Libya’nın Tarihi

Giriş

Libya adı İslâm literatüründe kullanılan bir isim değildir. Müslüman olmadan çok önceden iti-baren ilk defa Yunanlılar tarafından bölge için kullanılan adlardan biri olmakla beraber, esas itibariyle “Trablus” veya “Trablus ve Bengâzî” kullanılmıştır. Libya adı da kullanıldığında, gü-nümüzdeki gibi ülkenin tamamı için değil, ba-tısını teşkil eden Trablus bölgesinin adı olarak kullanılmıştır. Trablusu’l-Garb, (Osmanlıcada:) Trablus-i Garb ve Trablusgarp adları ise buranın Suriye-Lübnan’daki (Doğu)Trablus’tan ayrılma-sını sağlamak içindir.

Libya adının, bölgenin ilk yerleşimcilerinden Berberî Levâte kabilesinin adının değişiminden geldiği tahmin edilmektedir. Libya’nın ilk yerli ahâlisi olan Lîbîler hakkında yeterli bilgi bulun-mamakla beraber, bunların Berberî Levâte’nin atası olduğu ileri sürülmektedir.

Doğu bölgesinde yer alan Bengâzi’nin antik dönemden gelen adı ise Sirenaika’dır. Ülkenin günümüzdeki resmî adı “el-Cemâhîriyyetu’l-‘Arabiy ye tu’l – L îbiy ye tu’ş -Ş a‘biy ye tu’l – ıştirâkiyyetu’l-‘Uzmâ”dır. Büyük Libya Arap Halk Sosyalist Cemâhîriyyesi.

Libya, Afrika kıtasında yer alan ülkeler içinde Sudan, Cezayir ve Kongo’dan sonra, 1.759.540 kilometrekare ile en büyük yüzölçümüne sahip ülkedir. Kuzeybatısında Tunus, batısında Ceza-yir, güneyinde Nijer ve Çad, güneydoğusunda Sudan, doğusunda ise Mısır ile komşudur.

Libya’nın Tarihi

Antik Dönem

Batıda yer alan Trablus, bölgeye ticarî amaçla gelen Fenikeliler tarafından kurulmuş ve bölge M.Ö. V. yüzyılda Kartaca’ya bağlanmıştır. Binga-zi ise M.Ö. 630 yılında bölgeye gelen Yunanlılar tarafından kurulan antik Siren şehrinin kurulma-sıyla ortaya çıkmıştır. Tarih içinde ülkenin doğu-su Mısır ile, batısı ise Tunus ile ilişkideydi. M.Ö. 146’da Romalılar Kartaca’yı yıkarak tüm Kuzey Afrika’yı ele geçirdiler. İzleyen yüzyıllarda bölge önemli gelişmeler yaşadıysa da uzun süren Ber-berî saldırılarıyla zayıflayarak 430’da Vandallar’ın işgaline uğradı; ülkenin fakirleşmesi Bizanslıların işgalini ve hâkimiyetini kolaylaştırdı (535).

İslâmî Dönem

Hz. Ömer devrinde ‘Amr b. ‘Âs komutasında Mısır’ı fetheden İslâm ordusu (642) Libya ve Tunus’taki Bizans hâkimiyetine son vermek üze-re bölgeye yöneldi ve önce (Berka) Sirenaika ele geçirilerek Levâte kabilesi cizye karşılığı yerin-de bırakıldı, Müslümanların Trablus’a saldırıları durmadı, nihayet 647’de Bizanslılar yenildi.

707’de Mûsâ b. Nusayr’in Afrika valiliği zamanın-da Afrika’daki İslâm fetihleri tamamlandı ve bu-rası tarihte ilk defa İfrîkiyye (Tunus ve Trablus), el-Mağribu’l-Avsat (Cezayir) ve el-Mağribu’l-Aksâ (Fas) adlarıyla üç bölgeye ayrılıp her birine âmiller gönderildi.

Kuzey Afrika’da sonu gelmeyen ayaklanmalara bir çare olması için Halife Harûnurreşîd İfrîkiy-ye valiliğine, veraset yoluyla çocuklarına geç-mek üzere emirlerinden Ağleb b. Sâlim’in oğlu İbrâhim b. Ağleb’i tayin etti. Böylece Libya’da Ağlebîler dönemi başlamış oldu (800). Sağlanan güvenlik ortamının yardımıyla bölge gelişmeye başladı. Tunus ve Trablus’u 908’e kadar yöneten Ağlebîlerin hükümranlığına Fâtimîler, burada kendi devletlerini kurarak son verdiler. Bu son iki dönemde de isyanların ardı arkası kesilmedi. 972’de Fâtimîlerin başsehri Mısır’a taşınarak İf-rîkiyye ve Mağrib valiliği Sanhâce kabilesine ve-rildi. Sanhâceler bölgenin Fâtimîlere bağlılığını sağlamaya çalıştılar. Bulukkin b. Zîrî ile başlayan Sanhâceler zamanı Berberîlerin İfrîkiyye’de güç-lü oldukları bir dönem oldu; bu güce dayanarak Zîrîler 1049’da, Fâtimîler’e karşı çıkarak Abbâsî-lere bağlandılar ve bölgede Mâlikî mezhebi yayıl-maya başladı. Halife Mustansır Billâh’ın uygula-malarıyla Berberîler çok rahatsız edildiler ve et-kinliklerini yitirdiler. 1160 yılında Libya’yı Sicilya adına yönetmekte olan Yahyâ b. Matrûh aynı yıl Mağrib’de kurulan Muvahhidler Devletine bağ-ladı. 1207-1323 yılları arasında İfrîkiyye Hafsîler hânedanının yönetiminde kaldı. İç karışıklıklar bitmek bilmiyordu; Trablus birkaç defa el de-ğiştirdi. 1327’de Berberî kökenli Ammâroğulla-rı hânedanının temeli atıldı. 1355’te ise Ceneviz Amirali Philippo Doria Trablusgarb’ı ele geçirdi ve beş ay elinde tuttuktan sonra Merînîlere sattı.

İspanyollar, Endülüsteki Müslüman şehirlerini birer birer ele geçirdikleri gibi güçlerini Kuzey Afrika’ya yönelterek buradaki şehirleri de zap-tetmeye başladılar. V. Ferdinand’ın gönderdiği ordu tarafından 1510’da Trablus Hafsîlerden alı-narak halkın bir kısmı kılıçtan geçirilip kalanları da şehir merkezinden uzaklaştırıldı. Bunu izle-yen Şarlken zamanında halkın şartlı olarak şehre dönmesine izin verildiyse de 1534’te Barbaros Hayreddin Paşa tarafından buraların ele geçiril-mesine engel olamadılar. Yine de Şarlken şehre tekrar saldırıp geri alarak Hıristiyan din adamla-rına devretti. 1551’de şehir Turgut Reis ve Kap-tanıderyâ Sinan Paşa tarafından alınıp Osmanlı Devletinin topraklarına katıldı.

Evlad-ı Muhammed’in elindeki güneydeki Fizan Bölgesi ise 1577’de Osmanlı Devletinin toprakla-rına katılmıştır.

Osmanlılar Dönemi

Osmanlılar’ın Kuzey Afrika’ya ilgileri XV. yüz-yılda başladı. Ama İspanyol işgalinden kurta-rılmaları için Trablusgarblılar ilk defa 1510’da, ikinci defa da 1519’da İstanbul’a bir heyet gön-dererek yardım istediler. Nihayet,Osmanlıların Akdeniz’de ağırlıklarını iyice hissettirdikleri bir dönemde Turgut Reis’in gayretleriyle 15 Ağustos 1551’de Trablus ele geçirildi.

Osmanlı Devleti için Trablus Ocağının da bulun-duğu Garp Ocakları, İmparatorluğun ve İslâm dünyasının savunmasında ileri bir karakol sayı-lıyordu.

Tamamen Türk kökenli olan yeniçeri ve leventler savaşlarda İstanbul’dan gelen emirlere göre dev-letin destekçisi olmakla yükümlüydüler. Ayrıca ilke olarak evlenmemeleri gereken yeniçerilerin yerli kadınlarla evlenmelerinden doğan erkek çocuklarının “kuloğlu” adı verilen bir Türk-Arap karışımı nesil meydana çıkarması da kaynaşma-ya önemli katkıda bulunmuştur.

Libyalı meşhur tarihçi İbn Galbûn’a göre, bölge-ye Türk hakimiyetiyle birlikte refah ve huzur or-tamı gelmiş, Turgut Reis’in beylerbeyliği yılların-da (1553-1565) Trablus şehrinin nüfusu artmış ve halkı zenginleşmiştir.

XVI. yüzyılın değişen ekonomik dengeleri, Libya’nın İstanbul’dan değil de ağırlıklı olarak ye-rinden yönetilmesini gerektiriyordu. Böylece bey-lerbeyilerle ocaklıların temsilcisi konumundaki “dayı”lar arasında bir denge oluşmaya başladı. Artık yönetim ağırlıklı olarak dayıların elindey-di. İç karışıklıkların bastırılmasında İstanbul’daki merkezî hükûmetten ziyade dayılar etkili olduğu gibi, İngiliz, Fransız ve İspanyol hükûmetleri de bölgedeki ticarî gemilerinin korunması için doğ-rudan dayılarla anlaşmalar yapmaya başladı. Bu sürecin sonucu olarak 1711’de dayılığa gelen Ka-ramanlı Ahmed Bey, Osmanlı Devleti’nin şekilde kalmış olan beylerbeyi gönderme uygulamasını sona erdirdi ve dayılık babadan oğula geçen bir uygulama oldu. Karamanlı iç ve dış politikaların-da oldukça bağımsızdı.

XVII. yüzyılda Osmanlı merkezî idaresinin eyâ-letler üzerindeki kontrolü zayıflamaya başladı. Ayrıca 1793’ten itibaren Karamanlı ailesi içinde iktidar çekişmeleri artınca Trablus’un gücü za-yıfladı.

XIX. yüzyılın başlarında İsveç, Amerika, Sardun-ya, Napoli, İngiltere ve Fransa ile çıkan çatışmalar sonunda Trablus’un aldığı haraçlar ortadan kalk-tı. Ayrıca adı geçen devletlerin silah gücü yüksek modern gemileri de vardı. Ekonomik durumu çok zayıflayan Trablus’un içişlerini İngiliz, Fran-sız ve Sardunya konsolosları yönetir hâle gelmiş-ti. 1802’de Amerika ile yapılan savaş ve Mısır’a saldırdığında Fransa’yı tutması eyaletin gücünü iyice zayıflatmıştı. Şehrin ileri gelenleri 1832’de İstanbul’a başvurarak Karamanlı ailesinin vali-likten uzaklaştırılmasını talep etti. 1856’ya kadar süren çatışma ve isyanların ardından ikinci Kara-manlılar devri denen dönem başladı.

1864’te Trablusgarp vilâyet, 1877’de Bingazi ayrı bir sancak oldu. 1800’lerin başlarında ilk matbaa kuruldu ve ilk gazete yayımlandı. 1899’da Fünun ve Sanayi Mektebi kuruldu. 1911’deki İtalyan iş-galine kadar Trablusgarp ve Bingazi’ye borular-la su getirilmiş ve kıyılar açılmıştı. İstanbul ile telgraf bağlantısı sağlanmıştı. Bir ziraat okulu ve 160 ilkokul açılmıştı. 1908’de Trablus’un nüfusu 32.000, Libya’nınki ise 500-600 bin dolayınday-dı.

