Kur’an-ı Kerim nedir?

Kur’an-ı Kerim, Allah’ın kelamıdır. İnsanlığı dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmak için son peygamber Hz. Muham-med (s.a.s.)’e Arapça olarak Cebrail aracılığıyla vahyedilmiştir. Hz. Peygamberden itibaren nesilden nesile tevatür yoluyla nak-ledilegelmiştir. Okunmasıyla da ibadet edilen bu ilâhî kelam eş-sizdir. Onun bir benzeri ortaya konulamamıştır, konulamaz.

Kur’an-ı Kerim evrenseldir. İlâhî kitapların sonuncusu-dur. Kıyamete kadar insanlığa yol gösterecek yegâne ilâhî ki-taptır. Allah, Kur’an-ı Kerim’i bizzat kendi korumasına almış-tır. Onunla, daha önce indirdiği ilâhî kitapların geçerliliğine son vermiştir. Zaten Kur’an’dan önce indirilen ilâhî kitaplar insanlar tarafından tahrif edilmiş bulunuyordu. Nitekim, önce-ki ilâhî kitapların tahrif edildiği bizzat Kur’an tarafından ifade edilmektedir. (Nisâ sûresi, âyet, 46; Mâide sûresi, âyet,13,14; Bakara sûresi, âyet, 85)

Kur’an-ı Kerim, kendinden önceki diğer ilâhî kitaplarda da yer alan, Allah’a, peygamberlerine, kitaplarına, melekleri-ne, ahiret gününe, her şeyin Allah’ın takdir ve yaratmasıyla ol-duğuna iman; canın, malın, neslin, aklın ve dinin korunması gibi, dinin temel esaslarını yeniden ortaya koymuş, onlardaki gerçekleri tasdik etmiş, tahrif edilen hususları da düzeltmiştir.

Esas itibariyle, peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilmiş olan dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat zaman ve mekânın, sosyal şartların değişmesine paralel olarak ibadet şekillerinde ve bazı hükümlerde birtakım değişiklikler olmuştur. Allah, bir peygamberin getirdiği dinde olmayan bazı hükümleri, daha sonraki bir peygamberin dininde ortaya koy-muştur. Önceki peygamberlerin getirdiği bazı hükümleri sonra-dan gönderdiği peygamberlerle ortadan kaldırmıştır.

Kur’an-ı Kerim’in içerdiği temel hüküm ve prensipler kı-yamete kadar geçerlidir. Bunlar, zaman, mekân ve diğer şartla-ra bağlı olmaksızın süreklilik arz ederler. Her çağ ve toplumda-ki müslümanlar için yönlendirici ve bağlayıcı niteliktedirler.

Hümeze Suresine Felsefi Bir Yorum Denemesi

İlahiyata başladığım seneden itibaren mezun olmamın yaklaştığı şu günlere gelene kadarki dört yıllık süre içerisinde, anneannem beni ne zaman görse bana kısa surelerin anlamını sorar. Ama en çok neyi sorar biliyor musunuz? Hümeze suresi. Ne anlama geliyor ne anlatmak istiyor diye. Bunu neden ısrarla sorduğunu hiç anlamamıştım. Bir tane meal açar manasını okurdum. Ama şunu çok iyi anlamıştım oturup hep beraber bu sureyi iyice anlayana kadar okuyup okutmamız, anladıktan sonra herkese anlatmamız gerekiyor.

“1-2 – Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline!

3- Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır.

4- Hayır, andolsun ki, o hutame (cehennem)ye atılacaktır.

5- Hutame’nin ne olduğunu bilir misin?

6-7 – O, kalplerin içine işleyecek, Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir.

8-9 – Cehennemlikler, dikilmiş direklere bağlı oldukları halde, o ateşin kapıları üzerlerine kapatılacaktır.”

Hümeze suresinin konusu ahlak ve ahlakî yozlaşmadır. İnsanların birbirlerinin arkasından konuşmasını, kaş göz işaretleriyle alay etmesini, birbirlerinde kusur aramasını, karalamasını, gıybet etmesini, malından dolayı kibirlenerek başkalarını küçük görmesini ahlaksızlık ve günah sayar.

