin temeli ailede başlar. Dünyevî ve dini ilimlerin bir arada birbirleriyle ilişkileri açıklanarak aktarılması, anlaşılması gerekir. Dini hükümlerin doğru ve eksiksiz bir biçimde uygulandığı, ahlaki emir ve yasakların uygun bir şekilde yaşandığı ailede büyüyen çocuk ancak bilinc sahibi olacaktır ve kendisine söylenen sözlerin manasını da kavrayacaktır.

Aileden sonra ise ikincil olarak kişiyi/bireyi sosyal çevresi etkiler. Ancak küçük yaşlarda oluşturulan sağlam karakter ve doğru din algısı kişinin bilgi ve imanının koruyucusudur. Böyle yetiştirilen kişi hızla geçen zamana yenik düşmeyeceği gibi çevresi için eşsiz bir nimet olarak da görülebilecektir. Bu sebeple bağlı bulunduğu toplum ve sosyal çevresindeki parazitlerden menfi manada etkilenmeyecektir. Çevre tarafından etkilenen değil çevresini etkileyen olacaktır.

Bilerek, bilinçli bir şekilde iman eden, iman ederek Salih amel işleyen, Salih amel işleyerek hakkı ve sabrı tavsiye edenler hüsran içinde olmayanlardır.  Hüsran içinde olmayanlar ise Asr suresinde işaret edilen “müstesna” kimselerdir.

Peki biz Asr suresindeki “müstesnalar”dan olabilecek miyiz?

Fatıma Güner

Türk Müslümanlığı ve Türk Dinî Tarihçesi

Türk Müslümanlığı olgusunu ele almadan önce ilk olarak ifâde etmemiz gereken husus bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğudur. İslamiyet’in farklı bir formu olarak asla ve asla  algılanmamalıdır. Çünkü esas itibarı ile Müslümanlık/İslamlık her şeyi ile tamam olmuş, sabit bir inanışı ifade etmektir. Bu inanışın temel hususları yâni Kur’an kelamı ile sabit ve nettir. Türk Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı gibi tanım ve kavramsallaştırmalar yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi sosyolojik bir tespittir. Bu tespit birey ve toplumların psikolojileri ve karakterlerinin sosyal, ekonomik ve siyasi olmak üzere belirli şartlar sonucunda oluşturdukları inanç şekillerini tanımlamak için kullanılmaktadır.

Türkler tarihleri boyunca gerek yaşadıkları coğrafya gerekse ilişki ve temas içerisinde oldukları komşu kavimler ile konar göçer bir sosyolojik yapıya mensup olmaları hasebiyle bir çok farklı kültür, inanç ve değerleri tanımış ve görmüştür. Özellikle de konar-göçerlik dolayısı ile farklı coğrafyalar; farklı insan toplulukları ile karşılaşılmış ve bu topluluklar ile kültürel alışveriş içerisinde olmuşlardır.

Türklerin İslamiyeti kabulüne kadar, Türk milleti için tarihi realite göz önüne alındığı zaman genel geçer sabit ve kabul görmüş bir dinî inanıştan bahsetmek asla mümkün değildir. Çünkü Türklerin inanç tarihleri zaman, şartlar, siyasi olaylar ve ticari ilişkiler nedeni ile zaman zaman farklılık arz etmiştir. Bunun yanı sıra bilhassa girift bir yapıdadır.

Özellikle İslam öncesi dönemde konar-göçer bir toplum olmaları dolayısı ile totemcilik, bir takım tabiat kültleri(atalar, yer ve gök, doğa olayları vb.) ile şamanî ritüeller benimsenmiştir. Tarih literatüründe yanlış bir tanım olarak Türklerin inanç durumu “şamanizm” adı altında tanımlanmış ise de Şamanizm bir din değil sadece ritüel ve inanış şeklini ifâde eden bir kavramdır. Özellikle “kam” adı verilen şamanî önderlere ait ritüeller Türkler tarafından inançlarını yaşayış ve ifâde ediş şekli olarak kabul görmüştür.

Türkler, İslam öncesi dönemde yaşadıkları coğrafyanın kozmopolit yapısı, Ön Asya ve Orta Asya’daki misyonerlik faaliyetleri ile siyasi ve ekonomik sebepler dolayısı ile eski dinî gelenkleri yanı sıra Maniheizim, Budizim  gibi Asya inançları ile az da olsa Hıristiyan ve Musevi(Karaylar/Karaim) inançlarının da etkisinde kalmışlardır. Fakat bu yeni ve farklı inançları benimseyen Türklerin aynı zamanda eski dinî inanç ve geleneklerini devam ettirdikleri de görülmektedir.