1878’de Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya yenilmesi ve arkasından Tunus’un Fransa (1881), Mısır’ın da İngiltere (1882) tarafından işgali, Afrika’nın tamamıyla paylaşılması pazarlıkları çerçevesin-de Libya’nın talipleri arasında yeni tartışmalara yol açtı. Osmanlı Devleti bu durum için, bölge-nin silahlandırılması dahil bir çok tedbirler alı-yordu. Bu arada ileriye yönelik bir tedbir olarak bölgenin ileri gelenlerinden ve Medeniyye Tari-katından Şeyh Zâfir, kendisine danışılmak üzere İstanbul’a çağrıldı; bütün ileri gelenlerin oğulla-rı İstanbul’da açılan aşiret mektebine aldırılarak bağlılıkları güçlendirilmeye çalışıldı. Senûsiye Tarikatı da Osmanlı Devleti’ne bağlılığını açık-ladı.

1908 Osmanlı Meclisi’ne, Mustafa Efendi (Hums), Ömer Mansur Paşa ve Yûsuf Şetvân Bey (Binga-zi), Ferhâd Bey, Sâdik Bey ve Naci Bey (Trablus-garp), Câmi Bey (Fizan) ve Süleymân el-Bârûnî (Cebel-i Garbî) milletvekili olarak katılmışlardır.

1911-1951 Arası Siyasî Durum (İtalyan ve İngiliz Yönetimleri)

Osmanlı Devleti’nin topraklarından, İngiltere ve Fransa’nın dışında pay almak isteyen üçüncü bir Avrupa Devleti, ilk defa 18 Haziran 1878’de toplanan Berlin Kongresi’nde devreye girmiştir. 1869’dan itibaren İtalyan Krallığı, Libya’yı eski Roma İmparatorluğu’nun Mare Nostrum’u (ken-di denizi) ve Akdeniz’i de doğal bir gelişme alanı saymıştır. Fransa’nın Cezayir’e yerleşmesine kar-şılık kendileri de Tunus’u ele geçirmeye kalkış-mışlar ama Osmanlı Hükumetinin sert çıkışıyla karşılaşmışlardı. Yine de Tunus’a barış yoluyla girerek, demiryolları ile telgraf hatları çekmişler,bankalar açmışlar ve oradaki nüfuslarını artır-mışlardır. İtalyan kültürünün Tunus’a yerleştiril-mesine çalışmışlardır. Ancak Berlin Kongresi’nde İngilizler tarafından İtalyanlara Libya konusunda bazı muğlak ifadelerle vaadlerde bulunulmuştur. Bunun üzerine İtalyanlar, zaten kendi jeopoli-tik çevreleri içindeki Trablusgarp ve Bingazi ile ticarî ve kültürel bakımlardan yakından ilgilen-mişler, buralarda dinî misyonerlerin yönettiği hastaneler ve okulların yanısıra ayrıca bankalar ve ticarethaneler açmışlar ve kapitülasyon imti-yazlarından faydalanarak ülkenin her tarafında-ki etkilerini artırmaya çalışmışlardır. Şehirlerde Arap gençleri, Türkçe’den daha büyük kolaylık-larla İtalyanca öğrenmekte ve İtalyan hayat tarzı-nı daha çekici bulmaktaydılar.

Buna karşılık Osmanlı Valileri, bu sinsi nüfuz ha-reketinin farkına vararak mücadele etmişlerdir. Tam bu noktada, Senûsî hareketi kendini göste-rerek dinî duyguların yayılması amacının dışında Libya çöllerinde ekonomik ve sosyal canlanma açısından da çok etkili olmuştur.

1911 Ağustos ayında İtalya’nın, Trablusgarp ve Bingazi üzerindeki niyetleri Avrupa basınına sız-dığı halde Bâbı Âlî bu durumu kabul etmemişti. İtalya’nın kötü niyetini bilmekle beraber Babı Âlî böyle bir şeye ihtimal vermiyordu. Yine de Der-ne adlı bir yük gemisine yüklenen yirmi beş bin mavzer, işgalden sadece üç gün önce limana bo-şaltılmıştı.

Konumuz olmadığı için ayrıntısına girmeyece-ğimiz bir sürecin sonunda Libya, sahillerinden itibaren 29 Eylül 1911’de işgal edilmeye başlan-mıştır.

Birinci Dünya Savaşı bittiğinde İtalya, çok kan dökmesine rağmen Libya’nın ancak sahil kesim-lerinde tam anlamıyla hakim durumdadır ve top-lam 80.000 askeri vardır. Bundan sonraki İtalyan tutumunu yansıtan bazı kritik olaylar şunlardır. 1919’da İtalyan Hükumetiyle Trabluslu direniş-çilerin yaptığı anlaşmaya göre yeni bir Anayasa hazırlanıyordu. Buna göre Trablus halkına yeni bir meclis, İtalyan vatandaşlığı ve vergilerden muafiyet gibi bazı imtiyazlar tanınıyordu.

1922 Ekiminde Mussolini’nin iktidara geçisiyle birlikte İtalyanların Libya’ya karşı tutumları da-ha sertleşmiştir. 1932’ye kadar Libyalı mücahit-lerin verdiği mücadele umutsuz bir çetecilik, bir yıpratma ve yıldırma savaşı niteliğinde geçmiştir. 1911’den beri süren bu şerefli mücadelede Ömer Muhtar müstesna bir yere sahiptir.

İlginç bir nokta da, İtalyan askerlerinin baskın-ları esnasında, iklim şartlarına daha alışkın olan Eritreli (Habeşistan) askerleri de Libyalılara karşı

Libya’da bir türlü tam hakimiyet kuramayan İtalyanlar değişik yollara başvuruyorlardı. Ör-neğin, Graziani es-Senûsî Zaviyelerini kapatıp, şeyhlerini İtalya’daki Issız Ustica Adasına sür-müş, mallarına el koymuştur. Kabilelerin müca-hitlerle ilişkisini kesmek için onları çoluk çocuk ve hayvanlarıyla birlikte etrafı tel örgüyle çevril-miş kamplara toplatmıştır (Sirte’de 80.000 insan ve 60.000 baş hayvan bir kampa toplanmıştı). İtalyanlar Libya’da iç harbin bittiğini 1932’de kayda geçirmişlerdir. Bundan sonra İtalyanların Libya’yı kolonileştirme faaliyetleri büyük bir hız-la başlamıştır.

Aslında, karaya çıktıkları günden itibaren İtal-yanların ilk işi toprak rejimine el koymak ol-muştur. İlk İtalyan ziraî kolonileri de Osmanlı ve yerli mücahitlerin kurşunları altında ku-rulmuştur. Mussolini’ye kadar Trablusgarp ve Bingazi Osmanlı zamanındaki gibi yönetilirken Mussolini’den sonra durum değişmiş ve bu şe-hirler, İtalyan Sömürgeler Bakanlığı’nca atanan valilerce yönetilmeye başlanmıştı. Böylece her türlü kolonizasyon ile ilgili yönetmelik ve ta-limatlar yayınlamak kolaylaşmıştır. Göçebe ve bedevî halka karşı etkisizleştirme politikası uy-gulanıyordu. Nüfus cüzdanı verilerek kontrol altına alınıyorlar, ellerindeki silahlar toplanıyor-du. Verimli arazilerden kovuluyorlar, verimsiz kısımlarda iskâna mecbur ediliyorlardı. Bunların sonucunda sadece Bingazi bölgesinden 20.000 kadar Libyalı Mısır, Sudan ve Orta Afrika’ya göç etmek zorunda kalmıştır.

Libya yerlilerinden oluşturulan askerî birliklerde bedevîlere yüksek seviyede bir yaşama imkanı sağlanıyordu. Libya’yı işgal ederken Eritre’den getirdikleri askerleri kullandıkları gibi bu de-fa 1936-1937 Habeşistan Harbi’nde Libya’dan gönderilen önemli sayıda Libyalı yerli birliklerin yararlılıkları Trablus’u ziyaretlerinde İslâm Kılı-cını (Seyful-ıslâm) kılıcı kuşanan Mussolini’nin nutkunda, o askerlerin parlak iltifatlarla anılma-larına sebep olmuştur5. Nihayet Libyalılar İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç aşamalarında İtalyan saflarında savaşmışlardır.

Osmanlı yönetimi altındaki Libya halkının hu-kukî statüsü, o zamanların İslâmî Osmanlı huku-ku çerçevesinde, tam eşitlik esası üzerine kurul-muştu. Türklerden daha fazla imtiyaza sahip Os-manlı vatandaşı idiler. İtalyan yönetimi işgalden sonra, Libyalıları Libya’nın herhangi bir yerinde doğan İtalyan vatandaşı veya diğer bir devlet uy-ruğu olmayan ferdi (İtalyan tebaası) olarak ilân etmiştir. Böylece Libyalılar, Osmanlılar zama-nındaki gibi, medenî ve siyasî bütün hakları olan birer vatandaş değil, İtalyan Sömürge Kanunlarına tabi, ikinci sınıf tebaa oluyorlardı. Bu sistem Fransızların Cezayir’de uyguladığı sistemin aynı-sıydı.

Bir Libyalı müslümanın, tam hukuku ile bir İtal-yan vatandaşı olması ancak, miras ve evlenme gibi İslâm dininin kendine verdiği haklardan fe-ragat etmeyi kabul etmesiyle mümkündü.

Yukarıda bahsi geçen Trablus ziyaretinde Mus-solini, Libyalı birliklerin Habeşistan seferinde gösterdikleri yararlılıkları övmüş, bunları asla unutmayacağını ve bunun karşılığını Libya halkı-na bağışlayacağı haklarla ödeyeceğini söylemişti. Bunun sonucu olarak 1939’da yerli müslümanlara “Özel İtalyan Vatandaşlığı” şerefini bağışlamıştır. Bu imtiyazlı vatandaşlığı kazanabilmek için İtal-yanca okuma yazmayı bilmek, 18 yaşını doldur-muş olmak ve iyi ahlâk sahibi olmak yetiyordu. Bu özel vatandaşlar silah taşıyabiliyorlar; Arap Faşist Karagömlek kıtalarına girebiliyorlar; Libya askerî birliklerinde subay, Arap topluluklarının oturduğu yerlerde belediye başkanı, Arap-İtal-yan karma topluluklarının oturduğu bölgelerde ise müşavir ve faşist sendikalarda üye olabili-yorlardı. Ancak bu özel vatandaşlara memuriyet verilirken İtalyanlara amirlik yapacak bir göreve getirilmemeleri gerekiyordu.

İtalyanca’nın Libya’da yaygınlaştırılması için de çaba sarfediliyordu. Yerli halk için eski usul okul-lar devam ederken diğer yandan, karma okul-larda İtalyan dili ve kültürü de öğretiliyor ama, kabiliyetli müslüman çocukları orta sınıflara ge-lince, olgunlaşmış sayılarak tasdikname ile okul-dan uzaklaştırılıyor, böylece onların İtalyanlarla aynı bilgi ve birikim seviyesine gelmelerine izin verilmiyordu.

Araplara sadece hademelik, odacılık ve kapıcılık ya da alt seviyede memurluklar verilmiştir. Bu-nun bir sonucu olarak İngilizlerce işgal edilen Bingazi ve Trablus’ta (1943), yerli idare için ge-rekli yetişmiş unsur bulmakta zorluk çekilmiştir. Bağımsızlığın verildiği 1951’de yüksek öğretim görmüş Libyalı bir mühendis, bir doktor, dişçi ya da eczacı yoktu.