İnsanların bu tavırlarının altında yatan en önemli sebep de “kibir”dir. Kibir ise yine Kur’anda yer alan büyük günahlardandır. Kuranda pek çok yerde insana kibirlenmemesi gerektiği hatırlatılır.

Kur’an’da insanların birbirlerinin ayıplarını aramaları, arkasından konuşmaları ve birbirlerini küçümsemeleri kesin olarak yasaklanmıştır. Bu hem sosyal hayatın düzeni, hem insan psikolojisine etkisi açısından, hem de kişinin haddini bilmesi açısından önemli bir yasaktır.

Ancak  bu duruma hiç ama hiç dikkat etmediğimizi söylemek yanlış olmayacaktır. Bütün hayatların gözler önüne serilmesi gerçeğiyle beraber özel hayat kavramının tartışmalı hale geldiği ortada. Sınırlarımızı biliyor muyuz peki? Özellikle hayatımızın neredeyse tamamı olan sosyal medyada başkası hakkında yazdıklarımızı silince bunun yanlış olmadığını düşünüyoruz, oysa yaptığımız her şeyden sorumluyuz.

Oturup birbirimizin özel hayatlarını tartışıyoruz.

Başkasının arkasından belki duysa bir daha asla yüzünüze bakmayacağı sözler söyleyip yanınıza yaklaşınca gülüyorsunuz mesela.

Bir şekilde sahip olduklarınız kendinizi büyük görmenize yol açıyor.

Mal sahibi olan insanlar malından dolayı saygı gördüğünü, malın kendilerini yücelttiğini sanıyor, başkalarını küçümsüyor…

Ama şekil açısından herkesten iyi olmaya çalışıyorsunuz.

Ama hem kalp kırıyor hem de kalbimizi kırmalarına müsaade ediyoruz.

Müslümanlar bu durumda mutlu hissetmezler.

Başka din mensupları da hoşlanmaz.

Ateist bireyler de nefret eder bunlardan.

Söylemek istediğim bunlar, yani insanlarla alay etmemek ve küçümsememek tek bir dine ait kurallar ya da sadece dinî kurallar değil. Bunlar evrensel, herkesin uyması gereken kurallar.

Şu sıralar staj için gittiğim okulda 8. sınıflara dinler ve dinlerin evrensel öğütleri konusunu anlatıyorum. Önce dinlerden bahsetmem gerekiyor, özelliklerinden, kavramlardan kısaca bahsedip geçiyorum. Çünkü asıl anlatmak istediğim nokta kavramların ezberlenmesi değil.

Asıl anlatmak istediğim nokta dinlerin evrensel öğütleri, ahlakî öğütleri.

Asıl anlatmak istediğim şey birbirlerinin arkalarından konuşmamaları, birbirleriyle alay etmemeleri, birbirlerini küçümsememeleri gerektiği.

“Gıybet” dedikleri şeyin eğlenceli bir şey olmadığını anlatmak istiyorum.

Kalp kırmamaları incitmemeleri gerektiğini söylemek istiyorum.

Bunun için Müslüman olmalarına ya da herhangi bir dine inanmalarına gerek olmadığını, insan olarak uymaları gerektiğini anlamalarını istiyorum.

Müslüman bireylerin Kur’an’daki şekillere takılmak yerine öze inmeleri gerektiğini, Kur’anın evrensel bir ahlak kitabı olduğunu anlamaları ve hayatlarında uygulamak zorunda olduklarını anlatmak istiyorum.

En önemlisi, sadece insan olarak sınırlarını bilmelerini, davranışlarında ölçülü olmalarını istiyorum.

Fatıma Güner

Kadın Olmak, Feminizm ve İslamiyet

Hayatın her yerine, her alanına ve herkese söylemek istiyorum aslında, nerede durursanız durun, şu hayatta insanlara yapılacak en büyük kötülüklerden biri cinsiyetçi söylemlerdir. Cinsiyet üzerinden ötekileştirmek. İnsan olamamak demek bu. Bu durumdan belki de en fazla rahatsız olan kadınlar… Ama şimdilerde bu durum nasıl aşılmaya çalışılıyor merak ediyorum doğrusu?

Bakalım..