Türkler yeni karşılaştıkları inanç ve ritüellere karşı hoşgörülü olmuşlar, kendi dinamik ve toplumsal değerlerine uygun olan inançları benimsemişler ve önceki inanç geleneklerini de bu yeni form içerisine sokarak devam ettirmişlerdir. Tâbiri caiz ise Türklerin inanışlar karşısındaki karakter yapıları âdeta genel alıcı kan grubu gibidir. Bir çok inanıştan etkilenmiş, eski inanç ve geleneklerini de yeni kalıplara sokarak devam ettirmişlerdir. Bu sebeple İslam öncesi Türk dinî tarihi ve Türklerini dinî için kesin bir adlandırma, belirli ve kesin dinî aidiyet mümkün ve söz konusu değildir.

Kur’an kelamının vayhi ile, özellikle Emeviler döneminde başlayan Ön ve Orta Asya fetihleri ile Türkler zaman içerisinde İslamlaşmaya ve İslami dinî geleneği benimseye başlamışır. Ancak şunu ifade etmeliyiz ki Türklerin İslamlaşması kolay, hızlı ve kısa zamanda olmamıştır. Türklerin Müslümanlaşması bir çok siyasi, ekonomik ve toplumsal faktöre bağlı olarak olumlu ve olumsuz bir çok realiteden sonra uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Türklerin İslamlaşması hemen hemen 18. yüzyıla kadar devam eden bir süreçtir.  Türklerin, İslamiyet ile tanışması, Arap fetihlerinin şiddet içeren karakteri dolayısı ile askeri mücadeleleri de barındıran bir sürecin ürünüdür. Türkler zaman zaman şartlara bağlı olarak bazan münferit bazan ise toplu boylar halinde İslamiyete geçmişlerdir.

Yukarıda Türklerin dinî karakteri hususunda söz konusu ettiğimiz bahislerde Türklerin inanç durumunun yeni din ve inanışlar ile karşılaştıktan sonra benimsemeseler bile eski inanışlarını bu yeni forma sokarak bir şekilde devam ettirdiklerini söylemiştik. Kezâ aynı şekilde Türkler İslamlaşmaya başladıkları dönemde de eski dinî gelenek ve ritüellerini de İslâmi bir form ile yeniden inşâ etmişlerdir. Nitekim bugün dâhi Müslüman Türk toplumunun dinî yaşayış şekilleri ve dinî bilgisi muhtevasında İslâm öncesi bir çok dinî unsur, ritüel ve geleneğin devam ettiği görülmektedir.

Türk dinî tarihi hususunda değinmemiz gereken bir diğer önmeli nokta ise Türklerin İran coğrafyasında İslâmiyet ile tanışmış olmalarıdır. İran coğrafyası tarih boyunca kadim medeniyet ve inançlara ev sahipliği yapmış bir coğrafya olması hasebiyle bir çok farklı kozmopolit inanışların doğduğu yerdir. Bu sebeple Türkler bu coğrafya da İslâmiyetle tanışmış olmaları dolayısı ile Türk – İslam inanışı üzerine İran etkisi göz adı edilmeyecek kadar önemli bir realitedir. Nitekim namaz, oruç vs. gibi bugün dâhi Türkler arasında yaşayan bir çok dinî kavram Arapça değil Farsçadır.

Türk inanç geleneği içerisinde “kam” adı verilen dinî önderler ve yaptıkları ritüelleri, içi kapanık ve münzevi hayat tarzları dolayısı ile Türkler İslâmi dönemde de kam yaşayışına benzer yaşayışı devam ettiren “tasavvufi” ekolleri rahatlıkla benimsemiştir. Tasavvufi gelenek Türkler arasında büyük bir hedef kitlesi yakalamıştır. İslam öncesi dönemdeki kam yaşayışı özellikle İslâmi dönemde evliya, abdal, derviş, kalender gibi adlar ile yaşamaya devam etmiştir.

IX. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmaya başlayan Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da uzun yıllar konar-göçer bir hayat tarzı sürmeleri nedeni ile kitâbî olmayan tamamı ile şifahi yâni sözlü kültüre dayanan bir inanç yaşamışlardır. Türklerin, kitâbî (ortodoxy) olmayan inançları şifahi ve karışık (hetorodoxy) bir durum arz etmektedir. Nitekim yerleşik Türk toplulukları ile konar-göçer Türk toplulukları arasındaki inanç farklılığı tarihi tecrübede derin bir uçurum oluşturmuştur. Bu fark bugün dâhi etkisini göstermektedir. Özellikle konar-göçer Türk toplulukları arasında İslâm öncesi eski dinî gelenek ve ritüellere bağlılık İslâmi formda devam etmiştir. Fakat zaman içerisinde yerleşik yaşayışı benimseyen Türkler daha çok kitâbî yani Kur’an ve sünnet’ten beslenerek medrese ekolleri ile de farklı bir kimlik kazanmıştır. Bu iki ayrımın yarattığı sosyolojik farklılık toplumsal yaşayışta bu iki zümrenin birbirlerine karşı farklı dinî söylemler içerisine girmelerini de sağlamıştır. Ve bu durum askeri ve siyâsi bir çok mücadeleleri de getirmiştir. (Babailer, Şeyh Bedretti vs.)

