Nesimi kimdir?

Harflerin ve sayıların kutsallığı görüşünü benimseyen ve onlara sembolik anlamlar atfederek yorumlamaya çalışan bâtınî bir düşünce olan Hurûfîliğe mensup mutasavvıf ve şâir. İran kaynakları Şiraz’da, Osmanlı kaynaklarından bâzıları ise Bağdat ve Diyarbakır’da, çağdaşı olan İbn Askalânî  ise Tebriz’de doğduğunu belirtmiştir. Anadili Türkçe olan ve 16. asır Osmanlı tezkîre yazarı Âşık Çelebi’ye göre Türkmen aslından gelen Nesîmî, bâzı kaynaklara nazaran Hurûfîliğin kurucusu Fazlullah’ı Şirvan’da tanımıştır ve onun dâmâdıdır. Fazlullah’ın ölümünden sonra asıl şöhretine kavuşmuş olan Nesîmî, Anadolu’ya geldiğinde bu coğrafyada fikirleri için uygun bir vasat bulamayarak Halep’e gitmiştir. Burada o yıllarda Halep’e uğrayan Şeyh Bedreddin’le de görüşmüş olma ihtimâli bulunmaktadır.

Sonraki zamanlarda Dulkadıroğlu Ali Bey, Karakoyunlu hükümdârı Cihan Şah ve Fâtih Sultan Mehmed gibi beyler onun fikirlerinden etkilenmiş; fakat yaşadığı dönemde, ulûhiyet iddiâsı dolayısıyla Halep’in sünnî çevrelerinin tepkisini üzerine çekmiş ve hakkında çıkarılan bir fetvânın gereği, Memlûk Sultânı Melikü’l-Müeyyed’in (Şeyh el-Mahmûdî)onaylaması sonrasında saltanat nâibi Emir Yeşbek’in Nesîmî’nin boynunu vurup derisini yüzmesi sûretiyle yerine getirilmiştir. Vahdet-i vücutçuluğu, Allah’ın Âdem’de ve tüm insanlarda, bilhassa Fazlullah’ta tecelli ettiği düşüncesini, insan organlarının çeşitli sırları yüklendiğine dâir inançlarını, Kur’ân’ı şifrelerden mürekkep bir kutsal metin olarak gösteren tevillerini Türkçe şiirlerinde açıklıkla dile getirmesi Hurûfî düşüncesinin yayılmasında Fazlullah’tan daha etkili olmasını sağlamış ve pek çok menkıbeye konu olmuştur.

Nesîmî, Alevî – Bektâşîlerin yedi büyük şâirinden biri ve mazlum bir velî şehid olarak kabûl edilmektedir. O, aynı zamanda, Oğuz lehçesiyle oluşmaya başlayan klâsik ve âhenkli, coşkun ve lirik şiir dilinin kuruluşunda yeri olan ve sonraki Hurûfî meşrepli mutasavvıf şâirleri de etkilemiş önemli bir edebiyat târihi figürüdür de.

Göktürk Ömer Çakır

Süleyman Çelebi kimdir?

Kendi verdiği isimle Vesîletü’n-necât, halk arasında meşhur olan adıyla Mevlid’in yazarı olan Osmanlı müellifi, şâir. Çelebi olarak adlandırılmasından âlim ve ârif bir kişi olduğunu anladığımız Süleyman Çelebi Bursa’da doğmuştur. Bir Mevlid nüshasında yer alan kayıtta bu eserin şâir 60 yaşındayken yazıldığı bilgisi yer aldığından ve eserin bitiş târihinin de bilindiği hesaba katılarak (H. 812) doğum yılı kesinlik kazanmaktadır.

Kendisi hakkında bir doktora tezi hazırlayan N. Pekolcay’a göre kaynaklarda Çelebi’nin, Orhan Gâzi’nin sevgisini kazanmış, aynı zamanda silâh arkadaşlarından olan ve yine aynı Osmanoğlu Beyi tarafından İznik’te adına bir medrese kurulan, Muhyiddin Arabî’nin Füsûsü’l-hikem’inin şârihi ve bir rivâyete nazaran Osman Gâzi’nin de kayınbirâderi bilinen Şeyh Mahmud’un torunu olduğu belirtilmiştir.