Kadın olmak aşağılanacak bir şeymiş gibi, erkek olmak yüceltilecek bir şeymiş gibi düşünülüyor. Bizim toplumumuzda hep böyledir de bu zaten. Kadın ağzını açsa ayıplanır..! “Kız gibi olmak” diye bir deyim var, genelde bir erkeğe hakaret anlamında kullanılır. Bir arkadaşım vardı, kız gibi ağlamazdı mesela ne büyük bir meziyet(!)

İlkel kabilelerden bu yana, tarih boyunca neredeyse bütün dinlerin yorumlarında kadına kötü sıfatlar verilir. Kadın yüzünden cennetten kovulduğuna inanan dindarlar, kadın eşittir şeytan algısı oluşturdular. Malesef böyle hikayelerle büyüyen nesiller çoğaldı.

Kadın dövülüyodu değil mi?

Öne çıkan bütün din “adam”larının erkek oluşunun ve yaşadıkları çağın kadına bakışının bu yorumları bu şekilde etkilediğini de düşünmüyor değilim.

Ama neden?

İnancıma göre Allah/Tanrı/Yaratıcı bir cinsi öteki cinse üstün kılmamış, erkeklere de kadınlara da eşit sorumluluklar yüklemiştir. Biyolojik farklılıklar bir kenarda dursun, biyolojik açıdan farklı oluş kimseye üstünlük kazandırmaz. Kadına da erkeğe de. Ama vatandaş er kişinin üstün olduğuna, kadının da onun kölesi olduğuna öyle inanmış ki, kadın ne yaparsa yapsın suç.

Bakın ben rahatsız olurum mesela bizim toplumumuzun şu yapısından: Sofra kurulur erkekler yer kalkar, kadın sofrayı toplar bulaşığı yıkar o arada erkeğin çayını hazırlamak zorundadır, servis eder, meyvesini sunar, çerezini verir, o bu şu..!

Kendine ayrıcak vakti?

Yok.

Buna itiraz etmek, büyük cesaret bu aslında. Ayıplanırsın anında, kötü gözle bakarlar sana. “Ay ev de çekip çeviremezsin sen şimdi!”

Biraz boğulduğumu hissediyorum. Bütün ötekileştirmelerden…

Ama şimdi bir hapis daha var ki kadın için beni daha çok rahatsız ediyor: Modern çağın “izm“leri.. İzmler adı altında kadını hapsedenler yâni.

Anladınız değil mi?

Bir de şunlar var, kadını iyice aptal gibi gösteren moda, yemek, evlilik programları… Bunlar ne yapıyor biliyor musunuz? Kadını pohpohlayarak aptallaştırıyor, kadın kendisi de aptal olduğuna inanıyor, inanmasın da ne yapsın canım?

Filmin birinde “ökkküüüz” gibi davranan bir erkeğin kendini sahiplenişine aşık olan premses başka ne ister ki?

Ya da dizilere bakınca yakışıkklııı, zengiiin, akılllııı, iş adamıııı erkeğin aptal aşığı esas kızımız…

Ama dur bir dakika, ya kızın elbisesi çok hoş değil mi?

Hepsi hikaye, aslında mesele kadın olmak da erkek olmak da değil. Mesele insan olabilmek. İnsanca yaşayabilmek. Bu programlarda ya da bu bağnaz algılarda ayaklar altına alınan kadının onuru değil ki, insan onuru.

İnsan, insan olanın bu kadar aptal olmasına dayanamıyor.

Fatıma Güner

Seküler Müslüman Yaşam Olur Mu?