Türklerin dinî inanışları için zamana ve şartlara bağlı olarak sosyal, siyasi ve ekonomik nedenler dolayısı ile değiştiğini ve farklılık arz ettiğini söylemiş idik. Nitekim Türk tarihinde Türkler, siyasi politikalar hasebiyle zaman zaman din değiştirdikleri veya bazı dinlerin mezhep adı verilen ekollerinin mensubiyetine girdikleri görülmektedir. Nitekim “Büyük Selçukular” döneminde “Şİİ” yayılmacılığına karşılık “sünni ekol” benimsennmiş ve politik menfaat elde edilmeye çalışılmıştır. Şii geleneğin inşa ettiği “ezher” ekolüne karşı, “Nizamiye Medreseleri” inşa edilmiştir. Abbasi halifeliği ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler tesis etmek amacı ile halifeliğin nüfuzu kabul edilmiştir.

Nitekim Osmanlılar’da da Şah İsmail ve Safevi yayılmacılığı ile siyasi politikalarına karşılık sünni ekolü ihya etmeye çalışmış ve karşıt bir siyaset malzemesi olarak kullanmıştır. Devletler dinî mezhep ve ekoller üzerinden derin bir askeri ve sosyal propoganda faaliyeti içerisinda olmuşlardır. İlerleyen zaman içerisinde Osmanoğulları’nın son dönemine doğru özellikle Padişah II. Abdülhamid sahip oldukları halifelik makamının imkanlarını değerlendirmek istemiş ve siyasi politika olarak kullanmayı amaçlamıştır.

Halifeliğin Kasım 1924’te kaldırılması ile artık tamamen inkirâza uğrayan Osmanoğullarının İttihat ve Terakki mensubu bürokratlarının çaba ve mücadeleleri ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Halifeliğin Kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tesisi ile Türk dini tarihinde farklı bir merhale yakalamıştır.

Yeni Cumhuriyet’in üzerine inşa edilen temel felsefesi ve zamanla yapılan inkilaplar ile, Türk milletinin dini formu modern Batı merkezli, seküler ve laik bir çizgiye evrilmiştir. Özellikle iktibas edilen Fransız tipi laiklik anlayışı ile Türk dini tarihi açısından en önemli dönüm ve kırılma noktası yaşanmıştır. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının inşa ettiği laik ve seküler sistem zamanla dini yönden bir çok farklı problemi meydana getirmiştir.

Özellikle Türkçe Ezan başta olmak üzere, daha sonraki süreçte zuhur eden Türban meselesi, Alevilik vs. gibi toplumsal gerginlikler laik ve seküler kadrolar ile muhafazakar ve mütedeyyin camiayı karşı karşıya getirmiştir. Bu dönem ile birlikte Türk toplumunun din anlayışının muhtevası, ruhu ve yaşam formu değişmiştir. İlerleyen süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kamuoyu 21. yüzyıla dini alanında zaman zaman yükselen tansiyonlar ve gerginlikler arefesinde girmiştir. Özellikle 28 Şubat’ın doğurduğu sonuçlar ile öncesinde yaşanan Madımak, Kahramanmaraş vb. toplumsal facialar tansiyon ve gerginlikleri had safhaya taşımıştır.

Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner

Yaratılmış Bir Kompleks “Öteki”

Fobi” kelimesi lugat mânası itibarı ile: belirli durumlar karşısında insanın kapıldığı korku, baskı ve kaygılı bir psikolojiyi ifade etmektedir. Tarih boyunca insanlar, kendileri için doğal bir tehdit olarak gördükleri ve yarattıkları “Öteki”yi kavram olarak fobi ile nitelendirmişlerdir. Nitekim “fobi” kavramı özellikle psikolojik ve sosyolojik bir çok çalışma ile derinlemesine incelenmiş, sebepleri ve beslendiği kaynaklar anlaşılmak istenmiştir.