Süleyman Çelebi bir süre kahraman Osmanoğullarından Sultan Yıldırım Bâyezid’in Dîvân-ı Hümâyun imamı olarak görev yapmış, daha sonra da Emir Buhârî’nin tavsiyesiyle, inşâsı 1400’de tamamlanan Ulu Cami’nin imamlığına getirilmiştir. Kimi kaynaklar kendisini Yıldırım Bâyezid’in oğlu Süleyman Çelebi’nin musâhibi saysa da yine Pekolcay’a göre, Timur gâilesiyle patlayacak Osmanlı iç savaşının bu tâlihsiz şehzâdesi, ömrünün uzun bir dönemini Bursa dışında geçirdiği için bu mümkün görünmemektedir.

Yazdığı Mevlid’iyle Peygamberimizi doğumundan irtihâline kadar mesnevî tarzında ve remel bahrinde tebcil eden Süleyman Çelebi milletimizin en çok bildiği ve okuduğu, yalın ve temiz Türkçesiyle asırlar boyu Osmanlı Türklerinin gönüllerini dilhûn eden ve onların torunlarını da aynı şekilde teshîr etmeyi sürdüren bir edebî anıt kurduğu gibi, dinî bir gelenek ve ihtifâlin de doğmasına yol açmıştır. Milletimiz Peygamberin velâdetinin yıldönümlerinde, çeşitli dinî törenlerde, ölümlerde, doğumlarda, hayırlı işlerin başında Kur’an’la berâber onun şiirini de dinlemekte ve bu millî estetik asırlardır yaşatılmaktadır. Devlet katında mevlid kutlamaları pek çok tafsîlât ve teşrîfatla gerçekleştirilmiş, 1910’dan îtibâren mevlid bir bayram olarak kânunlaşmıştır. Diğer yandan Türk milletinin yüce Peygamberinin doğumunu Erbil Atabeyi Muzafferü’d-din Kökböri’den bu yana kutladığı da unutulmamalıdır.

Süleyman Çelebi’nin, ölümsüz eserini yazmasını sağlayan motivasyona dâir bilinen rivâyet şöyledir: Bâtınî meşrepli İranlı bir vâiz Ulu Cami’de vaaz verirken Bakara sûresinin 285’inci âyetine atıf yaparak peygamberlerin arasında fark bulunmadığını, Hz. Peygamberin Hz. İsa’dan üstün tutulamayacağını söyleyince cemaatten bir Arap buna îtirâz edip kendisini aynı sûrenin 253. âyetinde peygamberlerden bir kısmının diğerlerinden faziletli kılındığına dâir ifâdelerle ilzâm etmiş; halkın vâizin tarafını tutmasıyla mesele büyümüştü. İşte bu hâdiseye çok üzülüp galeyâna gelerek “Ölmeyüp İsâ göğe bulduğu yol / Ümmetinden olmagiçün idi ol” beytiyle eserine başlayan Süleyman Çelebi daha sonra onu tamamlamıştır.

Büyük ve millî hizmetiyle Tanrı’nın mağfiret iklimine girmiş olmasını dilediğimiz bu hisli Türk şâiri imamlığını yaptığı Ulu Cami’ye defnedilmiş, 1950’lerdeki yol genişletme çalışmaları sebebiyle naaşı Çekirge Yolu üzerinde yer alan bugünkü türbesine nakledilmiştir. Onu şüphesiz ilk Osmanlı pâyitahtı Bursa’nın ve bütün Türk milletin mânevî ulularından saymak ve hâtırâsını tâzim etmek bir millî ve dinî vazifedir.

Göktürk Ömer Çakır

Pir Sultan Abdal kimdir?