İtalyan işgalinin en önemli sonuçlarından biri, Libya topraklarına İtalyanların yerleştirilmesi idi. Ya gruplar halinde doğrudan göçmenler ge-tirilerek kendilerine topraklar veriliyordu ya da kendisine toprağı işleme yetkisi verilen İtalyan şirketleri aracılığıyla göçmenler getiriliyordu. Her iki durumda da, bir aileye yirmi beş hektar arazi veriliyor, belli arazi grupları için birer mer-kez oluşturuluyordu. Bu merkezlerde depolar, bir kilise, bir okul, bir postane bir de Faşist Kulübü inşa ediliyor ve ailelerin tarlaları bu merkeze yol-larla bağlanıyordu. Kuyu ve kanallarla arazilerin su ihtiyacı temin ediliyordu. Her aileye, ancak el-li yıl sonra sahibi olabileceği üç dört odalı, mut-fağı, tuvaleti, banyosu, kuyusu ve ahırı olan bir ev veriliyordu. Göçmen olacak aileler İtalya’da çok sıkı bir elemeden geçirilerek seçiliyordu. 1940’a kadar getirilenlerin sayısı Trablus bölgesine 60.000 ve Bingazi bölgesine 40.000 olmak üzere 100.000’i bulmuştu.

İtalyan yönetimi 1932’den itibaren sükûneti sağ-lamaya başladığı Libya’da bazı imar faaliyetleri-ne geçti. Ülkedeki zeytin ağaçlarının sayısının iki katına çıkması, Bingazi-Trablus arasındaki 1050 kilometrelik asfalt yolun yapımı gibi yatı-rımlar için -askerî harcamaların dışında, İtalya Devleti 1911-1942 arasında bir milyar iki yüz milyon dolar masraf yapmıştır. Tabii ki bunlar coğrafi yönden genişleme ve genişlediği alanlar-da demografik artış amaçlayan emperyalistçe bir tutumun sonucu olarak kendi menfaatleri için yapılmış olmakla beraber, meydana gelen refah ve imarın müslümanlara da bir faydası olmadığı söylenemez.

İkinci Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde (1940), Habeşistan’ın tamamiyle İtalya’nın elinde olma-sının işi ağırlaştırması sebebiyle, Libya’nın coğ-rafî ve stratejik durumu çok önemli bir rol oyna-mıştır. Savaş öncesinde İtalya’nın Habeşistan’da yüz otuz bin, Libya’da ise yüz altmış bin kişilik hazır kuvveti bulunuyordu. İngilizlerin Arap ve Mısırlı halk arasında savaşacak yüz bin kişilik bir ordusu vardı. Ancak İtalya’nın bu güçle oran-tılı bir cesareti gösterememesi ve İngilizlerin Habeşistan’daki yurtseverleri de iyi örgütlemesi başta olmak üzere -burada ayrıntısına gireme-yeceğimiz- bir çok sebepten dolayı İngilizler Libya’nın bazı bölgelerine Fransızlar da Fizan istikametine doğru harekete geçerek Libya’yı ele geçirmeye başlamışlardır.

1943’te Seyyid İdris es-Senûsî Bingazi’ye halkın coşkun gösterileri arasında girmiştir. 1949’da İn-gilizlerin davetiyle bir Anayasa hazırlanmıştır.

Sivil İtalyan kolonisinin ülkeden tamamen çekil-mesi 1950 yılına kadar devam etmiştir. 1950’de Birleşmiş Milletler Libya’nın müstakil bir devlet olarak teşkilatlandırılması kararını almış, 7 Ekim 1951’de Libya Birleşik Krallığı’nın anayasası ka-bul edilmiş, 27 Kasım 1951’de de Birleşmiş Mil-letler Libya’nın bağımsızlığını ilân etmiştir.

İngilizlerin yönetiminde söz sahibi olduğu 1942-1951 arasında siyasî alandaki belirsizlik ve tar-tışmalar dolayısıyla ekonomik, sosyal ve kültürel yönden bir durgunluk meydana getirmiştir. İtal-yan kolonizasyonu zamanlarındaki dış yardımı tamamen kesilmiştir. İtalyan yönetiminin tama-men sona erdiği 1943’ten itibaren İtalyan banka-ları da kapanmıştır. Koloni arazileri, belirsizlik nedeniyle verimsizleşmiş ve kamuya yük olmuş-tur. Libya halkının İtalyan döneminde eğitim ve öğretimden hiç yararlanmaması sebebiyle kültür seviyesi, ekonomik ve sosyal bir kalkınma hare-ketine destek olacak nitelikte değildir. 1943’ten beri bütün okullar kapalıdır. İngiliz yönetimi ara-cılığıyla Birleşmiş Milletler’in yaptığı yardımlarla çok küçük hareketler sağlanabilmiştir. Birleşmiş Milletler Teknik Yardım Heyeti ve Amerika-Lib-ya Teknik Yardım Enstitüsü aracılığıyla yardım-lar yapılmaya başlanmıştır.

29 Mart 1951’de Libya Geçici Hükumeti kurul-duysa da İngilizlerle Amerikalıların Bingazi ve Trablus’tan, Fransızların da Fizan’dan çekilerek, idarî, siyasî ve malî sorumlulukları devretmesi hemen olmamıştır. İngiliz ve Fransız temsilcile-ri bir müddet daha, danışma kurullarında görev yapmıştır.

1951’den Günümüze Kadar Siyasî Durum ve Libya-Türkiye İlişkileri

Kurulduğu yıllarda Libya, dünyanın en fakir devleti ilân edilmiştir. 1953’te İngiltere ile Dost-luk Antlaşması imzalanır. Buna göre İngiltere Libya’yı dışardan gelecek saldırılara karşı koru-yacaktı. Karşılığında da Trablusgarp ve Berka’da İngiliz hava ve kara kuvvetleri bulunduracaktı; ayrıca Libya ordusunu eğitmek üzere İngiliz as-kerî uzmanları Libya’da bulunacaktı.

1954 yılında ise Amerika ile anlaşma imzalanır. Buna göre, Amerika Libya’ya maddi yardımda bulunacak ve bir çok üs için arazileri kullanacak-tı.

1956’da ise Fransızlar Fizan’ı terkederler. 1953’te Libya Arap Birliği’ne üye olduğundan dolayı İngiltere ve Amerika ile yapılan anlaşma-lar, Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerinin iti-razları arasında gerçekleşmiştir. Hâlen Libya’da bulunan 45.000 vatandaşının hak ve menfaatleri-ni korumak amacıyla İtalya Trablus’da büyükel-çiliğini açar ve 1953’te yeniden Libya ile ilişkiler kurar.

Türkiye ve Türklere karşı sevgisini ve bağlılığını göstermek için Milli Savunma Bakanı Ankara’yı resmen ziyaret ederse de, Türkiye Libya ile ilişki-lerini başlatmakta biraz gecikir. Elçiliğimiz ancak Ekim 1953’te açılır ve ilişkiler başlar.

Sovyetler Birliği, Libya’ya 10 milyon ruble tuta-rında uzun vadeli borç vermek isterse de, Ameri-ka ve İngiltere’nin baskısıyla bu gerçekleşmez.

Arap Birliği’ne de üye olması dolayısıyla komşu-su Mısır ile iyi ve yoğun ilişkiler kurulur. Mısır’ın, özellikle Cemâl Abdunnâsır’ın başını çektiği Arap milliyetçiliği, komşu Libya’da kısa zamanda etkisini gösterir ve Libyalılar Nâsır’dan etkilenir-ler.

Libya’nın Türkiye ile ilişkileri, başladıktan sonra hareketlenir. 29 Ekim 1953’te yapılan Cumhu-riyet Bayramı kabul resmine tüm hükûmet ve meclis üyeleri katılır ve elçiliğin bulunduğu cad-deye Türkiye Caddesi adı verilir. Ayrıca Trablus Belediyesi dört önemli caddeye daha İstanbul, Ankara, Atatürk ve Fatih Sultan Mehmet Caddesi adlarını verir. Bu arada Türkiye-Libya Dost-luk ve Kültür Cemiyeti kurulur. Libyalı gençlerin eğitimi için yirmi beş öğrenciye burs verilir. Bun-ların bir kısmı Harp Okulunda okumuştur.

1954’te Başbakan Mustafâ b. Hâlim, iki bakan ve geniş bir heyetle Ankara’yı ziyaret eder. 1956’da Kral I. İdris es-Senûsî Savarona Okul gemisiyle Türkiye’ye gelir, çok iyi karşılanır ve resmi görüş-melerden sonra Yalova’da dinlenir.

Bu ziyaretlere karşılık Başbakan Adnan Mende-res, kalabalık bir heyetle 1957’de Libya’yı ziyaret eder. Ancak Kahire radyosunun, ziyaret ve Tür-kiye aleyhine yaptığı yoğun yayınların gölgesin-de geçen bu önemli ziyaretin sonunda bir ortak açıklama yapılmadığı gibi ortak bir bildiri bile yayınlanmaz.

1958’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Libya’ya yaptığı ziyaret Kral’ın himayesinde gerçekleşir ve bu ziyaret sırasında iki ülke arasındaki ilk İşbirli-ği ve Kültür Anlaşması imzalanır.

1959’da zengin petrol yataklarının bulunması ülkede önemli ekonomik ve toplumsal değişik-liklere yol açar. Ayrıca o zamana kadar Libya’yı pek önemsemeyen Arap Birliği de daha dikkat-li davranır. Toplumsal refah arttıkça ve savaş ve sıkıntılı dönemleri yaşamış olan nesiller ortaya çıktıkça, Nâsır ve onun başını çektiği Arap mil-liyetçiliği, toplumu daha çok etkilemeye başlar. Filistin’de Yahudiler karşısında alınan yenilgilere sessiz ve hareketsiz kalan yönetime tepkiler art-maya başlar.

İngiltere ve Amerika ile yapılan anlaşmaların iha-net belgesi olduğunu söyleyen Nâsır Libya yöne-timi aleyhine etkin bir propaganda kampanyası yürütür. Buna tepki olarak, Libya, Fas, Tunus ve Cezayir gibi Batı sempatizanı olan Arap devletle-rine yönelir. Amerika ve İngiltere de bu yönelişi onaylar.

1959’da Nâsır’a sert karşıtlığıyla bilinen Burgiba’nın ülkesi Tunus ile Dostluk ve İyi Kom-şuluk Antlaşması imzalanır. Bu bir çeşit Nâsır karşıtı anlaşma olarak algılanır ve Nâsır iki ülkeyi, Arap Birliğini parçalamakla suçlayarak sal-dırıya geçer. Mısır ile Libya arasındaki ilişkiler iyice gerginleşir. 1964’de Kahire’de düzenlenen Arap Zirvesi lehine, Libya’da işçiler ve öğrenciler gösteriler düzenler; ülkenin önemli şehirlerinde çatışmalar çıkar.

Olaylar hızlı gelişmektedir, yönetim zor durum-da kalır. Bu gelişmelerin ve Nâsır’ın baskısı üze-rine Kral, Amerikan ve İngiliz üslerinin kapatıl-masını, bu ülkelerden ister.

1967 Arap-İsrail savaşından sonra, Nâsır’ın Libya’daki Amerikan ve İngiliz üslerinin Mısır’a karşı kullanıldığı, bu üslerden İsrail’e yardım yapıldığı ve İsrail pilotlarının bu üslerde eğitim gördükleri yolundaki konuşması Libya halkını ayaklandırır; bir çok şehirde öğrenciler ve polis çatışır.

Bu arada ordu içinde örgütlenmiş olan “Özgür Subaylar Hareketi”ne mensup asker ve subaylar da yönetimin tutumundan rahatsız olmuşlardır. Kral, Mısır-İsrail savaşına gizlice katılan subayla-rı görevden alır, Başbakan Hâlim’i değiştirir ama, olayların önünü alamaz.

Amerikan ve İngiliz istihbarat birimlerinin kon-trolündeki Libya istihbaratı, ordudaki gizli olu-şumlardan ve onların yönetime karşı ayaklanma hazırlıkları içinde olduklarından haberdar olsa da, 25-30 yaşlarındaki genç ve küçük rütbeli su-bayların böyle bir işe kalkışmaya cesaret edemi-yeceklerini hesaplarlar. Ama 31 Ağustos/1 Eylül 1969 gecesi genç subaylar kansız bir darbe ile yö-netimi ele geçirir.