Kur’an-ı Kerim’in 103. Suresi zamana yemin ederek başlar. Zaman önemli bir kavramdır. Her şey zaman içinde gelişir ve değişir. Zamanın kontrolünün elimizde değil bunu biliyoruz. Bu yüzden yaşadığımız her an bir öncekinden daha dolu ve değerli olmalıdır. Oysa bizler, her şeyin hızla değiştiği; değişirken de değer kaybettiği bir “zaman” diliminin içerisindeyiz. Değişim olmamalıdır demek gibi bir lüksümüz yok, değişim olmalıdır ve olacaktır.  Burada dikkat edilmesi gereken “ölçü” kavramıdır. Biz Müslümanlar İslam’ın “ölçüye” verdiği önemi unutarak sürdürmekteyiz hayatlarımızı. Ölçünün kaçması, eksik veya fazla, erken veya geç yaşanan olaylar ile değişm ve gelişmeler bir ölçü içinde yaratılmış olan alem ve insana ters gelmektedir.  Böylece maddi ve manevi olarak her şey değerini kaybetmekte, içi boş birer söz olarak kalmaktadır. ‘Kelimeler semboldür, asıl olan manadır.’ Ve maalesef ki günümüzde içi boşaltılmış semboller yığınıyla uğraşmaktayız.  Burada kelimelerin değersiz olduğunu değil hak ettiği değerin verilmediğini söylemek, insanların içinde bulunduğu bilinçsizlikten bahsetmek istiyorum.

 İslam’a -yani dinimize-, dinimiz derken ne kadar bilinçli bir şekilde sahipleniyoruz? Günümüzde dindarlık; çevreden gelen, geleneksel olmuş, anne ve babadan bilinenlerle yaşanan hayat tarzı durumunda. Neyi neden yaptığını bilmeyen insanlar, karşılarına gelecek en ufak sorgulamada durup bir şey söyleyemiyorlar.

Modernleşen, ilerleyen dünya, bireyi kendi iç dünyasından uzaklaştırırken aynı zamanda en büyük zararı onun maneviyatına veriyor. Bu çağ, maddi hazları ön planda tutan bir çağ.  Bu maddi hazlar, kalbimizin üzerini kaplayan dikenler gibi; kalbimize ulaşmamız, İslam’ı hak ettiği gibi yaşamamız, yansıtmamız konusunda bize engel olmakta. Yani “hüsranda”yız. İslam’ı hissetmeden ve yaşamadan anlatmak, yeterli bir durum olmayacağı gibi korkunç derecede insanın kendisiyle çelişmesidir.

XXI. asırdayız ve kendimi bildim bileli %99’u Müslüman olan bir ülkede yaşadığımız iddia ediliyor. Sokağa çıktığımızda karşılaştığımız insanların büyük bir kısmı “ (elhamdülillah) müslümanım” cevabını verecektir şüphesiz. Bu cevaptan sonra kişinin Müslüman olmadığını söyleyemeyiz. Kalplerde olanı yalnızca Allah bilir. Ancak merak edebiliriz, üzerinde düşünebiliriz; %99’u için Müslüman diyebildiğimiz bu toplumda neden hırsızlıklar, yalanlar, iftiralar, gayri ahlaki olaylar, faiz, rüşvet, haram para, kumar, cinayetler ve sair fazlaca gündeme gelmekte? Müslüman olduğunu iddia eden insanlar, nasıl namazlarını bitirir bitirmez dedikodu yapabiliyorlar, biraz daha fazla para kazanabilmek için haram yollara başvuruyorlar, Müslüman kardeşleri öldürülürken televizyondaki haberleri hiçbir şey hissetmeden film gibi izleyebiliyorlar?   Pek çok cevap verilebilir. Verilebilecek cevaplardan biri de basitçe : Bilinçsiz bir şekilde yaşamak olacaktır. Kelimelerin içi bilinçsizlikle boşaltılır.

 En baştan başlayalım düşünmeye. Müslümanım diyen bir insan, neye, ne kadar ve ne için inandığının farkında mıdır? Müslümanım demekle neyi kastettiğini biliyor mudur? Biz biliyor muyuz Müslüman olmanın ne demek olduğunu?

Kelimeleri kısaca inceleyecek olursak;

 İslam: Teslimiyet anlamına gelir. Müslüman ise teslim olan kimse demektir. Allah’a teslim olmak açısından tüm varlıklar ona teslimdir, bu zaruri Müslümanlıktır. Ancak bu zaruri Müslümanlık iradeye ve bilgiye dayalı olursa değer kazanır.

“اللَّهُ إِلَّا إِلَهَ لَا أَنَّهُ فَاعْلَمْ” Bil ki Allahtan başka ilah yoktur.                 