Alevî – Bektaşî geleneğinin yedi büyük şâirinden biri kabûl edilen Pir Sultan Abdal, “Mağrıptan çıkar görünü görünü / Kimse bilmez evliyanın sırrını / Koca Haydar şâh-ı cihân torunu / Ali nesli güzel imam geliyor” dörtlüğünden anlaşıldığı gibi, Şeyh Haydar’ın torunu ve Şah İsmâil’in oğlu olan Şah Tahmasb’ın zamânında yaşamıştır.  Sivas’ın Banaz köyünde doğan ve “İsmim Koca Haydar aslım Yemen’de” mısrâından aslen Yemenli ve isminin Haydar olduğunu anladığımız Pîr Sultan’ın Hz. Peygamber soyundan gelen bir seyyid olduğu da hemen her din ulusunda gördüğümüz gibi söylenegelmiştir.

Menkıbesine göre, küçük bir koyun çobanıyken bir elinde bâde, diğer elinde elma olan nûrânî bir ihtiyar görür ve onun elinden bâdeyi içtikten sonra elmayı alacakken ihtiyarın ayasındaki beni fark eder ve karşısındakinin Hacı Bektâş olduğunu anlar. Hacı Bektâş ona Pir Sultan mahlasını verip şöhretinin her yere yayılmasını, sazının ve sözünün üzerine saz ve söz gelmemesini dileyerek kaybolur.

Osmanlıların, doğuda yükselen Safevî tehlikesine karşı, onların siyâsî varlığı dışında Osmanlı coğrafyasındaki dinî-askerî odaklarına yönelik mücâdele ettiği bir dönemde bu “hasım” devletin ideolojisiyle hareket eden Pîr Sultan’ın da dikkatleri üzerine çekmesi muhakkaktı. Efsâne, bu konuyu trajik bir dille ele alır: Menkıbesinde Banaz’a gelip kendisini pîr olarak benimseyen bir Hızır’dan bahsedilir. Bu Hızır, kendisinin himmetini ve bu sâyede bir makâma geçmeyi dilemiş, Pir Sultan da “Hızır, vezir olursun; ama gelip beni asarsın” diyerek kerâmet göstermiştir; zîrâ aynı menkıbeye göre seneler sonra Pir Sultan’ı astıran, sonradan Paşa olacak bu Hızır’dır. Gölpınarlı, Hızır’ın kimliğinin net olmadığını söylemekle birlikte bir varsayımda bulunur. Ona göre; 1522’de Köstendil, 1554’te Şam Beylerbeyi olan, 1560’ta Bağdat’a tâyin edilip 1567’de ölen Hızır Paşa’nın, Pir Sultân’ın menkıbesinde geçen Hızır olma ihtimâli vardır. Muhtemelen paşa, Bağdat’a giderken Sivas’taki Pir Sultan hareketini de bastırmıştır. Bugünkü Kepçeli’de, uzun süre Darağacı olarak da bilinen mevkîde îdâm edilen Pir Sultan, yine menkıbesine göre darağacında kendisinden geriye sâdece hırkasını bırakarak yola koyulmuş, peşine düşen kollukları, Kızılırmak’ta üstünden geçtiği köprüyü “Gel köprü!” diye çağırmak sûretiyle batırıp, atlatmış, Horasan’a gidip Şâh’ın huzurunda nefes okuduktan sonra Erdebil’e vararak orada yatıp ölmüştür.

Türk halk edebiyâtının en önemli şâirlerinden sayılan Pir Sultan, kendisinden önceki halk şâirlerinden haberdardır ve onların temel nazım biçimi olan koşmayı çok kullanmış, halk şiiri tekniğinde büyük varlık göstermiştir. Şüphesiz en fazla etkilendiği şâir de Hatâyî’dir (Şah İsmâil). Dili yalın ve kimi zaman kullandığı terkipler halka mâl olmuş, bilindik terkiplerdir. Şiirinde mistik ve metafizik telâkkilerden ziyâde tabiî hâdiseler yer almıştır.

Göktürk Ömer Çakır

Karacaoğlan kimdir?