1968’de Türkiye-Libya arasında imzalanmış olan Ticaret Anlaşması, iki ülke arasındaki ticarî ve ekonomik ilişkilerin gelişmesini amaçlıyordu.

1 Eylül 1969’daki devrim, Kral I. İdris’in Türkiye’de bulunduğu bir dönemde oldu ve kral-lık yıkılarak cumhuriyet kuruldu. İhtilal Kuman-da Konseyi’nin başı olan Üsteğmen Mu‘ammer el-Kaddâfî önceleri çok sevdiği ve babası saydığı Cemal Abdulnâsır’ın ölümünden sonra kendi si-yasî teorisini oluşturmaya girişti.

Libya 1969’da İslam Konferansı Teşkilatı’na, 1975’te Arap Ekonomik Birliği Konseyi’ne üye oldu. Arap Birliği söylemine çok inanan Kaddâfî yönetimindeki Libyâ 1969’da “Birleşik Mağrib”, 1970’de “Mısır ve Sudan” ile, 1971’de “Suriye” ile 1973’te yine “Mısır” ile ve daha sonra “Tunus” ile bütünleşme girişimleri beklenen sonuçları ver-medi.

1976’da Kaddâfî tarafından formüle edilen ve Yeşil Kitap adıyla bilinen “Üçüncü Dünya Teo-risi” adlı yayın, Liberalizmin teorisi ve blokuyla Marksizmin teorisi ve blokuna karşı bütün dün-yayı birleşmeye çağırıyordu. “Kütlelerin devleti” anlamına gelmek üzere “Cemâhîriyye” kelimesi ile birlikte sunulan söylem, sosyal adaleti sağla-mayı ve sınıflar arası farkları ortadan kaldırmak için sosyalist uygulamayı, grup ve parti sömü-rücülüğüne karşı parlamentoyu kaldırıp halk komiteleri aracılığıyla halk iktidarını kurmayı, uluslararası alanda barış içinde bir arada yaşama ilkesine bağlı kalarak bağımsızlık ve tarafsızlı-ğı korumayı, bu yolda ilerlerken Kur’an’a uygun davranmayı öneriyordu.

Libya, Arap dünyasında istediği bütünleşmeyi sağlayamadığı gibi tepkilere sebep olarak yalnız kaldı. 1980’de 22 milyar dolar olan petrol geliri 1986’da 5 milyar dolara geriledi. Amerika ile iliş-kileri de gittikçe bozuldu. 1981, 1983 ve 1984’te Amerikan kuvvetleri Libya’yı bombaladı. Bazı Arap ülkeleriyle de ilişkileri bozuk olan Libya Afrika içlerinde etkili olarak uluslararası alanda güçlenmeyi denedi; Çad ve Fas ile başarısız bir-leşme denemelerinde bulundu. 1985’te Rusya ile Amerika’nın nükleer silanlanmayı ve genel savaş ihtimalini engelleme yolunda anlaşmaları Libya’nın politikasının, uluslararası alanda des-teksiz kalmasına yol açtı.

1992’de Birleşmiş Milletler ambargosu başladı. 1993’te Libya dışındaki mal varlıkları durdurul-du. Ekonomik durum bu son iki olayla kötüleş-tiyse de 1997’de ambargonun kalkmasıyla tekrar bir canlanma oldu.

Libya’ya çok haksızlıklar yapan Batı ülkeleriyle karşılaştırıldığında, oldukça durgun seyreden Türkiye-Libya ilişkileri, Türkiye’nin 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtıyla birlikte bir canlanma dönemine girdi. Türkiye’nin Kıbrıs harekâtını, müslümanların yürüttüğü bir cihad hareketi ola-rak algılayan Kaddâfî, ilişkilerin dozunu zirveye çıkaracak bir anlayışla Türkiye’ye askerî, siyasî, maddî ve manevî destek verdi.

Ardından 1975’te İktisadî İşbirliği ve Ticaret An-laşması imzalanarak, petrolün gelirinin ülkede yatırımlara dönüştürülmeye başlandığı bu dö-nemden itibaren Türk firmalarına büyük ihaleler verilmeye başlandı. Buna bağlı olarak Libya’ya yapılan ihracat arttığı gibi oradaki Türk istihdam gücü en yüksek zamanında 120 bine ulaşmıştır.

1975’te Başbakan Callud Türkiye’yi ziyaret et-miştir. Açıklanan ortak bildiride, ikili ilişkilerin daha da güçlendirilmesi niyetleri dile getiriliyor-du. Cumhurbaşkanı Fahri S. Korutürk, Başba-kan Sadi Irmak ve Genel Kurmay Başkanı Semih Sencer ile görüştü. Bülent Ecevit ile görüşmek için ziyaretini uzattı. Bu ziyaret iki ülke dışında Arap basınında da yankılar uyandırdı.

1976’da Bülent Ecevit Libya’yı ziyaret etti. Kı-sa bir durgunluk döneminin ardından 1980’de Turgut Özal Libya’yı ziyaret eder. Bu ziyaretle ilişkiler yeniden canlanır. Ekonomik ilişkiler ha-reketlilik kazanır. Bir çok alanda ortak firmalar kurulur. Turgut Özal daha sonra Libya’yı defalar-ca ziyaret etmiştir.

Yine de 1969 öncesi sıfır noktasındaki Türkiye-Libya ilişkileri bu tarihten itibaren inişli çıkışlı bir seyir izlerken, genellikle, Kaddâfî’nin Ameri-kan karşıtı politikalarının engeline takılarak gü-nümüze kadar gelmiştir.

Görüldüğü gibi, günümüzde etkileri hâlâ yaşa-nan, Libya’nın uluslararası alanda karşı karşıya kaldığı siyasî sorunların arkasında, başından beri izlenen Amerikan karşıtı politikalar vardır.

Nurettin Ceviz

Türk Müslümanlığı ve Türk Dinî Tarihçesi

Türk Müslümanlığı olgusunu ele almadan önce ilk olarak ifâde etmemiz gereken husus bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğudur. İslamiyet’in farklı bir formu olarak asla ve asla  algılanmamalıdır. Çünkü esas itibarı ile Müslümanlık/İslamlık her şeyi ile tamam olmuş, sabit bir inanışı ifade etmektir. Bu inanışın temel hususları yâni Kur’an kelamı ile sabit ve nettir. Türk Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı gibi tanım ve kavramsallaştırmalar yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi sosyolojik bir tespittir. Bu tespit birey ve toplumların psikolojileri ve karakterlerinin sosyal, ekonomik ve siyasi olmak üzere belirli şartlar sonucunda oluşturdukları inanç şekillerini tanımlamak için kullanılmaktadır.

Türkler tarihleri boyunca gerek yaşadıkları coğrafya gerekse ilişki ve temas içerisinde oldukları komşu kavimler ile konar göçer bir sosyolojik yapıya mensup olmaları hasebiyle bir çok farklı kültür, inanç ve değerleri tanımış ve görmüştür. Özellikle de konar-göçerlik dolayısı ile farklı coğrafyalar; farklı insan toplulukları ile karşılaşılmış ve bu topluluklar ile kültürel alışveriş içerisinde olmuşlardır.

Türklerin İslamiyeti kabulüne kadar, Türk milleti için tarihi realite göz önüne alındığı zaman genel geçer sabit ve kabul görmüş bir dinî inanıştan bahsetmek asla mümkün değildir. Çünkü Türklerin inanç tarihleri zaman, şartlar, siyasi olaylar ve ticari ilişkiler nedeni ile zaman zaman farklılık arz etmiştir. Bunun yanı sıra bilhassa girift bir yapıdadır.

Özellikle İslam öncesi dönemde konar-göçer bir toplum olmaları dolayısı ile totemcilik, bir takım tabiat kültleri(atalar, yer ve gök, doğa olayları vb.) ile şamanî ritüeller benimsenmiştir. Tarih literatüründe yanlış bir tanım olarak Türklerin inanç durumu “şamanizm” adı altında tanımlanmış ise de Şamanizm bir din değil sadece ritüel ve inanış şeklini ifâde eden bir kavramdır. Özellikle “kam” adı verilen şamanî önderlere ait ritüeller Türkler tarafından inançlarını yaşayış ve ifâde ediş şekli olarak kabul görmüştür.

Türkler, İslam öncesi dönemde yaşadıkları coğrafyanın kozmopolit yapısı, Ön Asya ve Orta Asya’daki misyonerlik faaliyetleri ile siyasi ve ekonomik sebepler dolayısı ile eski dinî gelenkleri yanı sıra Maniheizim, Budizim  gibi Asya inançları ile az da olsa Hıristiyan ve Musevi(Karaylar/Karaim) inançlarının da etkisinde kalmışlardır. Fakat bu yeni ve farklı inançları benimseyen Türklerin aynı zamanda eski dinî inanç ve geleneklerini devam ettirdikleri de görülmektedir.

Türkler yeni karşılaştıkları inanç ve ritüellere karşı hoşgörülü olmuşlar, kendi dinamik ve toplumsal değerlerine uygun olan inançları benimsemişler ve önceki inanç geleneklerini de bu yeni form içerisine sokarak devam ettirmişlerdir. Tâbiri caiz ise Türklerin inanışlar karşısındaki karakter yapıları âdeta genel alıcı kan grubu gibidir. Bir çok inanıştan etkilenmiş, eski inanç ve geleneklerini de yeni kalıplara sokarak devam ettirmişlerdir. Bu sebeple İslam öncesi Türk dinî tarihi ve Türklerini dinî için kesin bir adlandırma, belirli ve kesin dinî aidiyet mümkün ve söz konusu değildir.

Kur’an kelamının vayhi ile, özellikle Emeviler döneminde başlayan Ön ve Orta Asya fetihleri ile Türkler zaman içerisinde İslamlaşmaya ve İslami dinî geleneği benimseye başlamışır. Ancak şunu ifade etmeliyiz ki Türklerin İslamlaşması kolay, hızlı ve kısa zamanda olmamıştır. Türklerin Müslümanlaşması bir çok siyasi, ekonomik ve toplumsal faktöre bağlı olarak olumlu ve olumsuz bir çok realiteden sonra uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Türklerin İslamlaşması hemen hemen 18. yüzyıla kadar devam eden bir süreçtir.  Türklerin, İslamiyet ile tanışması, Arap fetihlerinin şiddet içeren karakteri dolayısı ile askeri mücadeleleri de barındıran bir sürecin ürünüdür. Türkler zaman zaman şartlara bağlı olarak bazan münferit bazan ise toplu boylar halinde İslamiyete geçmişlerdir.

Yukarıda Türklerin dinî karakteri hususunda söz konusu ettiğimiz bahislerde Türklerin inanç durumunun yeni din ve inanışlar ile karşılaştıktan sonra benimsemeseler bile eski inanışlarını bu yeni forma sokarak bir şekilde devam ettirdiklerini söylemiştik. Kezâ aynı şekilde Türkler İslamlaşmaya başladıkları dönemde de eski dinî gelenek ve ritüellerini de İslâmi bir form ile yeniden inşâ etmişlerdir. Nitekim bugün dâhi Müslüman Türk toplumunun dinî yaşayış şekilleri ve dinî bilgisi muhtevasında İslâm öncesi bir çok dinî unsur, ritüel ve geleneğin devam ettiği görülmektedir.