İnsan toplulukları ve özellikle de bu toplulukların meydana getirmiş oldukları devlet müessesesi tarih boyunca kendi meşruiyetini elde etmek ve kendisine bir hayat alanı yaratmak, özelliklede bu alanı korumak için bir ötekine ihtiyaç duymuş ve ötekini yaratmıştır. Birey ve toplulukların esas itibarı ile yarattıkları öteki genellikle kendi soy, din, kültür ve bilinçten olmayan bir ötekidir.

İnsan toplulukları hâricinde de özellikle semavî veya beşerî dinler de kendi meşruiyetlerini sağlamak, kendi felsefelerini daha yaşanabilir kılmak ve diri tutmak için bir öteki yaratmış ve kendisinin bu ötekiye karşı maddi ve manevi alanda koruyacak olan temel altyapıyı hazırlamıştır.

Yaratılan bu öteki, milletlere ve devletlere kendi inanç ve kültürleri başta olmak üzere bir çok değerlerini yaşatabilmek, nesiller boyu aktarımını sağlamak ve milletlerin hafızasını diri tutmak için en önemli araç olmuştur. Tarih boyunca devletlerin iç ve dış politikaları ekseriyetle yaratılan ötekiyi göz önünde bulundurularak oluşturulmuş ve halen daha oluşturulmaktadır.

Dünya tarihi “Eski Kadim Yunan”dan itibaren “Doğu” ve “Batı” olarak iki alternatif medeniyet ve ruh olarak kabul edilmiş, özellikle de birbirinin alternatifi olan bu iki ayrı medeniyet kendi meşruiyetini sağlamak ve egemenliğini tanımlayabilmek için bir diğer medeniyeti öteki olarak tasavvur etmiştir. Ötekileştirme ve öteki yaratma psikolojisi insanoğlunun kadim varlığından itibaren doğası gereği var olmuş ise de devletler ve milletler nezdinde yukarıda ifade ettiğimiz gibi “Eski Yunan”dan itibaren gelişim göstermeşitir.

Eski Yunan” ve “Makedon Krallıkları”, Doğulu toplum olan “Persleri” ötekileştirdiği gibi İranlı Persler de Yunan ve Makedon devletlerini bir öteki olarak tanımlamıştır. Özellikle bu devletler mevcut politikalarını bu öteki kavramı üzerinden inşaa etmiştir. Her medeniyet kendi medeniyetini üstün ve yüce gördüğü gibi, ötekileştirdiği medeniyet ve devleti ise alabildiğine aşağılamış ve barbar olarak nitelendirmiştir. Öteki’ne ait ögrdüü bütün değerlere karşı açık bir manipülasyon siyaseti izlemiştir.

Nitekim Fransız edebiyatının ünlü yazarı “Dante”, kaleme aldığı “Divina Commedia/İlahi Komedya” adlı eserinde, “Hz. Muhammed”i cehennemin en alt katmanında bulunan bir yaratık olarak kurgulamıştır.

Nitekim, “Avrupa Tarihi” için ötekileştirmenin tarihi de diyebiliriz. Çünkü Avrupa, tarih boyunca sürekli ötekileştirmenin merkezi olmuştur. Bu ötekileştirme zaman zaman siyasi birliktelikler ve anlaşmalar da meydana getirmiştir. Bu siyasi birlikteliklerden en önemlisi bugün dağılmaya yüz tutmuş olan “Avrupa Birliği”dir. Avrupa birliği esas olarak tamamı ile müşterek zihniyet ve ruha sahip devletlerden oluşmaktadır. Bu devletler kendi içerisine bir bütün, kendi dışında ise tamamı ile ötekileştiren bir çizgidedir. Birliğe dahil olmayan devlet ve toplumlar bu birliğin politikaları ile ötekileştirilir ve Dünya siyâsetinde yalnızlaştırılır.

İnsanoğlunun varlığı ve kadim devletler ile başlayan öteki ihtiyacı ve ötekileştirme politikası asıl zirve noktasını “İslamiyet”in yayılması ve “Hz. Muhammed”in risâleti ile bulmuştur. Batı, yükselişe geçen ve parlak dönemler yaşayan İslam medeniyetini, bu  dönemde aşağılamış ve barbar olarak nitelendirdikleri Müslümanlar ile maddi ve manevi mücadeleyi kendisine vazife edinmiştir. Bu ötekileştirme aynı zamanda Batı’ya, yarattığı düşmanına karşı üstün olmak için her alanda hızlı bir çalışma temposu sağlamıştır. Nitekim “İslam Medeniyeti”ni ötekileştiren Batı’ının asıl kazanımı modern dönemde elde ettiği  sosyal, siyasi ve ekonomik alandaki üstünlük olmuştur.