Doğduğu yer, yaşadığı dönem, şiirleri ve öldüğü yer konusunda pek çok ihtilâf olan şöhretli Türk halk şâiri. Araştırmacılar genellikle şiirlerine 17. asır cönklerinde rastlandığı için bu asırda yaşamış olabileceğini öne sürmüşlerdir; fakat cönklere şiir kaydedilmesi geleneğinin daha önceki asırlarda pek bulunmaması ve bahsedilen asırda yaygınlık kazanması bu geniş tarihlemenin bir alt terminus (sınır) kabûl edilemeyeceğini düşündürmektedir. Ayrıca 1546’da tamamlanan Lâtifî tezkiresinde Kar’oğlan adıyla geçmesi, Sultan (III.) Murad’ın 1582 yılında yaptırdığı sünnet şölenini anlatan Surnâme-i Hümâyûn’da “kimi Karacoğlan türküsü ile gönlün eğlendirir” ifâdelerinin yer alması, yine 16. asır bürokratı Gelibolulu Mustafa Âlî’nin görgü ve ahlâk kurallarını anlatan bir telifinde (Mevâidün Nefâis fi Kavâidi’l Mecâlis) adının şâir olarak zikredilmesi, 17. asır şâiri Âşık Ömer’in Şâirnâme’sinde çağdaşlarından bahsettikten sonra “Karac’oğlan eski meseldir” demiş olması, bir şiirinde geçen Şirvan’ın alınışına (1578 – 1579) yapılan atıf, çok güvenilir bir belge niteliği taşımamakla birlikte, “Sekseninde beratçığım yazıldı / doksanında kan damarım üzüldü / Yüz yaşında âzâlarım çözüldü” gibi bâzı mısrâlarından uzun bir ömür sürdüğü istidlâl edilebilecek  bu Türkmen halk şâirinin 15. asır sonları ile 16. asırda yaşamış olduğu iddiâsını güçlendirir.

Karacaoğlan’a atfedilen çeşitli şiirlere göre kendisini Erzurumlu, Kırşehirli, Binboğalı kabûl etmek mümkündür; fakat daha uzak iddialar da söz konusu edilmiş, meselâ W. Radloff Belgradlı olduğunu ileri sürmüştür. Yine Radloff’a göre asıl adı Simâyil’dir. Bazı kaynaklar ise adının Hasan, babasının da Kara İlyas olduğunu kaydederler. Doğum yeri hakkında şimdilik en kuvvetli ihtimâl Bahçe ilçesinin Farsak köyünde doğmuş olması ihtimâlidir. Daha genel bir ifâdeyle yazacak olursak, o, Güney Anadolu Türkmenlerindendir.

Ölüm yeriye ilgili de ihtilâflar mevcuttur. Tarsus yakınlarındaki Eshâb-ı Kehf mağarasında intihar, Maraş civarındaki Cezel yaylasında öldüğü yâhut İçel’n Mut ilçesindeki Çukur köyünde medfûn olduğu veya Erzurum Oltu’daki Penek köyünde ölüp Zemzem Dağı’ndaki Yasamal Yaylası’nda gömülü olduğu gibi iddiâlar bahis mevzuudur.

Görüldüğü üzere hemen pek çok halk şâirinin başına gelen Karacaoğlan’ın da başına gelmiş, belirsiz zaman ve mekânlarda halkının dilinde ve gönlünde yaşamış ve hâlâ yaşamayı sürdürmektedir. Kendisine atfedilen şiirler de aynı gelenek uyarınca bâzen eski bir şiirin varyantıdır, bazen de söyleyişi onu andıran başka halk şâirlerinin dağarcığından çıkmıştır. Onun şiiri, Tanrı’dan ziyâde insana dönük ve hiçbir tasavvufî unsurun yer almadığı lâdinî bir şiirdir. Hayâlci değil gerçekçi olan Karacaoğlan, süs ve gösterişten uzak, söylemek istediklerini doğrudan söyleyen, merkezî yerlerde yaşayan halk şâirlerinin etkisinde kaldığı Dîvân edebiyâtı unsurlarından müteessir olmamış ve temel konusu maddî aşk olan, “Nerde güzel görsen orda kalırsın /Ben senin derdini çekemem gönül” ifâdelerinde görüldüğü gibi, her güzelliğe, her dilbere karşı istekle dolu, tutkulu, “Söyleyim ben sana sözün doğrusun / Soyunup koynuna girmeye geldim” mısrâlarından ve pek çok benzerlerinden de anlaşılacağı üzere sevmek ve sevişmek konusunda serbest, tabiatın içinde katı kural ve yasaklardan âzâde Türkmen oymak hayâtının parçası şeklinde vasfedebileceğimz bir halk şâiridir.