Türk dinî tarihi hususunda değinmemiz gereken bir diğer önmeli nokta ise Türklerin İran coğrafyasında İslâmiyet ile tanışmış olmalarıdır. İran coğrafyası tarih boyunca kadim medeniyet ve inançlara ev sahipliği yapmış bir coğrafya olması hasebiyle bir çok farklı kozmopolit inanışların doğduğu yerdir. Bu sebeple Türkler bu coğrafya da İslâmiyetle tanışmış olmaları dolayısı ile Türk – İslam inanışı üzerine İran etkisi göz adı edilmeyecek kadar önemli bir realitedir. Nitekim namaz, oruç vs. gibi bugün dâhi Türkler arasında yaşayan bir çok dinî kavram Arapça değil Farsçadır.

Türk inanç geleneği içerisinde “kam” adı verilen dinî önderler ve yaptıkları ritüelleri, içi kapanık ve münzevi hayat tarzları dolayısı ile Türkler İslâmi dönemde de kam yaşayışına benzer yaşayışı devam ettiren “tasavvufi” ekolleri rahatlıkla benimsemiştir. Tasavvufi gelenek Türkler arasında büyük bir hedef kitlesi yakalamıştır. İslam öncesi dönemdeki kam yaşayışı özellikle İslâmi dönemde evliya, abdal, derviş, kalender gibi adlar ile yaşamaya devam etmiştir.

IX. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmaya başlayan Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da uzun yıllar konar-göçer bir hayat tarzı sürmeleri nedeni ile kitâbî olmayan tamamı ile şifahi yâni sözlü kültüre dayanan bir inanç yaşamışlardır. Türklerin, kitâbî (ortodoxy) olmayan inançları şifahi ve karışık (hetorodoxy) bir durum arz etmektedir. Nitekim yerleşik Türk toplulukları ile konar-göçer Türk toplulukları arasındaki inanç farklılığı tarihi tecrübede derin bir uçurum oluşturmuştur. Bu fark bugün dâhi etkisini göstermektedir. Özellikle konar-göçer Türk toplulukları arasında İslâm öncesi eski dinî gelenek ve ritüellere bağlılık İslâmi formda devam etmiştir. Fakat zaman içerisinde yerleşik yaşayışı benimseyen Türkler daha çok kitâbî yani Kur’an ve sünnet’ten beslenerek medrese ekolleri ile de farklı bir kimlik kazanmıştır. Bu iki ayrımın yarattığı sosyolojik farklılık toplumsal yaşayışta bu iki zümrenin birbirlerine karşı farklı dinî söylemler içerisine girmelerini de sağlamıştır. Ve bu durum askeri ve siyâsi bir çok mücadeleleri de getirmiştir. (Babailer, Şeyh Bedretti vs.)

Türklerin dinî inanışları için zamana ve şartlara bağlı olarak sosyal, siyasi ve ekonomik nedenler dolayısı ile değiştiğini ve farklılık arz ettiğini söylemiş idik. Nitekim Türk tarihinde Türkler, siyasi politikalar hasebiyle zaman zaman din değiştirdikleri veya bazı dinlerin mezhep adı verilen ekollerinin mensubiyetine girdikleri görülmektedir. Nitekim “Büyük Selçukular” döneminde “Şİİ” yayılmacılığına karşılık “sünni ekol” benimsennmiş ve politik menfaat elde edilmeye çalışılmıştır. Şii geleneğin inşa ettiği “ezher” ekolüne karşı, “Nizamiye Medreseleri” inşa edilmiştir. Abbasi halifeliği ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler tesis etmek amacı ile halifeliğin nüfuzu kabul edilmiştir.

Nitekim Osmanlılar’da da Şah İsmail ve Safevi yayılmacılığı ile siyasi politikalarına karşılık sünni ekolü ihya etmeye çalışmış ve karşıt bir siyaset malzemesi olarak kullanmıştır. Devletler dinî mezhep ve ekoller üzerinden derin bir askeri ve sosyal propoganda faaliyeti içerisinda olmuşlardır. İlerleyen zaman içerisinde Osmanoğulları’nın son dönemine doğru özellikle Padişah II. Abdülhamid sahip oldukları halifelik makamının imkanlarını değerlendirmek istemiş ve siyasi politika olarak kullanmayı amaçlamıştır.

Halifeliğin Kasım 1924’te kaldırılması ile artık tamamen inkirâza uğrayan Osmanoğullarının İttihat ve Terakki mensubu bürokratlarının çaba ve mücadeleleri ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Halifeliğin Kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tesisi ile Türk dini tarihinde farklı bir merhale yakalamıştır.

Yeni Cumhuriyet’in üzerine inşa edilen temel felsefesi ve zamanla yapılan inkilaplar ile, Türk milletinin dini formu modern Batı merkezli, seküler ve laik bir çizgiye evrilmiştir. Özellikle iktibas edilen Fransız tipi laiklik anlayışı ile Türk dini tarihi açısından en önemli dönüm ve kırılma noktası yaşanmıştır. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının inşa ettiği laik ve seküler sistem zamanla dini yönden bir çok farklı problemi meydana getirmiştir.

Özellikle Türkçe Ezan başta olmak üzere, daha sonraki süreçte zuhur eden Türban meselesi, Alevilik vs. gibi toplumsal gerginlikler laik ve seküler kadrolar ile muhafazakar ve mütedeyyin camiayı karşı karşıya getirmiştir. Bu dönem ile birlikte Türk toplumunun din anlayışının muhtevası, ruhu ve yaşam formu değişmiştir. İlerleyen süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kamuoyu 21. yüzyıla dini alanında zaman zaman yükselen tansiyonlar ve gerginlikler arefesinde girmiştir. Özellikle 28 Şubat’ın doğurduğu sonuçlar ile öncesinde yaşanan Madımak, Kahramanmaraş vb. toplumsal facialar tansiyon ve gerginlikleri had safhaya taşımıştır.

Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner

Yaratılmış Bir Kompleks “Öteki”

Fobi” kelimesi lugat mânası itibarı ile: belirli durumlar karşısında insanın kapıldığı korku, baskı ve kaygılı bir psikolojiyi ifade etmektedir. Tarih boyunca insanlar, kendileri için doğal bir tehdit olarak gördükleri ve yarattıkları “Öteki”yi kavram olarak fobi ile nitelendirmişlerdir. Nitekim “fobi” kavramı özellikle psikolojik ve sosyolojik bir çok çalışma ile derinlemesine incelenmiş, sebepleri ve beslendiği kaynaklar anlaşılmak istenmiştir.

İnsan toplulukları ve özellikle de bu toplulukların meydana getirmiş oldukları devlet müessesesi tarih boyunca kendi meşruiyetini elde etmek ve kendisine bir hayat alanı yaratmak, özelliklede bu alanı korumak için bir ötekine ihtiyaç duymuş ve ötekini yaratmıştır. Birey ve toplulukların esas itibarı ile yarattıkları öteki genellikle kendi soy, din, kültür ve bilinçten olmayan bir ötekidir.

İnsan toplulukları hâricinde de özellikle semavî veya beşerî dinler de kendi meşruiyetlerini sağlamak, kendi felsefelerini daha yaşanabilir kılmak ve diri tutmak için bir öteki yaratmış ve kendisinin bu ötekiye karşı maddi ve manevi alanda koruyacak olan temel altyapıyı hazırlamıştır.

Yaratılan bu öteki, milletlere ve devletlere kendi inanç ve kültürleri başta olmak üzere bir çok değerlerini yaşatabilmek, nesiller boyu aktarımını sağlamak ve milletlerin hafızasını diri tutmak için en önemli araç olmuştur. Tarih boyunca devletlerin iç ve dış politikaları ekseriyetle yaratılan ötekiyi göz önünde bulundurularak oluşturulmuş ve halen daha oluşturulmaktadır.

Dünya tarihi “Eski Kadim Yunan”dan itibaren “Doğu” ve “Batı” olarak iki alternatif medeniyet ve ruh olarak kabul edilmiş, özellikle de birbirinin alternatifi olan bu iki ayrı medeniyet kendi meşruiyetini sağlamak ve egemenliğini tanımlayabilmek için bir diğer medeniyeti öteki olarak tasavvur etmiştir. Ötekileştirme ve öteki yaratma psikolojisi insanoğlunun kadim varlığından itibaren doğası gereği var olmuş ise de devletler ve milletler nezdinde yukarıda ifade ettiğimiz gibi “Eski Yunan”dan itibaren gelişim göstermeşitir.

Eski Yunan” ve “Makedon Krallıkları”, Doğulu toplum olan “Persleri” ötekileştirdiği gibi İranlı Persler de Yunan ve Makedon devletlerini bir öteki olarak tanımlamıştır. Özellikle bu devletler mevcut politikalarını bu öteki kavramı üzerinden inşaa etmiştir. Her medeniyet kendi medeniyetini üstün ve yüce gördüğü gibi, ötekileştirdiği medeniyet ve devleti ise alabildiğine aşağılamış ve barbar olarak nitelendirmiştir. Öteki’ne ait ögrdüü bütün değerlere karşı açık bir manipülasyon siyaseti izlemiştir.

Nitekim Fransız edebiyatının ünlü yazarı “Dante”, kaleme aldığı “Divina Commedia/İlahi Komedya” adlı eserinde, “Hz. Muhammed”i cehennemin en alt katmanında bulunan bir yaratık olarak kurgulamıştır.

Nitekim, “Avrupa Tarihi” için ötekileştirmenin tarihi de diyebiliriz. Çünkü Avrupa, tarih boyunca sürekli ötekileştirmenin merkezi olmuştur. Bu ötekileştirme zaman zaman siyasi birliktelikler ve anlaşmalar da meydana getirmiştir. Bu siyasi birlikteliklerden en önemlisi bugün dağılmaya yüz tutmuş olan “Avrupa Birliği”dir. Avrupa birliği esas olarak tamamı ile müşterek zihniyet ve ruha sahip devletlerden oluşmaktadır. Bu devletler kendi içerisine bir bütün, kendi dışında ise tamamı ile ötekileştiren bir çizgidedir. Birliğe dahil olmayan devlet ve toplumlar bu birliğin politikaları ile ötekileştirilir ve Dünya siyâsetinde yalnızlaştırılır.

İnsanoğlunun varlığı ve kadim devletler ile başlayan öteki ihtiyacı ve ötekileştirme politikası asıl zirve noktasını “İslamiyet”in yayılması ve “Hz. Muhammed”in risâleti ile bulmuştur. Batı, yükselişe geçen ve parlak dönemler yaşayan İslam medeniyetini, bu  dönemde aşağılamış ve barbar olarak nitelendirdikleri Müslümanlar ile maddi ve manevi mücadeleyi kendisine vazife edinmiştir. Bu ötekileştirme aynı zamanda Batı’ya, yarattığı düşmanına karşı üstün olmak için her alanda hızlı bir çalışma temposu sağlamıştır. Nitekim “İslam Medeniyeti”ni ötekileştiren Batı’ının asıl kazanımı modern dönemde elde ettiği  sosyal, siyasi ve ekonomik alandaki üstünlük olmuştur.

Temelleri “Ortaçağ Avrupası”na kadar giden ve bugün âdeta yükselen İslamofobi ve Türkofobi âdeta Batı’nın yaşaması için gerekli olan bir kan gibidir. Batı yarattığı öteki olan İslam ve Türkler aleyhine bilimden sanata, edebiyattan sosyal yaşantıya kadar her alanda aşağılayıcı bir tutuma tarih boyunca sahip olduğu gibi aynı geleneği bugün bütün imkanları ile daha fazla olarak devam ettirmektedir.

Öteki’nin ortaya çıkmasının bir çok sosyal, siyasi ve ekonomik nedenleri olduğu âşikar. Fakat bunların da dışında milletlerin zihinlerinde olumsuz bir öteki oluşturmalarının sebeplerinden birisi de milletlerin tarihi tecrübelerinde yaşadıkları ezilmişlik psikolojisi ve travmatik olaylardır. Özellikle “İslam Medeniyeti”nin uzun yıllar Batı karşısında sahip olduğu üstünlük  Osmanlı Türkleri ile beraber zirve noktasına ulaşması “Batı” için bir ezilmişlik psikolojisine sebebiyet verdi. Bu piskolojinin yarattığı travmatik durum Batı’nın toplum olarak bütün katmanları ile ezilmişlik duygusuna kapılmasını sağladı.