(Muhammed/19)

Yukarıda verdiğimiz Muhammed suresi 19. ayette de ilk aşama “BİL” kısmıdır. Teslim olmadan önce kişinin neye teslim olacağını bilmesi gerekir. Taklidi seviyede kalarak değil, tahkiki bir iman oluşması için bilmek önemlidir. Kelime olarak bilmek değil, kelimenin özünü kavrayarak bilmek gerekir doğru bir yaşayış için.

Allahtan başka ilah yoktur demek; Allahtan başka hiçbir şeyi ilah konumunda kabul etmemek, Allahın hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmemektir.

İşte bu bilincin kavranması gerekiyor. Sözde kalmamalı; hem mana anlaşılmalı hem de kişinin kendi hayatına yansımalıdır. Sadece akılla değil, kalp ile de bilinmelidir. Kalp ile bilmek; ilgi ile başlayan bilme sürecinin aynı zamanda muhabbete dönüşebilmesidir.

Bildiklerimizi yaşamamız, dinimizi en güzel biçimde temsil etmemiz gerekir. Bunun için ise önce kul olmak yani Allah’ın iradesine teslim olmak gerekir. Allah’ın iradesine bilinçli bir şekilde teslim olmadığında kişi kendi çıkarlarının temsilcisi olur. Bilinç, insanın nefsi ile savaşırken kullanacağı bir silahtır da diyebiliriz. Burada Hz. Ömer’in sözü aklıma geliyor “Dininizi iyi öğrenin, yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz.” Adalet timsâli Hz. Ömer’in bu vechiz sözü, bilincin bir müslüman için ne derece bir önem arz ettiğini belirtmesi bakımından ehemmiyetlidir.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl, inancına göre yaşayanlar değil de yaşadığını inanç olarak belirleyenlerle dolu. Bu durum büyük ölçüde kişinin kendi çıkarlarına göre hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Yusuf İslam “Müslümanlara baksaydım Müslüman olmazdım.” sözü beni fazlasıyla düşündürüyor. Müslümanların teslimiyetten uzak olan yaşantısı İslam’ın yanlış tanınmasına yol açmaktadır.  Müslüman’ım diyen bir insan hayat tarzına dönüp bir bakmalı, kendisini sorgulamalı ve yazımızın başlığında belirttiğimiz gibi aynada kendini görmelidir. Dini ne kadar yaşıyor? Kur’an ne kadar hayatında? Hz. Peygamber’i ne kadar örnek alıyor? Bu gibi her müslümanın kendisine sorması elzem olan soruları kendisine sormalıdır, yani sadece lafta kalmamalıdır. Çünkü lafta kalan Müslümanlık , Müslüman kelimesinin vermesi gereken teslimiyet ruhunu yok etmiş bir Müslümanlıktır.

Bugün İslam dünyasının toparlanması, Müslüman bireylerin kendine çeki düzen vermesiyle başlayacak. Bir şeyler yapmalıyız artık diyenler değil, neden bu yolda olduğunu bilenler, bilinçli bir şekilde bir şeyler yapanlar İslam dünyasını toparlayacaktır ve kendini geliştiren bireylerle gelişmiş bir toplum oluşacaktır.

İlk emri “Oku!” olan teslimiyet dininde, elbette ki kulların okuması -çok okuması-, Yaratan Rabbin adıyla okuması, araştırması, düşünmesi ve sorgulaması özetle bilinçli olması beklenecektir. Bilhassa dinin doğru anlaşılması ve yaşanması ile düzenli bir toplumun oluşması ilim öğrenmek ile olacaktır. İlim öğrenmek ise kadın-erkek her müslümana farzdır.

Bilinçli ebeveynler, bilinçli çocuklar yetiştirir. Bu durum bilinçli nesillerin habercisidir. Eğitimin ve özellikle de din eğitiminin temeli ailede başlar. Dünyevî ve dini ilimlerin bir arada birbirleriyle ilişkileri açıklanarak aktarılması, anlaşılması gerekir. Dini hükümlerin doğru ve eksiksiz bir biçimde uygulandığı, ahlaki emir ve yasakların uygun bir şekilde yaşandığı ailede büyüyen çocuk ancak bilinc sahibi olacaktır ve kendisine söylenen sözlerin manasını da kavrayacaktır.