Göktürk Ömer Çakır

Nefi kimdir?

Aslen Erzurum Hasankaleli ve asıl adı Ömer olan şâirin babası, Kırım hanlarının hizmetinde bulunmuştur ve o da şâirdir. Nef’î mahlası kendisine, hâmisi Gelibolulu Mustafa Âlî tarafından verilmiştir. İstanbul’a (I.) Ahmed’in saltanat döneminde gelen, ondan sonraki Genç Osman, (I.) Mustafa ve (IV.) Murad dönemini idrâk eden şâir, asıl şöhretine bu sonuncu Yavuzmeşrep pâdişah zamanında erişmiş ve onun musâhibi olmuştur; öyle ki pâdişah tarafından çok sevildiği gibi, şiir vâdisinde de çok methedilen ve kendi şâirlik değerinin Nef’î’den düşük olduğunu, şiir âleminin sultânı olan Nef’î’nin tâbii olduğunu belirten sultânın himâyesi olmasa, yaşadığı dönemin pek sert dilli heccavı olan Nef’î’nin çok daha önce katledilmesi muhakkaktı.

Nef’î, kendisine verilen bu kıymete rağmen, edebiyat târihçimiz merhûm Ahmet Kabaklı’ya göre, belki de değersiz şahsiyetlerin yükseldiği bir bürokrasi manzarası karşısında kendi küçük memuriyeti dolayısıyla duyduğu sıkıntıdan olsa gerek, devrin önde gelenlerini Sihâm-ı Kazâ adlı hiciv derlemesinde cem ettiği şiirlerinde zehirli bir dille yerden yere vurmuştur. Hatta kendisinden rahatsız olanların, onun hakkında söyledikleri “İsmi Nef’î olan hicivci şâirin öldürülmesi, tıpkı engerek yılanının katli gibi dört mezhepte de vaciptir” meâlindeki Farsça beyit, yarattığı rahatsızlığı kâfi derecede açıklamaktadır.

Nef’î, dilin tüm varlığını kullanabilen ve bu sâyede ihtişâmlı bir âhenk ile biraraya getirdiği kelimelerle aynı zamanda etkileyici bir mısrâ mûsıkîsine sâhip olmuş üstün bir sanatçıdır. O da bunun farkında olarak yazdığı kasidelerde bol bol kendisini methetmekten geri kalmamış, “Sözlerin de pâdişâh-ı kâmrânidir sözüm”, “Akl-ı küll ders okur, endişe-i idrâkimden” gibi mısrâlarla nefsini tebcil etmiş, kendisine “bir âlem-i lâhut-nişân lâzım” olduğunu söylemekten içtinâb etmemiştir. Onun beyitlerinde, geniş ve zengin mecazlarla süslü mısrâlar olmasına rağmen, Bâkî’deki gibi biçim kaygısı ve hesaplı söyleyiş yoktur. Bu teknik hesapsızlık hâriç tutulursa, büyük bir kasîdeci olmasına rağmen hiciv sanatkârı olarak ün kazanmasını şüphesiz aynı hesapsız kişiliğine borçludur. Nef’î, belki de kasîdelerinde devrin liyâkatsiz büyüklerini övmek zorunda kalırken, bu şeâmetli çürüme çağlarının ve tuhaf insanlarının ortasında, övmesi gereken destan kahramanlarının çağını geçirmiş ve yanlış bir zamanda doğmuş olmanın iç huzursuzluğu eşliğinde yergiye sarılmıştır. Öyle ki onda yerginin “iyileşmez bir illet gibi” olduğu ifâde edilmiştir. Bununla birlikte onu, Bağdatlı Rûhî’deki gibi bir Osmanlı Iuvenalis’i olarak anmıyoruz. Çünkü Rûhî’nin tepkileri, cemiyetin tüm sosyal zümrelerini kaplıyordu. Oysa Nef’î, ricâl-i devleti ve tanınmış isimleri gezleyen bir sövücü şâirdir ve nitekim bu sövgülerinin kurbânı olmaktan da kurtulamamıştır.