İslam Medeniyeti, “Kuran kelâmı” dolayısı ile soy, kültür ve tarih vs. gibi bir çok farklılığa zenginlik gözü ile baktığı için Müslümanlar için bir öteki hiç bir zaman var olmamıştır. Gaza, Cihad ve Fetih politikası ve inancı dolayısı ile “küffar ve kafir” gibi bir öteki tanımı Müslüman zihinde oluşmuş olsa da bu öteki, Batı özellikle de Avrupa’nın sahip olduğu gibi tamamı ile yok eden, tanımayan ve aşağılayan bir öteki asla değildir. Nitekim Müslümanların feth ettikleri yerlerde yaşayan gayr-ı müslümleri her zaman barış ve refah içerisinde yaşatmış ve Müslüman sosyal devletin tüm olanakları, faydalanmaları için onlara tanınmıştır. Hatta Müslümanlar ile hemen hemen eşit düzeyde haklara sahip olduklarını ve Müslümanlar ile birlikte barış içerisinde asla aşağılanmadan yaşadıklarını biliyoruz.

Müslüman Medeniyeti’nin bu tutumuna rağmen Batı,  yarattığı barbar ötekini tarih boyunca her zaman bir gelenek olarak taşımış ve nesillerden nesillere aktarmıştır. Batı’da “İslamofobi ve Türkofobi” bir hayati gereklilik gibi nesiller boyunca aktarılmaya devam etmektedir..

Batı’nın inşaa ettiği bu olumsuz öteki imajı, zaman içerisinde Batı toplumlarında bir komplekse dönüşmüştür. Yaratılan öteki bugün Batı için tamamı ile bir kompleks durumdur. Dolayısı ile bu kompleks neticesinde Batı her alanda Müslümanlar özellikle de Türklere karşı nefret kusmaya onların yaşam haklarını ellerinden almaya devam etmektedir.

Meşhur bir darbımeselimizin dediği gibi “her şey zıttı ile kaimdir”, yâni kendisi için bir ötekiye sahip olan ancak vâr olabilir.

Sonuç olarak şunu ifâde edebiliriz: Müslümanlar için kaynaşma ve tanış olma vesilesi, farklılık ve zenginlik olan öteki, Batı ruhu ve zihni  için barbar ve kötü bir ötekidir..

Tarihçi ve Felsefeci: Umut Güner

Mevlana kimdir?

13. asır Anadolusu’nun büyük mutasavvıf şâiri. Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr’a göre babası “Belhli Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin’in oğlu, devrinin kutbu Sultânü’l Ulemâ Bahâeddin Veled’in” oğlu olan Mevlânâ’nın soyu Peygamberin ilk halifesi Ebûbekir’e çıkmaktaydı. Tabiî din ulularıyla ilgili bu nevi şecerelerin bir gerçeklik taşımadığını belirtmek gerekir. Bu çeşit sunum bu çeşit insanlarda bir tercüme-i hâl geleneği gibidir. Herkes veya o herkesin muakkipleri kendileriniyâhut ulularını ya Peygamberin yâhut çevresindeki büyük sahâbelerin nesebinden görmek ister. Diğer yandan babası için devrinin kutbu denilse de kendisinden söz eden çağdaş hiçbir kaynakta adının geçmemesi ve Mevlânâ dolayısıyla bilinir olması çok tanınmadığını da ortaya koymaktadır. F. Lewis’e göre Mevlânâ Belh’te değil oraya 250 km. uzaklıktaki Vahş’ta (Bugünkü Tacikistan sınırlarında) doğmuştur. Yine ona göre memleketinden uzakta olan taşralıların, memleketleri sorulduğunda yaşadıkları yere en yakın kültür merkezini söylemeleri bir gelenekti ve îtibârlarına katkı sağlardı. Bahâeddin Veled ve âilesi daha sonra Semerkand’a göçmüş,  şehir 1219’da Moğol tahrîbâtıyla yerle bir olmadan en az üç yıl önce de buradan ayrılmışlardır. Horasan’dan başlayan ve kronolojisiyle uğrak yerleri bulanık olan bu yolculuk Bağdat ve Arabistan’dan sonra Şam tarîkiyle onları Malatya’ya ulaştırır. Daha sonra Sivas ve Mengücek başkenti Erzincan’da da kalan âilenin yolu en son Larende’ye düşer. Yine Lewis’e göre Sipehsâlâr’a güvenecek olursak 1221’den îtibâren Bahâeddin ve âilesi artık Konya’dadır. Sultan Veled ve Ahmed Eflâkî’ye dayanacak olursak bu varışın senesi 1229’dur.

Mevlânâ’nın hayâtındaki en önemli hâdiselerin başında şüphesiz Kalenderî dervişi Şems-i Tebrîzî ile karşılaşması gelmektedir. Bu karşılaşmanın ilk nerede ve ne şekilde olduğuna dâir çeşitli rivâyetler olmakla birlikte o ândan îtibâren sûfî şâirin irşad işini bırakıp vaktini sürekli Şems ile geçirdiği ve Divân-ı Kebîr adlı eserinin bu ilişkiden doğduğu bilinmektedir. Ayrıca Şems’in, bu yakınlığın yarattığı kıskançlık dolayısıyla Mevlânâ çevresindeki bir grup tarafından tahminen 1247’de öldürüldüğü kaydedilmiştir.

Mevlânâ, âlim ve sûfî bir şâirdir. R. Öngören’e göre onun dinî ve tasavvufî görüşlerinin kaynağı Kur’an ve sünnettir. “Canım tenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım…” diyen bu mutasavvıf, cumhuriyet dönemi hümanizm anlayışının kabûl edilebilir bir figürü olarak ele alınmış, evrensel bir çağrının ve kardeşlik ülküsünün müncîsi olarak resmedilmiştir. Oysa onun zannedildiği gibi engin bir hoşgörüsü yoktur. Meselâ Halep’teki Şiilerden bahsederken onların Hz. Hüseyin için tuttukları yası ve ritüellerini yadırgar. Onlara, Hüseyin’e değil kendi harap dinlerine ve gönüllerine ağlamalarını salık verir.

Ayrıca sürekli atıf yapılan “Ne olursan ol gel…” çağrısı da ona değil, 967 – 1040 yılları arasında yaşamış Horasanlı mutasavvıf Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr’a âittir. Yine de “Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” dediğini görmezden gelmemeliyiz. Onun 13. asır Anadolu siyâsî târihinde oynadığı rol de tartışmalıdır. Moğol tazyîki altındaki Anadolu’da bir işbirlikçi veya bu yabancı işgâlin sancılarını mümkün olabildiğince hafifletmeye çalışan bir figür olduğu yolunda iki görüş arasında salınıp durmaktadır.

Oylumlu Divân-ı Kebîr’i hâricinde, türünün diğer örneklerinden ayrılması için Mesnevî-i Mevlevî olarak da bilinen kitabı, edebiyâtımıza en fazla tesir eden eserlerden biridir. Ayrıca sağlığında kaydedilen sohbetlerinin vefâtından sonra derlenmesiyle oluşturulmuş Fîhi mâ fih ve Mecâlis-i Seb’a adlı vaaz ve sohbet derlemesiyle günümüze ulaşmış, devrinin önde gelen şahsiyetlerine yazdığı Mektuplar’ı da bulunmaktadır.

Göktürk Ömer Çakır

Kadim Şehir Kudüs ve Fethi

Yeryüzü, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren insanın varoluşunu tamamladığı ve devamlılığını sağladığı kadim şehirler ile doludur. İnsanoğlu kendi yaşam serüvenini inşa ettiği şehirler ve medeniyetler ile sağlamıştır. Şehir demek medeniyet demektir. Medeniyet kurmak zor ve sancılı bir tecrübe gerektirmektedir. Bu vesile ile insanoğlu tarafından kurulan şehirler; bir milletin ruhunun, hayat tecrübesinin, maddi ve manevi kültürünün yaşadığı ve hâkim olduğu yerlerdir. Her şehrin bir ruhu vardır. Şehre hâkim olan toplulukların dini ve milli değerleri o şehri anlamlandırır ve ulvîleştirir.

Kudüs’te yeryüzünde inşa edilen, değeri ve önemini asırlarca kaybetmeyen ender kadim şehirlerden birisidir. Kudüs’ü anlamlı ve önemli kılan başta İslamiyet olmak üzere semavi dinlerin ona atfettiği kutsallık ile birlikte siyasi, sosyal ve ekonomik yönleridir.

Kudüs tarihi süreçte birçok farklı dini ve etnik unsura ev sahipliği yapmış, birçok köklü kültürün barındığı ve iç içe yaşadığı bir şehir olmuştur. Sahip olduğu maddi ve manevi zenginliği nedeniyle birçok hükümdar ve devletin sahip olmak ve yönetmek istediği, bu uğurda da ciddi mücadelelere giriştiği bir şehirdir.

Kadim şehir Kudüs üç büyük semavi dinin izlerini taşımaktadır. Müslümanlar için ilk kıble, Museviler için Süleyman Tapınağının merkezi, Hristiyanlar için ise dünyanın merkezi ve Mesih’in ikinci kez döneceği yer olarak kabul edilmektedir.

Tarihi süreçte iki defa yok edilmiş, 23 defa işgal edilmiş, 52 defa saldırıya uğramış ve 44 defa da ele geçirilip tekrar kurtarılmış bir şehirdir Kudüs.

Müslümanlar tarafından Kudüs 638’de fethedildi. Rivayete göre Kudüs piskoposu Sophronius şehrin anahtarını sadece halifeye teslim edeceğini beyan etmiş ve bunun üzerine halife Hz. Ömer bizzat Kudüs’e gelerek şehri teslim almıştır. Tarihte “Ömer Fermanı” olarak bilinen ve inanç özgürlüğünün ile hoşgörünün emsali olan fermanı bu vesile ile burada yayınlanmıştır.

Müslüman yönetimi altında Kudüs en parlak dönemini yaşamıştır. Emevîler döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devletin merkezini Dımaşk’a nakletmesinden sonra Kudüs’ün önemi daha da artmıştır. Şehir Müslümanlar tarafından imar edilmiş, tarihine ve şanına yaraşır şekilde bir şehir olarak tüm imkanlar ile donatılmıştır. En önemli imar faaliyeti şüphesiz Emeviler döneminde inşa edilen Kubbetü’s-sahra ve bu dönemde tekrar tamir ve inşa edilen Mescid-i Aksâ olmuştur.

Malazgirt savaşı sonrası Anadolu’da güçlenen Müslüman Türk varlığı karşısında büyük bir telaşa ve endişeye kapılan başta Roma İmparatorluğu ve Kilise tarihe Haçlı Seferleri olarak geçecek büyük bir girişimi başlatmış oldular. Bütün Avrupa uluslarının vatandaşlarından oluşan ve eşsiz imkanlar ile donatılmış tarihin görebileceği en muazzam orduları meydana getirdiler. Bu muazzam ordunun en büyük gayesi Anadolu’da Türk varlığına son vermek ve başta Kudüs olmak üzere Müslümanların elinde bulunan kendi kadim kutsal şehirlerini tekrardan ele geçirmekti.