Temelleri “Ortaçağ Avrupası”na kadar giden ve bugün âdeta yükselen İslamofobi ve Türkofobi âdeta Batı’nın yaşaması için gerekli olan bir kan gibidir. Batı yarattığı öteki olan İslam ve Türkler aleyhine bilimden sanata, edebiyattan sosyal yaşantıya kadar her alanda aşağılayıcı bir tutuma tarih boyunca sahip olduğu gibi aynı geleneği bugün bütün imkanları ile daha fazla olarak devam ettirmektedir.

Öteki’nin ortaya çıkmasının bir çok sosyal, siyasi ve ekonomik nedenleri olduğu âşikar. Fakat bunların da dışında milletlerin zihinlerinde olumsuz bir öteki oluşturmalarının sebeplerinden birisi de milletlerin tarihi tecrübelerinde yaşadıkları ezilmişlik psikolojisi ve travmatik olaylardır. Özellikle “İslam Medeniyeti”nin uzun yıllar Batı karşısında sahip olduğu üstünlük  Osmanlı Türkleri ile beraber zirve noktasına ulaşması “Batı” için bir ezilmişlik psikolojisine sebebiyet verdi. Bu piskolojinin yarattığı travmatik durum Batı’nın toplum olarak bütün katmanları ile ezilmişlik duygusuna kapılmasını sağladı.

İslam Medeniyeti, “Kuran kelâmı” dolayısı ile soy, kültür ve tarih vs. gibi bir çok farklılığa zenginlik gözü ile baktığı için Müslümanlar için bir öteki hiç bir zaman var olmamıştır. Gaza, Cihad ve Fetih politikası ve inancı dolayısı ile “küffar ve kafir” gibi bir öteki tanımı Müslüman zihinde oluşmuş olsa da bu öteki, Batı özellikle de Avrupa’nın sahip olduğu gibi tamamı ile yok eden, tanımayan ve aşağılayan bir öteki asla değildir. Nitekim Müslümanların feth ettikleri yerlerde yaşayan gayr-ı müslümleri her zaman barış ve refah içerisinde yaşatmış ve Müslüman sosyal devletin tüm olanakları, faydalanmaları için onlara tanınmıştır. Hatta Müslümanlar ile hemen hemen eşit düzeyde haklara sahip olduklarını ve Müslümanlar ile birlikte barış içerisinde asla aşağılanmadan yaşadıklarını biliyoruz.

Müslüman Medeniyeti’nin bu tutumuna rağmen Batı,  yarattığı barbar ötekini tarih boyunca her zaman bir gelenek olarak taşımış ve nesillerden nesillere aktarmıştır. Batı’da “İslamofobi ve Türkofobi” bir hayati gereklilik gibi nesiller boyunca aktarılmaya devam etmektedir..

Batı’nın inşaa ettiği bu olumsuz öteki imajı, zaman içerisinde Batı toplumlarında bir komplekse dönüşmüştür. Yaratılan öteki bugün Batı için tamamı ile bir kompleks durumdur. Dolayısı ile bu kompleks neticesinde Batı her alanda Müslümanlar özellikle de Türklere karşı nefret kusmaya onların yaşam haklarını ellerinden almaya devam etmektedir.

Meşhur bir darbımeselimizin dediği gibi “her şey zıttı ile kaimdir”, yâni kendisi için bir ötekiye sahip olan ancak vâr olabilir.

Sonuç olarak şunu ifâde edebiliriz: Müslümanlar için kaynaşma ve tanış olma vesilesi, farklılık ve zenginlik olan öteki, Batı ruhu ve zihni  için barbar ve kötü bir ötekidir..

Tarihçi ve Felsefeci: Umut Güner

Hacı Bektaş-ı Veli kimdir?

13. asır Anadolusu’nun büyük sûfî Türkmen şeyhi. Meşhûr Osmanlı târihçisi ve aynı zamanda Baba İlyâs’ın torunlarından Âşıkpaşaoğlu’na göre kardeşi Mintaş ile Horasan’dan gelen Hacı Bektaş, 1240’ta (II.) Gıyâseddin Keyhüsrev’in kötü idâresi dolayısıyla bozulan sosyal düzene bir tepki olarak doğan Baba İlyâs-ı Horasânî’nin önderliğindeki ve fiilî olarak Baba İshak tarafından başlatılan, Vefâî, Yesevî, Kalenderî, Haydârî ekollerine mensup Türkmenlerin katıldığı Babâî ayaklanmasında yer almıştır. Baba İlyâs’ın hayâtını anlatan mevsûk kaynak Menâkıbû’l-kudsiyye’ye (Yazılışı: 1358 – 1359) göre Hacı Bektaş bu âsî dervişin halîfelerinden birisidir. Mevlânâ’ya hasredilmiş Menâkıbû’l-ârifîn’e (Yazılışı: 1318 – 1353) göre ise onun halîfe-i has’ı ve gözde mürîdidir. Bu eserinde Ahmed Eflâkî, Hacı Bektaş’ı yakîne ermiş bir ârif olarak tanıtmış; fakat İslâm kâidelerine uymadığını da belirtmiştir. Bu sebeple ve büyük oranda sonraki asırlarda Bektâşî fıkrası olarak anlatılagelmiş, umumiyetle dinî kuralları tahfif eden hikâyelerin de tesiriyle Bektâşî meşreplilik haksız yere bir nevi dindışılık olarak görülmüştür. Bu ayaklanma sonrasında Sulucakaraöyük’e yerleşen Hacı Bektaş, ölümüne dek burada kalmıştır.