Aileden sonra ise ikincil olarak kişiyi/bireyi sosyal çevresi etkiler. Ancak küçük yaşlarda oluşturulan sağlam karakter ve doğru din algısı kişinin bilgi ve imanının koruyucusudur. Böyle yetiştirilen kişi hızla geçen zamana yenik düşmeyeceği gibi çevresi için eşsiz bir nimet olarak da görülebilecektir. Bu sebeple bağlı bulunduğu toplum ve sosyal çevresindeki parazitlerden menfi manada etkilenmeyecektir. Çevre tarafından etkilenen değil çevresini etkileyen olacaktır.

Bilerek, bilinçli bir şekilde iman eden, iman ederek Salih amel işleyen, Salih amel işleyerek hakkı ve sabrı tavsiye edenler hüsran içinde olmayanlardır.  Hüsran içinde olmayanlar ise Asr suresinde işaret edilen “müstesna” kimselerdir.

Peki biz Asr suresindeki “müstesnalar”dan olabilecek miyiz?

Fatıma Güner

Türk Müslümanlığı ve Türk Dinî Tarihçesi

Türk Müslümanlığı olgusunu ele almadan önce ilk olarak ifâde etmemiz gereken husus bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğudur. İslamiyet’in farklı bir formu olarak asla ve asla  algılanmamalıdır. Çünkü esas itibarı ile Müslümanlık/İslamlık her şeyi ile tamam olmuş, sabit bir inanışı ifade etmektir. Bu inanışın temel hususları yâni Kur’an kelamı ile sabit ve nettir. Türk Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı gibi tanım ve kavramsallaştırmalar yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi sosyolojik bir tespittir. Bu tespit birey ve toplumların psikolojileri ve karakterlerinin sosyal, ekonomik ve siyasi olmak üzere belirli şartlar sonucunda oluşturdukları inanç şekillerini tanımlamak için kullanılmaktadır.

Türkler tarihleri boyunca gerek yaşadıkları coğrafya gerekse ilişki ve temas içerisinde oldukları komşu kavimler ile konar göçer bir sosyolojik yapıya mensup olmaları hasebiyle bir çok farklı kültür, inanç ve değerleri tanımış ve görmüştür. Özellikle de konar-göçerlik dolayısı ile farklı coğrafyalar; farklı insan toplulukları ile karşılaşılmış ve bu topluluklar ile kültürel alışveriş içerisinde olmuşlardır.

Türklerin İslamiyeti kabulüne kadar, Türk milleti için tarihi realite göz önüne alındığı zaman genel geçer sabit ve kabul görmüş bir dinî inanıştan bahsetmek asla mümkün değildir. Çünkü Türklerin inanç tarihleri zaman, şartlar, siyasi olaylar ve ticari ilişkiler nedeni ile zaman zaman farklılık arz etmiştir. Bunun yanı sıra bilhassa girift bir yapıdadır.

Özellikle İslam öncesi dönemde konar-göçer bir toplum olmaları dolayısı ile totemcilik, bir takım tabiat kültleri(atalar, yer ve gök, doğa olayları vb.) ile şamanî ritüeller benimsenmiştir. Tarih literatüründe yanlış bir tanım olarak Türklerin inanç durumu “şamanizm” adı altında tanımlanmış ise de Şamanizm bir din değil sadece ritüel ve inanış şeklini ifâde eden bir kavramdır. Özellikle “kam” adı verilen şamanî önderlere ait ritüeller Türkler tarafından inançlarını yaşayış ve ifâde ediş şekli olarak kabul görmüştür.

Türkler, İslam öncesi dönemde yaşadıkları coğrafyanın kozmopolit yapısı, Ön Asya ve Orta Asya’daki misyonerlik faaliyetleri ile siyasi ve ekonomik sebepler dolayısı ile eski dinî gelenkleri yanı sıra Maniheizim, Budizim  gibi Asya inançları ile az da olsa Hıristiyan ve Musevi(Karaylar/Karaim) inançlarının da etkisinde kalmışlardır. Fakat bu yeni ve farklı inançları benimseyen Türklerin aynı zamanda eski dinî inanç ve geleneklerini devam ettirdikleri de görülmektedir.