Haçlı ordusu 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçirerek burada bir Latin Krallığı ve papalığa bağlı bir kilise kurdu. Haçlılar başta evlerde ve camilerde olmak üzere şehirde ne kadar kadın, erkek ve çocuk varsa öldürdüler. Mescid-i Aksâ’ya sığınmış olan halkıda kılıçtan geçirdiler. Yaşanan bu facianın görgü tanığı olan tarihçi Raimundus, mâbedlerin bulunduğu bölgeye giderken cesetlerin ve dizlerine kadar çıkan kan birikintilerinin içinden geçmek zorunda kaldığını ifade etmiştir. Katliamda ölenlerin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte dönemin kaynaklarında Müslüman ve Musevilerin nüfusunun hemen hepsinin kılıçtan geçirildiği belirtilmektedir. Latin Krallığının egemenliği Kudüs’ün en karanlık dönemlerinden birini teşkil etmiştir.

Müslümanlar şehre tekrar sahip olmak için birçok askeri harekât düzenlediler ve kuşatmalarda bulundular. Müslümanlar ve Krallık Ordusu arasından birçok kez münferit çatışmalar yaşanmaktaydı. Son olarak Krallık Ordusunu bağlı bulunan askerlerin Müslüman kervanına saldırması sonucunda sabrı taşan Selâhaddin, 4 Temmuz 1187’de Hittîn mevkiinde yapılan savaşta Kudüs krallık ordusunu yok etti ve Kudüs üzerine yürüdü.

Bu sefer sırasında Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs’ün tarihi ve dini önemini aksettiren şu sözleri tarihe geçmiştir:
“Kudüs’ün, Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeyi muhasara etmek ve savaşın gerektirdiği yollarla şehre hücum etmek ve girmek istemiyorum.”
Eyyübi yönetimi altında Kudüs’te huzur ve refah hâkim oldu. Şehir eski günlerindeki gibi sosyal, siyasi ve ekonomik dirliğe tekrar ulaştı. Böylelikle şehir yaklaşık 145 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmiş oldu.

İlerleyen yıllarda Suriye topraklarında hüküm süren bir diğer Türk devleti olan Memlüklüler ile Eyyübiler arasında şehir birkaç kez el değiştirse de son olarak Abbâsî Halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın aracılığıyla Suriye’deki Eyyûbîler ve Memlükler arasında yapılan barış antlaşması ile Kudüs Memlükler’e bırakıldı. Memlüklüler’in Kudüs siyaseti de daha önceki Müslüman devletlerin izlediği politikalara benzer bir seyir izlemiştir. Memlüklülerde Türk-İslam mührünü Şehre vurmuşlar, şehrin imarı ve ihyası için gereken tüm donanımı sağlamışlardır.

XVI. asra gelindiğinde en parlak dönemini yaşayan Osmanlı devleti ve onun meşhur hükümdarı Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkmış ve Mercidâbık’ta Memlükler’e karşı zafer kazanmasının akabinde Kudüs Osmanlı Türkler’inin eline geçmiş oldu. Kudüs yaklaşık 4 asır Osmanlı yönetiminde kaldı ve Osmanoğulları da Kudüs’e tarihi önemine binaen gereken desteği ve önemi verdiler.

XX. asra gelindiğinde ise Birinci Dünya Savaşı’nın menfi sonuçlanması ve Osmanlı Devlet’inin inkıraza uğraması sonucunda Kudüs’te “Manda Yönetimi” hâkim oldu. Yahudi nüfusunun bu bölgeye ve şehre göçü hızlanmış ve ardından ilan edilen Balfour Deklarasyonu ile de Yahudi siyasi varlığı İngiltere tarafından bu bölgede desteklenmiş oldu.
Bu tarihten itibaren Kudüs günümüze kadar devam edecek olan sorunların yaşandığı karanlık bir şehir hüviyeti kazandı. Müslüman nüfus göç ettirilmeye zorlanmış, Müslüman ibadethaneleri zarar görmüş ve İsrail’in ardı arkası kesilmeyen zulümleri Kudüs’ü acı bir vatana dönüştürmüştür.

Kudüs başta Müslümanlar olmak üzere Müslüman yönetimi altında yaşanmış olan tarihteki parlak ve refahı yüksek günlerini tekrardan beklemektedir.

Umut Güner

Nizamiye Medreseleri

İnsanoğlunun yaşamı boyunca tecrübî ve teorik olarak edindiği bilgiler eğitim, talîm ve terbiye olarak ifâde edilmiştir. İnsanın varoluş serüveni ve tecrübe kazanımı doğumundan itibâren başlamaktadır. İnsan, ilk eğitimini başta ailesi olmak üzere yaşadığı toplumdan almaktadır. Bunun yanı sıra vatandaşı olduğu hanedan/imparatorluk/devlet veya toplumun müessese olarak tesis ettiği eğitim kurumlarında muhtelif müfredatlar ile eğitilmektedir.

Bir din olarak İslâm eğitime üst düzeyde bir önem atfetmiştir. Özellikle vahiy öncesi dönemde eğitim faaliyetlerinin hiç yok denecek kadar az ve geleneksel usuller ile yapıldığı bilinen kadim Arap toplumunda, İslâm dini eğitim ve öğretim faaliyetleri hususunda büyük bir dönüşüm başlatmış; bu konuda gerekli olan bireysel ve toplumsal çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.

Hz. Peygamber’in risaleti ile birlikte İslâm toplumunda ilk olarak camiler ibadethane olmanın dışında eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yapıldığı yerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle başta çocuklar olmak üzere her yaştan insan için camiler İslâm dini ile tanışma ve eğitim-öğretim kurumu olarak varlık alanı bulmuştur. Bunun yanı sıra Mescid-î Nebevî’nin bitişiğinde kurulan Suffa Mektebi kadın-erkek, genç ve yaşlı olmak üzere bütün inananlar için eğitim faaliyetlerinin yürütüldüğü yer olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilhassa İslâm dininin toplumsal hayatta kurumsallaşamaya başlaması ve fetihler ile yeni coğrafyalarda kendisine yaşam alanı bulması ile birlikte camilerin dışında çeşitli amaçlar için inşa edilen hangah, ribat, tekke ve zaviyeler de eğitim-öğretim faaliyetleri için aktif bir şekilde kullanılmıştır.

Tarihi süreçte İslâm medeniyeti, resmî eğitim ve öğretim hususunda İslâm coğrafyasının muhtelif yerlerinde kendi özgün eğitim kurumları olan medreseleri inşa etmiştir. Yazımızın konusu olan Nizâmiye Medreseleri, İslâm dünyasında kurulan ilk medreseler olmasa da amacı, tarihî misyonu ve müfredâtı bakımından tarihte önemli bir yere sahip olmuştur.

Nizâmiye Medreseleri’nin açılması hususunda bir çok devlet adamı ve bürokratın destekleri söz konusu olmuştur. Belh, Nişabur, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Âmül ve Musul ve Bağdat olmak üzere İslâm topraklarının muhtelif yerlerinde Nizâmiye Medreseleri kurulmuştur. Bu medreseler arasında hiç süphesiz en meşhur olanı Bağdat’ta Dicle nehri kenarında  kurulan, yapımı iki yıl süren ve inşası için 600.000 dirhem harcanan Bağdat Nizâmiye Medresesidir. İnşa sürecinde Nehir kenarında halka ait alanların istimlâk edildiği ve bazı evlerin yıkıldığı da dönemin kaynaklarında zikredilmektedir. Yapımı biten Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin açılışı 22 Eylül 1067 tarihinde halifenin de katıldığı muhteşem bir törenle yapılmıştır. Medresenin açılış törenini Ebû Sa‘d el-Kāşî idare etti. Açılışa devlet ricâli, tanınmış ulemâ ve halk olmak üzere bir çok kişi katılmıştır.

Nizâmiye medreselerinin kurulması hem bir dinî kaygı hem de devlet politikası olarak tasavvur edilmiştir. Bilhassa bu dönemde halk arasından hızla taraftar bulan bâtınî düşüncelere karşı sünnî akidenin güçlenmesini ve ehl-i sünnet geleneğine mensup kadroların yetiştirilmesi amaçlanmaktaydı.

Özellikle de Şii-Fâtımı halifesi el-Muiz’in emiri el-Cevher tarafından 969 yılında inşa edilen el-Ezher camii medresesinin batını düşüncenin merkezi olması ve İslâm dünyasında râfızî düşüncelerin yaygınlaşmaya başlaması üzerine bir resmi devlet politikası olarak inşa edilmiştir.

Nizâmiye Medreseleri her ne kadar bu amaçla kurulmuş olsalarda zaman zaman râfızî düşünce mensuplarının propagandaları neticesinde medreseler de mezhep çatışmaları da yaşanmaktaydı. Nitekim böyle bir dönemde Nizamü’l Mülk, medrese baş müderrisine bir mektup göndererek “Medresenin kuruluş amacının mezhep çatışmalarını kışkırtmak ve körüklemek değil ilmin korunması ve yaygınlaşmasını sağlamak” olduğunu ifâde etmiştir.

İslâm coğrafyasında Nizâmiye medreslerinden önce bir çok medrese inşa edilmiş ve bu medreselerin belirli bir müfredâtı söz konusu iken Nizâmiye Medreseleri kuruluşundan itibâren yapısı, işleyişi, şekli ve müfredâtı bakımından ayrıcalıklı ve özel bir yere sahip olmuştur.

Medrese de hoca ve öğrencilere mahsus odalar, dershâneler, mescid, kütüphane, yatakhâne, yemekhâne, hamam gibi muhtelif bölümlerden oluşan bir külliye niteliğindeydi. Medresenin ve öğrencilerinin bütün ihtiyaçlarının karşılanması için Nizamü’l Mülk vakıflar tesis etti. Medresenin yakınında çarşı inşa ettirerek gelirini medreseye tahsis etmiştir. Arazi, hamam ve bazı dükkanların gelirlerini müderris ve öğrencilere verilmesini sağladı.

Medresenin kuruluşundan sonra müderrisler bizzat Nizamü’l Mülk tarafından tanınmış meşhur ulemadan seçildi. Bilhassa Ebû Abdullah et-Taberî ile Ebû Muhammed Abdülvehhâb eş-Şîrâzî ve Gazzâlî’nin Nizamü’l Mülk’ün menşuruyla Nizâmiye Medresesi’ne müderris tayin edildiği bilinmektedir. Nizamü’l Mülkün vefâtından sonra onun soyundan gelenlerin yanında vezirler, sultanlar ve halifeler tarafından da müderris görevlendirildiği görülmektedir. Nizâmiye Medresesi’nin mütevellisi olduğu bilinen Süleyman b. Nizâmülmülk’ün 1240 yılındaki vefatından sonra müderrisler halifeler tarafından tayin edilmeye başlanmıştır.

Medreseye müderris olarak tayin edilen alimlere siyah bir cübbe giydirilmekte, sarık ve şal hediye edilmekteydi. Müderrisler görevinden ayrılırken sarık ve cübbelerini iâde etmek zorundaydılar. Kuruluşundan sonra kısa sürede bütün İslâm coğrafyasında ünü yayılan Nizâmiye Medreseleri’nde ders verebilmek için bir çok alimin birbirleriyle yarıştıkları hatta bazılarının mensup oldukları mezheplerini bile değiştirdikleri o döneme ait kaynaklarda ifâde edilmektedir.

Medreselerin kendisine özgün bir müfredât ve işleyişi söz konusuydu. Hocalar öğrencilerden yüksekçe bir mevkîde bulunan kürsüden derslerini işlemekte, derslerin saatleri hocaların ilmî mertebesi, mevsimler ve dersin niteliğine göre değişmekteydi. Derslerin işleyişinde belirli bir usûl uygulanmamaktaydı, her hoca kendi usûlü ile derslerini işleme konusunda serbestti. Dersler öğleden önce başlar, öğlen, ikindi, ve yatsı namazlarından sonra devam ederdi. Eğitim süresi 4 yıl olarak belirlenmişti. Derslerin dili Arapça olarak belirlenmiş ve öğretim tamamen Arap dilinde yapılmaktaydı. Medresede Nâib, hocalar ve yardımcı hocalar, muhasebeciler, kütüphâne görevlileri ve bir de namaz kıldıran imam bulunmaktaydı.