Âşıkpaşaoğlu’na göre, Hacı Bektaş’ın Hâtun Ana isminde, Bâcıyân-ı Rûm’a mensup mânevî bir kızı vardı ve bir tarîkat müessisi olmayan, müridleri olması için de çalışmayan Hacı Bektaş kendi öğretisi ve kerâmetlerini bu kadına emânet etmişti.

Hacı Bektaş’ın da diğer din uluları gibi soyu Hz. Peygamber’e çıkarılır. Yedinci imam Mûsâ Kâzım’ın Bağdat’ta öldürülmesi sonrasında onun Horasan’a giden neslinden geldiğine inanılan Hacı Bektaş, efsâneye göre öğrenim çağına gelince babası tarafından Hoca Ahmed Yesevî’nin müridlerinden Lokman-ı Perende’nin yanına verildi. Hacı unvânını alması da Lokman’la ilintili bir hikâyede geçer. Hacc için Mekke’ye giden Lokman, Kâbe’yi tavâf edip Arafât’a çıktığında, Kurban Bayramının arifesinde olunması dolayısıyla evinde bayram yemekleri hazırlanmış olduğunu düşününce, aklından geçenler transandantal biçimde Hacı Bektaş’a ulaştı ve o da geleneksel yemeklerle dolu bir tepsiyi Lokman’a iletti. Bundan sonra da kendisine Hacı Bektaş denilmeye başlandı. Hünkâr unvânı da Lokman’ın kendisinden abdest suyu istemesi üzerine secdeye varıp medrese zemininden su çıkartması dolayısıyla hocasının “Yâ Hünkâr!” diye bağırmasından gelir.

Gelenek, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’ye intikâl eden Tanrı vergisi kutsal emânetlerin halîfeleri tarafından kendilerinden birine devredilmesi istendiğinde bu ulu Türk’ün “Kendisine verilecek olan, onları almaya gelecektir” dediğini ve zihnî melekeleriyle bunu işiten Hacı Bektaş’ın tayy-ı mekân ederek yanına gelmesi üzerine Pîr’in onun saçını kazıyıp kendisine nasib vererek “Git, seni Rûm ülkesine gönderiyoruz, oturacağın yer olarak Sulucakaraöyük’ü veriyor ve seni Rûm abdallarına baş kılıyoruz, hemen var” diyerek Anadolu’ya yolladığını anlatır.

Menkıbevî anlatımlara göre Osman Gazi’nin kayınpederi olan Vefâî dervişi Şeyh Edebâlî de Hacı Bektaş’ın çevresindendir. Söylencelerin Osmanoğullarını Hacı Bektaş’la böyle bir kanaldan uyuşturma çabası ilginçtir. Bir taraftan Osmanlı târih yazıcılığı Selçuklu’nun resmî mirasçısı olduğu yönünde bir söylem geliştirip kurgularken diğer taraftan menâkıbnâme geleneğinin onları Selçuklu idâresini yıkmak üzere ayaklanan heterodoks Türkmen dervişleriyle bağlantılı göstermesi, üzerinde genişçe düşünmeye değer bir konudur. Vilâyetnâme’de Hacı Bektaş’ın Osman Gâzi’ye elifî taç giydirmesi, kılıç kuşandırması, tarîkat erkânınca önüne sofra yayması ve “Gün doğusundan gün batısına dek çerağın yansın” duâsıyla onu bir nevi takdis etmesi anlatılır. Tabiî en eski yazma nüshası 17. asra âit olan Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi’nin geriye dönük (retrospektif) bir kurgu olma ihtimâli de son derece yüksektir. Bu, Bektâşî gelenekleriyle yoğrulmuş Yeniçeri Ocağı’nın gücünden kaynaklanan bir kurgu da olabilir. Nitekim Vilâyetnâme, kurucu Osman dışında diğer ilk pâdişahlar neslini de türbesini yaptırmak, onarmak gibi fiillerle Hacı Bektaş’a iliştirmiştir. Osmanlı devletinin 16. asırdan îtibâren tanıdığı tek heterodoks tarîkat da Bektâşîlik olmuştur. Tarîkatın 13. asırda Kalenderîlik içinde ortaya çıkması sonrasında onu bu bağdan koparan, 1516’da öldüğü kabûl edilen ikinci pîr Balım Sultan’dır. (II.) Bâyezid tarafından dergâhın başına getirildikten sonra teşkîlât ve doktrinde değişikliklere gittiği bilinen Balım Sultan’la birlikte tarîkat Kalenderîlikten ayrılıp derlenerek sağlam bir taşra teşkîlâtına kavuşmuş ve Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar (1826) varlığını sürdürmüştür. II. Meşrûtiyet’le tekrar faaliyetlerine başlayan tarîkat 1925’teki tekke ve zâviyeleri kapatan kânunla resmî olarak son bulmuştur.