Rivâyete göre Sihâm-ı Kazâ adlı eserini okuyan Sultan (IV.) Murad’ın, o esnâda yakınına düşen bir yıldırımı uğursuzluk alâmeti sayarak Nef’î’yi çağırttığı ve kendisine bir daha hicviyye yazmamak konusunda tövbe ettirdiği söylenir. Hatta bu hâdiseye dayanılarak “Gökten nazîre indi sihâm-ı kazâsına / Nef’î diliyle uğradı Hakkın belâsına” beyti söylenmiştir. Görülüyor ki onun hiciv kudreti yıldırımla eşdeğerde tutulmuştur. Bu hâdiseye rağmen vezir Bayram Paşa hakkında hiciv yazmaktan geri kalmayan şâir, pâdişâhın bunu öğrenmesi üzerine huzura çağırılmış, yeni bir hiciv yazıp yazmadığı sorulunca da gafletle söz konusu kişi hakkındaki şiiri cebinden çıkarıp pâdişâha sunmuştur. Pâdişah, hicvi keyifle dinlemiş; fakat Bayram Paşa’nın ısrâsı üzerine şâiri odunluğa tıktırıp sonra da boğdurtmuş; Nef’î de şiirine yıldırımların nazîre yazdığı bir şâirin ateşini söndürebilecek tek mezarlığa, Boğaz’ın soğuk sularına bırakılarak edebiyat târihimizin hayıflı hikâyelerinden birine dönüşmüştür.

Göktürk Ömer Çakır

Itri kimdir?

Yahya Kemal’in, “Büyük Itrî’ye eskiler derler, /Bizim öz mûsıkîmizin pîri; /O kadar halkı sevkedip yer yer, /O şafak vaktinin cihangîri, /Nice bayramların sabâh erken, /Göğü, top sesleriyle gürlerken, /Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i” mısrâlarıyla başlayan ve onun Türk mûsıkîsindeki yerini tüm metinlerden güzel ve özlü bir dille terennüm eden şiirinde ifâde ettiği gibi “öz mûskıkîmizin pîri” olan Itrî, sâdece bir hânende ve bestekâr bir mûskıkîşinas değil, aynı zamanda şâir tezkirelerinde adı geçen ve Yine Yahya Kemal’in aynı şiirinde O ki bir ihtişamlı dünyaya / Ses ve tel kudretiyle hâkimdi; / Âdetâ benziyor muammâya; / Ulemâmız da bilmiyor kimdi? /O eserler bugün defîne midir? Ebediyyette bir hazîne midir? / Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?” mısrâlarında gönderme yaptığı gibi muamma ustası bir şâir, Tuhfe-i Hattâtîn gibi hattat biyografilerinde kayıtlı ve ta’lik hattında usta bir hattattır. İstanbul dışında ikâmet ettiği ve İstanbul surları dışındaki evinde bahçe işleriyle uğraşmaktan zevk aldığı için kendisine Itrî mahlasının verildiği rivâyet edilmiştir. Ayrıca bunun Buhurî ile de yakın anlamlarda bir kelime olduğuna dikkat edilmelidir.