Nizâmiye Medreseleri’nde okutulan müfredât şu şekilde idi:

Din ve Hukuk Dersleri; Kur’an-ı Kerim kıraati, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam ve Usul, Dil ve Edebiyat Dersleri; Arap Edebiyatı, Farsa Edebiyatı, Sarf, Nahiv, Hitabet, Şiir, Cerh ve Ta’dil, Tarih ve Edeb, Felsefe Dersleri; Hikmet ve Mantık, Müsbet Bilim Dersleri; Tıp, Cerrahi, Riyaziye, Hesap, Hendese, Müsellesat, Nücûm(Astroloji), Hey’et(Astronomi) ve  Tabiiyat(Coğrafya).

Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde 6 bin’e yakın öğrencinin, Nişabur Nizâmiye Medresesi’nde ise 400 kadar öğrencinin eğitim gördüğü ifâde edilmektedir. Nizâmiye Medreseleri’nden bir çok ünlü alim yetişmiştir. Bunlardan bazıları İbn Tümert, Ebu Bekir Muhammed b. Velid, İbn Asakir, İmadüddin el-İsfahanî’dir. Aynı zamanda dönemin bir çok ünlü alimi burada hocalık yapmıştır.

Medreselerin kendi bünyesinde medreseye bağlı kütüphaneleri bulunmaktaydı. Özellikle Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin yanında zengin bir koleksiyona sahip büyük bir kütüphâne inşa edilmiştir. Nizamü’l Mülk, halktan ellerinde bulunan nadir eserleri bu kütüphâneye bağışlamalarını istemiş, alimlerden yazdıkları kitapları talep etmiş ve medrese kütüphânesini zengin bir hâle getirmiştir. İnşâ edilen kütüphâne hususunda o dönemi anlatan bir çok tarihi kaynakta kütüphânenin zenginliği ve görkemli olması ile ilgili hayranlık bildiren cümleler yazılmıştır. Mâlesef 1116 yılında çıkan bir yangında kütüphâne binası yanmış, öğrenci ve görevlilerin büyük çabaların ile kitaplar kurtarılmıştır.

Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh 589’da (1193) kütüphaneyi yeniden inşa etmiş ve sarayındaki binlerce cilt kitabını bu kütüphaneye bağılşamıştır. İslâm coğrafyasını kasıp kavuran Moğol saldırıları zamanında kütüphânenin zarara uğramadığı ifâde edilse de mâlesef bu zengin kütüphaneye ait hiçbir nadide eser günümüze ulaşamamıştır.

Nizâmiye Medreseleri tarihi süreçte muhtelif nedenlerden dolayı zamanla gerilemeye başlamış ve gözden düşmüştür. Gerilemesinin nedenlerinden birisi Halife Mustansır’ın kendi adı ile anılan ve Nizâmiye Medreseleri kadar ünlü olması amacı ile Mustansır Medreseleri’ni kurmasıdır. Özellikle de alim ve öğrencilerin halifenin himâyesi altında bulunan bu medreseyi tercih etmesi Nizâmiye Medreseleri’nin gerilemesini sağlamıştır. Gerilemenin bir diğer nedeni ise Dicle nehri kenarına inşa edilen medresenin üç kez sel’e ve daha sonra da  yangına maâruz kalmasıdır. 1272’de çıkan yangında medrese ile birlikte çevresindeki çarşılar  da harap olmuştur. Her ne kadar Cüveynî, vakıf gelirleri ile medreseyi tekrardan ihya etmeye çalışmış ise de tarihi süreçte medrese sosyal ve politik nedenlerle ortadan kalkmaya yüz tutmuştur.

Nizâmiye Medreseleri gerek kuruluş amacı ve misyonu ile gerekse de müfredâtın özgünlüğü ve zengin kütüphaneleri ile devrin siyasî, ilmî ve dinî hayatı üzerinde derin bir tesiri söz konusu olmuştur. Ehl-Sünnet akidesinin devamlılığı ve Türk-İslâm geleneğinin taşıyıcılığı hususunda önemli bir görevi üstlenmiştir. İslâm dünyasında taraftar bulan ve yaygınlaşan bâtınî akımlara karşı sünni omurgayı sağlamaştırmıştır.

Halife ve Selçuklu sultanlarının devlet politikalarının devamlılığını sağlamış, kendi özgün müfredâtı ile başta kendi dönemine ve daha sonraki yüzyıllara de etki eden meşhur alimlerin yetiştirilmesinde etkili olmuştur. Bir çok ünlü alim Nizâmiye Medrese’lerinin tedrisinden geçmiştir. Hüccetü’l-İslâm olarak tanınmış ünlü alim Gazzâlî’de Nizâmiye Medresesi’nde müderrislik yapmıştır.

Medreseler başta fıkıh, kelam ve hadis olmak üzere İslâmî ilimlere önemli bir katkı yapmıştır. Bu konular ile ilgili çok sayıda kitaplar telif edilmiştir. Yatılı ve burslu olması hasebiyle okumak için imkânı olmayan bir çok zeki gence imkanlar tanıdı. Nizâmiye Medreseleri kurulmadan önce de İslâm dünyasında varlığı bilinen medreseler bilhassa özel kuruluşlar olarak varlığını sürdürüken Nizâmiye Medreseleri devlet ve önde gelen yöneticiler tarafından himâye edilen eğitim kurumları olarak ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan daha sonraki yüzyıllarda devletlerin resmî olarak kuruluşunu tesis edip gözettiği medreseler için örneklik teşkil etmiştir.

Son olarak ise İslâm medeniyetinin kurup geliştirdiği medreseler Batı’da da benzer kurumların kurulup yaygınlaşmasında etkili olmuştur. Birçok araştırmacı tarafından Salerno, Paris ve Oxford gibi Batı’da kurulan üniversitelerin de Nizâmiye Medreseleri’nden etkilendiği ifâde edilmiştir.

Umut Güner, Nizamiye Medreseleri

Kutsal Emanetler nedir?

Tarihi yazan ve yaşayan her ne kadar insanoğlu olsa da tıpkı beşer hafızası gibi tarihe tanıklık eden eşyalarında bir hafızası, tarihî şuuru vardır. Bu minval üzere değerlendirildiğinde toplumların tarihilerinde sahip oldukları eşyalar kıymetli hazineler hükmündedir. İnsanlar değer verdiği ve sevdiği kişilerin hatırlarını her zaman yaşatmak ve korumak isterler. Özellikle de toplumların nezdinde önemli bir yere sahip olan peygamberler, devlet lideri ve kahramanlar gibi tarihi kişiliklerin şahsi eşyaları birer hatıra olarak halk tarafından saygı ve hassasiyetle korunmuştur.

Türk-İslam tarihinde de başta Allah Resulünün şahsi eşyaları olmak üzere, İslam ve Türk tarihi için öneme haiz olan eşyalar büyük bir gayret ve hassasiyetle korunmuştur. Bilhassa Haçlı Seferleri, Moğol Tahakküm ve Mezalimi gibi önemli tarihi dönüm ve kıyım dönemlerinde dahi Müslümanlar kendilerine emanet olarak gördükleri bu mukaddes değerleri canları pahasına korumuşlardır.

Özellikle de bu mukaddes emanetlerin korunması hususunda Müslüman devletler mukaddes eşyaları kendilerinden önceki devletlerden emanet almış ve sonraki yüzyıllara taşımışlardır. Nitekim kutsal emanetler Emevi, Abbasi ve ardından Memlüklere geçmiş ve Memlüklerden de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi vesilesi ile Osmanlı’ya intikal etmiştir.

Umut Güner

Ortadoğu Kavramı nedir ve Ortadoğu neresidir?

Ortadoğu” beşeriyetin varlığı ile beraber tarihî çağlardan itibaren önemli bir merkez olmuştur. Tabiî öncelikle “Ortadoğu” tanımının siyasi bir tanım ve kavram olduğunu belirtmekte fayda var.  İngiltere siyasetinin ürünü olan bir kavramdır. İngiliz Üst Aklı’nın yarattığı, içini doldurduğu ve kendi devlet politikalarını inşaâ ettiği bir olgudur.

Ortadoğu, Semavi dinlerin varlık alanı bulduğu bir coğrafya olması hasebi ile tarihi süreç içerisinde yeryüzünün en gözde toprakları olagelmiştir. Özellikle de semavi dinlerin merkezi olması, bu topraklara muazzam bir zenginlik ve potansiyel kazandırmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi üç önemli semavi dinin bu topraklar üzerindeki varlığı ve hassasiyeti dolayısı ile bu coğrafya her zaman insanoğlunun ilgi ve alakasına mazhâr olmuştur.

Coğrafya bütün bu hususları sebebi ile kozmopolit ve çok kültürlü bir yapı kazanmıştır. Bu yapısı nedeni ile de yeryüzündeki tüm insanların ve kültürlerin karşılaşma ve kaynaşma noktası olmuştur. Bu gerçekler zamanla bu topraklara ticari yâni ekonomik refahın dışında kültürel alışveriş imkanı da sağlamıştır.  Fakat tüm bu ifade ettiğimiz hususlar bahsi diğerdir. Bu coğrafyayı önemli kılan nedenler modern dönem ile birlikte ortaya çıkan sanayi teşekküllerinin ihtiyâcı olan hammade yani petroldür.

Bu coğrafya Ortçağlar’dan itibaren bir çok savaş ve istilânın yaşandığı topraklar olmuştur. Haçlı Seferleri, Latin Faaliyetleri, Müslüman-Türk akıncıların siyasi varlıkları vs. hepsi bu coğrafyanın öneminin ve dünya siyasetindeki belirleyiciliğinin sebebi olmuştur.

Tarihi süreçte Müslüman Araplar ve akabinde de Müslüman Türkler’in bu coğrafya üzerindeki tesir ve varlıkları bu topraklara uzun yıllar sürecek olan refah ve huzuru ortamını tesis etmiştir. Memlüklü Türkleri sonrası bu topraklardaki Osmanlı varlığı âdeta bu toprakların Müslüman ve Türk karakterini inşâ etmiştir. Osmanlı Barışı’nın (pax-ottomana), ruhu bu topraklar üzerinde yaşayan Arap, Yahudi, Ermeni, Kürt ve Türk başta olmak üzere bir çok etnik unsurun barış içerisinde uzun yıllar bir arada yaşamasını sağlamıştır.

Bu topraklarda uzun yıllar süren Müslüman Türk varlığı, bu toprakları Türkleştirmiş ve İslamlaştırmıştır. Sosyal yaşamdan, sanat ve mimariye kadar bir çok alanda bu coğrafyada Müslüm Türk izlerini bugün dâhi bulmak ve görmek mümkündür. Bu topraklar tamamı ile bizim tarihimizin ve kültürümüzün  bir parçasıdır. Bizim hafızamız ve yaşayan tarihimizdir.

Ancak, Osmanlı’nın son dönemi ile birlikte bu topraklar üzerinde oynanan küresel siyasetin gayr-ı ahlâki tecavüz, tahrik ve fiili faâliyetleri neticesinde Müslüman Türk’ün siyasî varlığı mâlesef bu coğrafyada sarsılmaya başlamıştır. Özellikle, I. Dünya Savaşı ve aldığımız yenilginin neticesinde bize dayatılan antlaşmalar ile bu topraklar bizden koparılmak istenmiş ve koparılmıştır. Küresel güçlerin masa başında çizdiği harita ve sınırlar ile bu topraklar ile olan tarihi ve kültürel bağımız ve birliğimiz koparılmıştır.

Umut Güner