Göktürk Ömer Çakır

Kadim Şehir Kudüs ve Fethi

Yeryüzü, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren insanın varoluşunu tamamladığı ve devamlılığını sağladığı kadim şehirler ile doludur. İnsanoğlu kendi yaşam serüvenini inşa ettiği şehirler ve medeniyetler ile sağlamıştır. Şehir demek medeniyet demektir. Medeniyet kurmak zor ve sancılı bir tecrübe gerektirmektedir. Bu vesile ile insanoğlu tarafından kurulan şehirler; bir milletin ruhunun, hayat tecrübesinin, maddi ve manevi kültürünün yaşadığı ve hâkim olduğu yerlerdir. Her şehrin bir ruhu vardır. Şehre hâkim olan toplulukların dini ve milli değerleri o şehri anlamlandırır ve ulvîleştirir.

Kudüs’te yeryüzünde inşa edilen, değeri ve önemini asırlarca kaybetmeyen ender kadim şehirlerden birisidir. Kudüs’ü anlamlı ve önemli kılan başta İslamiyet olmak üzere semavi dinlerin ona atfettiği kutsallık ile birlikte siyasi, sosyal ve ekonomik yönleridir.

Kudüs tarihi süreçte birçok farklı dini ve etnik unsura ev sahipliği yapmış, birçok köklü kültürün barındığı ve iç içe yaşadığı bir şehir olmuştur. Sahip olduğu maddi ve manevi zenginliği nedeniyle birçok hükümdar ve devletin sahip olmak ve yönetmek istediği, bu uğurda da ciddi mücadelelere giriştiği bir şehirdir.

Kadim şehir Kudüs üç büyük semavi dinin izlerini taşımaktadır. Müslümanlar için ilk kıble, Museviler için Süleyman Tapınağının merkezi, Hristiyanlar için ise dünyanın merkezi ve Mesih’in ikinci kez döneceği yer olarak kabul edilmektedir.

Tarihi süreçte iki defa yok edilmiş, 23 defa işgal edilmiş, 52 defa saldırıya uğramış ve 44 defa da ele geçirilip tekrar kurtarılmış bir şehirdir Kudüs.

Müslümanlar tarafından Kudüs 638’de fethedildi. Rivayete göre Kudüs piskoposu Sophronius şehrin anahtarını sadece halifeye teslim edeceğini beyan etmiş ve bunun üzerine halife Hz. Ömer bizzat Kudüs’e gelerek şehri teslim almıştır. Tarihte “Ömer Fermanı” olarak bilinen ve inanç özgürlüğünün ile hoşgörünün emsali olan fermanı bu vesile ile burada yayınlanmıştır.

Müslüman yönetimi altında Kudüs en parlak dönemini yaşamıştır. Emevîler döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devletin merkezini Dımaşk’a nakletmesinden sonra Kudüs’ün önemi daha da artmıştır. Şehir Müslümanlar tarafından imar edilmiş, tarihine ve şanına yaraşır şekilde bir şehir olarak tüm imkanlar ile donatılmıştır. En önemli imar faaliyeti şüphesiz Emeviler döneminde inşa edilen Kubbetü’s-sahra ve bu dönemde tekrar tamir ve inşa edilen Mescid-i Aksâ olmuştur.

Malazgirt savaşı sonrası Anadolu’da güçlenen Müslüman Türk varlığı karşısında büyük bir telaşa ve endişeye kapılan başta Roma İmparatorluğu ve Kilise tarihe Haçlı Seferleri olarak geçecek büyük bir girişimi başlatmış oldular. Bütün Avrupa uluslarının vatandaşlarından oluşan ve eşsiz imkanlar ile donatılmış tarihin görebileceği en muazzam orduları meydana getirdiler. Bu muazzam ordunun en büyük gayesi Anadolu’da Türk varlığına son vermek ve başta Kudüs olmak üzere Müslümanların elinde bulunan kendi kadim kutsal şehirlerini tekrardan ele geçirmekti.