İstanbul’da Mevlânâkapı semtinde doğan ve (IV.) Mehmed döneminde sarayda mûsıkî hocalığı ve hânendelik yapan ve M. Bardakçı’nın neşrettiği, Topkapı Sarayı’nda bulunan bir hazîne tezkeresinden, Temmuz 1682’de günlük 60 akçe ile cariyelere mûsıkî hocalığı yaptığını öğrendiğimiz bu büyük üstâdın pâdişah tarafından sık sık çağırılıp eserlerinin kendisinden dinlendiği de kaynaklar tarafından kaydedilmiştir. N. Özcan’dan öğrendiğimize göre, saraydaki küme fasıllarında bulunduğu sıralarda, kendi isteğiyle, kabiliyetli ve güzel sesli gençleri bulup yetiştirmek ve geldikleri ülkelerin mûsıkîsi hakkında onlar vâsıtasıyla bilgilenmek için, esirciler kethüdâlığıyla görevlendirildiği de söylenir. Kendisinin Yenikapı Mevlevîhânesi’ne devam ettiği, ney üflemeyi de burada öğrendiği bilgisi bâzı yakın dönem kaynaklarında yer almıştır. Bu bilgi, Yahya Kemal’in mısrâlarına da Vâkıâ ney, kudüm gelince dile, / Hızlanan mevlevî semâıyle / Yedi kat arşa çıkmış “Âyîn”i” şeklinde aksetmiştir. Buradaki “Âyîn”den kasıt, bestelediği N’at-ı Mevlânâ veya segâh âyînidir.

Dinî mûsıkîmizin en güzel örneği olan ve “Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i” mısrâında kendisine gönderme yapılan segâh tekbîr, câmi mûsıkîsinin şâheserlerinden kabûl edilir. Itrî’ye âit olarak mecmuâlarda kaydedilen bütün şiirler kendisine âit olmasa ve bu mahlasla başka şâirler bulunsa bile yine Yahya Kemal’in revnaklı kalemi kendisinden pek çok eserin bize intikâl etmemiş olabileceğini dillendirir: “Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader / Belki binden ziyâde bestesini, / Bize mîrâsı kaldı yirmi eser. / “Nât”ıdır en mehîbi, en derini.”

Itrî, erken cumhuriyet dönemi uygulamalarından biri olarak rafa kaldırılan ve millete Garp mûsıkîsini dayatan yanlış inkılâpların 70’li yıllara yansıyan bir tartışmasının da öznesi olmuştur. Bu kavgada, bir bediî zevk meselesi olarak dahi Türk mûsıkîsine tahammül edemeyen Batıcı millî şuur düşmanlarının hedefi hâline gelen Itrî, büyük Türkçü Nihâl Atsız Bey tarafından savunulmuş ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Salonunda, 1971 yılının Aralık ayında bir geceyi “Itrî Gecesi” adıyla Türk mûsıkîsi konserine tahsis eden Kültür Bakanlığına saldırarak millî kültürü ve Itrî Efendi’nin şahsında tek sesli Türk müziğini aşağılayan Suna Kan’a, “Bu dünyaya bir Suna Kan gelmeseydi Türk milleti hiçbir şey kaybetmezdi. Gitmesiyle de kaybedecek değildir. Çünkü, o nihayet usta bir çalgıcıdır ki kendisinden daha usta olanlar da vardır. Fakat dünyaya bir Itrî gelmeseydi Türk ırkının müzik yönü bugünkünden biraz daha aşağıda kalacaktı. Çünkü o, gerçek sanatkâr, yani bestekârdı (…) Suna Kan’ın hücumlarına rağmen de Itrî tarihteki yerini almıştır, yıkılmaz. Hafif keman yayı ile vurarak üç yüzyıllık taş anıtı devirmeye imkân yoktur. O, millî ruhtan bir parçadır ve Türk ırkı yaşadıkça dimdik ayakta duracaktır” sözleriyle çok sert bir yanıt vermiş ve Itrî’nin bizim için ne ifâde ettiğini en beliğ ifâdelerle ortaya koymuştur.

Itrî, Yahya Kemal’in diliyle,  “Tâ Budin’den Irâk’a, Mısr’a kadar, / Fethedilmiş uzak diyarlardan, Vatan üstünde hür esen rüzgâr”ların, bütün baharlardan ses götürdüğü, bizi toplayan bir dehâ, “Yedi yüz yıl süren hikâyemizi” ihtiyâr çınarlardan dinlemiş, millî târihimizin ulularındandır.

Göktürk Ömer

Nabi kimdir?