Türkler yeni karşılaştıkları inanç ve ritüellere karşı hoşgörülü olmuşlar, kendi dinamik ve toplumsal değerlerine uygun olan inançları benimsemişler ve önceki inanç geleneklerini de bu yeni form içerisine sokarak devam ettirmişlerdir. Tâbiri caiz ise Türklerin inanışlar karşısındaki karakter yapıları âdeta genel alıcı kan grubu gibidir. Bir çok inanıştan etkilenmiş, eski inanç ve geleneklerini de yeni kalıplara sokarak devam ettirmişlerdir. Bu sebeple İslam öncesi Türk dinî tarihi ve Türklerini dinî için kesin bir adlandırma, belirli ve kesin dinî aidiyet mümkün ve söz konusu değildir.

Kur’an kelamının vayhi ile, özellikle Emeviler döneminde başlayan Ön ve Orta Asya fetihleri ile Türkler zaman içerisinde İslamlaşmaya ve İslami dinî geleneği benimseye başlamışır. Ancak şunu ifade etmeliyiz ki Türklerin İslamlaşması kolay, hızlı ve kısa zamanda olmamıştır. Türklerin Müslümanlaşması bir çok siyasi, ekonomik ve toplumsal faktöre bağlı olarak olumlu ve olumsuz bir çok realiteden sonra uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Türklerin İslamlaşması hemen hemen 18. yüzyıla kadar devam eden bir süreçtir.  Türklerin, İslamiyet ile tanışması, Arap fetihlerinin şiddet içeren karakteri dolayısı ile askeri mücadeleleri de barındıran bir sürecin ürünüdür. Türkler zaman zaman şartlara bağlı olarak bazan münferit bazan ise toplu boylar halinde İslamiyete geçmişlerdir.

Yukarıda Türklerin dinî karakteri hususunda söz konusu ettiğimiz bahislerde Türklerin inanç durumunun yeni din ve inanışlar ile karşılaştıktan sonra benimsemeseler bile eski inanışlarını bu yeni forma sokarak bir şekilde devam ettirdiklerini söylemiştik. Kezâ aynı şekilde Türkler İslamlaşmaya başladıkları dönemde de eski dinî gelenek ve ritüellerini de İslâmi bir form ile yeniden inşâ etmişlerdir. Nitekim bugün dâhi Müslüman Türk toplumunun dinî yaşayış şekilleri ve dinî bilgisi muhtevasında İslâm öncesi bir çok dinî unsur, ritüel ve geleneğin devam ettiği görülmektedir.

Türk dinî tarihi hususunda değinmemiz gereken bir diğer önmeli nokta ise Türklerin İran coğrafyasında İslâmiyet ile tanışmış olmalarıdır. İran coğrafyası tarih boyunca kadim medeniyet ve inançlara ev sahipliği yapmış bir coğrafya olması hasebiyle bir çok farklı kozmopolit inanışların doğduğu yerdir. Bu sebeple Türkler bu coğrafya da İslâmiyetle tanışmış olmaları dolayısı ile Türk – İslam inanışı üzerine İran etkisi göz adı edilmeyecek kadar önemli bir realitedir. Nitekim namaz, oruç vs. gibi bugün dâhi Türkler arasında yaşayan bir çok dinî kavram Arapça değil Farsçadır.

Türk inanç geleneği içerisinde “kam” adı verilen dinî önderler ve yaptıkları ritüelleri, içi kapanık ve münzevi hayat tarzları dolayısı ile Türkler İslâmi dönemde de kam yaşayışına benzer yaşayışı devam ettiren “tasavvufi” ekolleri rahatlıkla benimsemiştir. Tasavvufi gelenek Türkler arasında büyük bir hedef kitlesi yakalamıştır. İslam öncesi dönemdeki kam yaşayışı özellikle İslâmi dönemde evliya, abdal, derviş, kalender gibi adlar ile yaşamaya devam etmiştir.