Haçlı ordusu 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçirerek burada bir Latin Krallığı ve papalığa bağlı bir kilise kurdu. Haçlılar başta evlerde ve camilerde olmak üzere şehirde ne kadar kadın, erkek ve çocuk varsa öldürdüler. Mescid-i Aksâ’ya sığınmış olan halkıda kılıçtan geçirdiler. Yaşanan bu facianın görgü tanığı olan tarihçi Raimundus, mâbedlerin bulunduğu bölgeye giderken cesetlerin ve dizlerine kadar çıkan kan birikintilerinin içinden geçmek zorunda kaldığını ifade etmiştir. Katliamda ölenlerin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte dönemin kaynaklarında Müslüman ve Musevilerin nüfusunun hemen hepsinin kılıçtan geçirildiği belirtilmektedir. Latin Krallığının egemenliği Kudüs’ün en karanlık dönemlerinden birini teşkil etmiştir.

Müslümanlar şehre tekrar sahip olmak için birçok askeri harekât düzenlediler ve kuşatmalarda bulundular. Müslümanlar ve Krallık Ordusu arasından birçok kez münferit çatışmalar yaşanmaktaydı. Son olarak Krallık Ordusunu bağlı bulunan askerlerin Müslüman kervanına saldırması sonucunda sabrı taşan Selâhaddin, 4 Temmuz 1187’de Hittîn mevkiinde yapılan savaşta Kudüs krallık ordusunu yok etti ve Kudüs üzerine yürüdü.

Bu sefer sırasında Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs’ün tarihi ve dini önemini aksettiren şu sözleri tarihe geçmiştir:
“Kudüs’ün, Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeyi muhasara etmek ve savaşın gerektirdiği yollarla şehre hücum etmek ve girmek istemiyorum.”
Eyyübi yönetimi altında Kudüs’te huzur ve refah hâkim oldu. Şehir eski günlerindeki gibi sosyal, siyasi ve ekonomik dirliğe tekrar ulaştı. Böylelikle şehir yaklaşık 145 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmiş oldu.

İlerleyen yıllarda Suriye topraklarında hüküm süren bir diğer Türk devleti olan Memlüklüler ile Eyyübiler arasında şehir birkaç kez el değiştirse de son olarak Abbâsî Halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın aracılığıyla Suriye’deki Eyyûbîler ve Memlükler arasında yapılan barış antlaşması ile Kudüs Memlükler’e bırakıldı. Memlüklüler’in Kudüs siyaseti de daha önceki Müslüman devletlerin izlediği politikalara benzer bir seyir izlemiştir. Memlüklülerde Türk-İslam mührünü Şehre vurmuşlar, şehrin imarı ve ihyası için gereken tüm donanımı sağlamışlardır.

XVI. asra gelindiğinde en parlak dönemini yaşayan Osmanlı devleti ve onun meşhur hükümdarı Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkmış ve Mercidâbık’ta Memlükler’e karşı zafer kazanmasının akabinde Kudüs Osmanlı Türkler’inin eline geçmiş oldu. Kudüs yaklaşık 4 asır Osmanlı yönetiminde kaldı ve Osmanoğulları da Kudüs’e tarihi önemine binaen gereken desteği ve önemi verdiler.

XX. asra gelindiğinde ise Birinci Dünya Savaşı’nın menfi sonuçlanması ve Osmanlı Devlet’inin inkıraza uğraması sonucunda Kudüs’te “Manda Yönetimi” hâkim oldu. Yahudi nüfusunun bu bölgeye ve şehre göçü hızlanmış ve ardından ilan edilen Balfour Deklarasyonu ile de Yahudi siyasi varlığı İngiltere tarafından bu bölgede desteklenmiş oldu.
Bu tarihten itibaren Kudüs günümüze kadar devam edecek olan sorunların yaşandığı karanlık bir şehir hüviyeti kazandı. Müslüman nüfus göç ettirilmeye zorlanmış, Müslüman ibadethaneleri zarar görmüş ve İsrail’in ardı arkası kesilmeyen zulümleri Kudüs’ü acı bir vatana dönüştürmüştür.

Kudüs başta Müslümanlar olmak üzere Müslüman yönetimi altında yaşanmış olan tarihteki parlak ve refahı yüksek günlerini tekrardan beklemektedir.

Umut Güner