Türk edebiyâtının, 17. asırda yaşamış,  asıl adı Yusuf olan ve eserlerinden, ilim yolunun sâliki ünlü bir âileye mensup olduğunu öğrendiğimiz Urfa doğumlu büyük şâiri. (IV.) Mehmed’in saltanat döneminde (1648 – 1687) İstanbul’a gelmiş ve Musâhib Bozoklu Mustafa Paşa’nın himâyesiyle dîvân kâtibi olmuştur. 1678-79’da hacca giden Nâbî, yolculuğunu Tuhfetü’l Haremeyn adlı eserinde mensur olarak anlatmıştır. Ayrıca Türkçe Dîvân’ının hâricinde, eserleri arasında, Lehistan’daki Kamaniçe kale şehrinin 1672’deki fethine dâir yazdığı Târih-i Vekâyi-i Kamaniçe ile Veysî’nin Dürretü’t-tâc fî sîreti sâhibi’l-mi‘râc’ına yazdığı zeyl ve sonraları kendi zeyline yazdığı zeyl (Zeyl-i Zeylü’n-Nâbî) gibi mensur târih kitaplarıyla, Molla Câmî’nin Kırk Hadis (Hadîs-i Erba’în)’inin serbest bir şiir çevirisi de yer alır.  Nâbî, hac dönüşünde Musâhib Mustafa Paşa’nın kethüdâsı olmuş, onun ölümünden sonra 25 yılını geçireceği Halep’e gitmiştir. Mâiyetinde bulunduğu Halep Vâlisi Baltacı Mehmed Paşa’nın ikinci defa sadrâzam nasbedilmesi sâyesinde tekrar İstanbul’a gelerek burada darphâne emîni, Anadolu muhasebecisi, süvâri mukâbelecisi gibi memuriyetlerde bulunmuştur. Bu geliş, şâir Sâbit tarafından “Yükledüp tâze kumâş-ı Haleb-i ma’nâyı / Geldi İstanbul’a şehbender-i mülk-i irfân” mısrâlarıyla kutlanmış, Nâbî, “İrfân ülkesinin şehbenderi” olarak tebcil edilmiştir.

Nâbî’nin Osmanlı şiirinde kendisine has özelliği, bilhassa oğluna mesnevî tarzında yazdığı nasihatleri içeren Hayriyye adlı eserinde göze çarpan hikemî/felsefî anlatımı ile didaktik/öğretici tarzıdır. Şiirlerine atasözlerini uygun şekilde yerleştirmek konusundaki ustalığı, 15. asır şâiri Necâtî’yi andırır. Yaşadığı devrin ekâbiri arasında şöhretli ve şâirler içinde mümtaz bir yeri olan Nâbî, “Şeyhü’ş-şuâra” unvânıyla anılmış, muakkipleri içinde Koca Râgıp Paşa gibi şâirler bulunmuştur.

Kabaklı’nın, Dîvân edebiyâtının en toplumcu şâiri olduğunu belirttiği ve bu yanıyla Rûhî’ye benzettiği Nâbî’nin, onun aksine, sâkin, kararlı ve ağırbaşlı bir tenkidci olduğunu da kaydetmiştir. Bu yanıyla kuvvetli bir heccav da olan Nâbî, 17. asır Osmanlı toplum hayâtının türlü unsurlarına yönelik eleştirilerini hicivleriyle dillendirmiştir. Mevkî ve makam düşkünlerine “Sana ey câh-perest el yumaga âlemden / Miski sâbun ile simin legen ibrik gerek”, samimiyetsiz sofulara “İhlâsun olmayınca hudâvend-i âleme / Ey zâhid-i ġabî ne oķursun namazda” gibi mısrâlarıyla yüklenirken, câhilleri, kişisel zaafları ve kendi nefsinin hatâlarını da diline dolamaktan imtinâ etmemiştir. Şâir, aynı zamanda müdânaasız bir insandır. Halep’teyken gadre uğrayıp oturduğu ev elinden alınınca söylediği düşünülen, “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz / Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz / Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde / Bir hezârân mest-i mağrûrun humâın görmüşüz” mısrâları, bu vâdideki en meşhûr sözleridir.

Ölüm ânında, “Nâbî be-huzûr âmed” mısraıyla kendi irtihaline târih düşürdüğü rivâyet edilen Nâbî’nin mezarı, Karacaaahmet’tedir.

Göktürk Ömer