IX. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmaya başlayan Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da uzun yıllar konar-göçer bir hayat tarzı sürmeleri nedeni ile kitâbî olmayan tamamı ile şifahi yâni sözlü kültüre dayanan bir inanç yaşamışlardır. Türklerin, kitâbî (ortodoxy) olmayan inançları şifahi ve karışık (hetorodoxy) bir durum arz etmektedir. Nitekim yerleşik Türk toplulukları ile konar-göçer Türk toplulukları arasındaki inanç farklılığı tarihi tecrübede derin bir uçurum oluşturmuştur. Bu fark bugün dâhi etkisini göstermektedir. Özellikle konar-göçer Türk toplulukları arasında İslâm öncesi eski dinî gelenek ve ritüellere bağlılık İslâmi formda devam etmiştir. Fakat zaman içerisinde yerleşik yaşayışı benimseyen Türkler daha çok kitâbî yani Kur’an ve sünnet’ten beslenerek medrese ekolleri ile de farklı bir kimlik kazanmıştır. Bu iki ayrımın yarattığı sosyolojik farklılık toplumsal yaşayışta bu iki zümrenin birbirlerine karşı farklı dinî söylemler içerisine girmelerini de sağlamıştır. Ve bu durum askeri ve siyâsi bir çok mücadeleleri de getirmiştir. (Babailer, Şeyh Bedretti vs.)

Türklerin dinî inanışları için zamana ve şartlara bağlı olarak sosyal, siyasi ve ekonomik nedenler dolayısı ile değiştiğini ve farklılık arz ettiğini söylemiş idik. Nitekim Türk tarihinde Türkler, siyasi politikalar hasebiyle zaman zaman din değiştirdikleri veya bazı dinlerin mezhep adı verilen ekollerinin mensubiyetine girdikleri görülmektedir. Nitekim “Büyük Selçukular” döneminde “Şİİ” yayılmacılığına karşılık “sünni ekol” benimsennmiş ve politik menfaat elde edilmeye çalışılmıştır. Şii geleneğin inşa ettiği “ezher” ekolüne karşı, “Nizamiye Medreseleri” inşa edilmiştir. Abbasi halifeliği ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler tesis etmek amacı ile halifeliğin nüfuzu kabul edilmiştir.

Nitekim Osmanlılar’da da Şah İsmail ve Safevi yayılmacılığı ile siyasi politikalarına karşılık sünni ekolü ihya etmeye çalışmış ve karşıt bir siyaset malzemesi olarak kullanmıştır. Devletler dinî mezhep ve ekoller üzerinden derin bir askeri ve sosyal propoganda faaliyeti içerisinda olmuşlardır. İlerleyen zaman içerisinde Osmanoğulları’nın son dönemine doğru özellikle Padişah II. Abdülhamid sahip oldukları halifelik makamının imkanlarını değerlendirmek istemiş ve siyasi politika olarak kullanmayı amaçlamıştır.

Halifeliğin Kasım 1924’te kaldırılması ile artık tamamen inkirâza uğrayan Osmanoğullarının İttihat ve Terakki mensubu bürokratlarının çaba ve mücadeleleri ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Halifeliğin Kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tesisi ile Türk dini tarihinde farklı bir merhale yakalamıştır.

Yeni Cumhuriyet’in üzerine inşa edilen temel felsefesi ve zamanla yapılan inkilaplar ile, Türk milletinin dini formu modern Batı merkezli, seküler ve laik bir çizgiye evrilmiştir. Özellikle iktibas edilen Fransız tipi laiklik anlayışı ile Türk dini tarihi açısından en önemli dönüm ve kırılma noktası yaşanmıştır. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının inşa ettiği laik ve seküler sistem zamanla dini yönden bir çok farklı problemi meydana getirmiştir.

Özellikle Türkçe Ezan başta olmak üzere, daha sonraki süreçte zuhur eden Türban meselesi, Alevilik vs. gibi toplumsal gerginlikler laik ve seküler kadrolar ile muhafazakar ve mütedeyyin camiayı karşı karşıya getirmiştir. Bu dönem ile birlikte Türk toplumunun din anlayışının muhtevası, ruhu ve yaşam formu değişmiştir. İlerleyen süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kamuoyu 21. yüzyıla dini alanında zaman zaman yükselen tansiyonlar ve gerginlikler arefesinde girmiştir. Özellikle 28 Şubat’ın doğurduğu sonuçlar ile öncesinde yaşanan Madımak, Kahramanmaraş vb. toplumsal facialar tansiyon ve gerginlikleri had safhaya taşımıştır.

Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner