Seküler Müslüman Yaşam Olur Mu?

Kur’an-ı Kerim’in 103. Suresi zamana yemin ederek başlar. Zaman önemli bir kavramdır. Her şey zaman içinde gelişir ve değişir. Zamanın kontrolünün elimizde değil bunu biliyoruz. Bu yüzden yaşadığımız her an bir öncekinden daha dolu ve değerli olmalıdır. Oysa bizler, her şeyin hızla değiştiği; değişirken de değer kaybettiği bir “zaman” diliminin içerisindeyiz. Değişim olmamalıdır demek gibi bir lüksümüz yok, değişim olmalıdır ve olacaktır.  Burada dikkat edilmesi gereken “ölçü” kavramıdır. Biz Müslümanlar İslam’ın “ölçüye” verdiği önemi unutarak sürdürmekteyiz hayatlarımızı. Ölçünün kaçması, eksik veya fazla, erken veya geç yaşanan olaylar ile değişm ve gelişmeler bir ölçü içinde yaratılmış olan alem ve insana ters gelmektedir.  Böylece maddi ve manevi olarak her şey değerini kaybetmekte, içi boş birer söz olarak kalmaktadır. ‘Kelimeler semboldür, asıl olan manadır.’ Ve maalesef ki günümüzde içi boşaltılmış semboller yığınıyla uğraşmaktayız.  Burada kelimelerin değersiz olduğunu değil hak ettiği değerin verilmediğini söylemek, insanların içinde bulunduğu bilinçsizlikten bahsetmek istiyorum.

 İslam’a -yani dinimize-, dinimiz derken ne kadar bilinçli bir şekilde sahipleniyoruz? Günümüzde dindarlık; çevreden gelen, geleneksel olmuş, anne ve babadan bilinenlerle yaşanan hayat tarzı durumunda. Neyi neden yaptığını bilmeyen insanlar, karşılarına gelecek en ufak sorgulamada durup bir şey söyleyemiyorlar.

Modernleşen, ilerleyen dünya, bireyi kendi iç dünyasından uzaklaştırırken aynı zamanda en büyük zararı onun maneviyatına veriyor. Bu çağ, maddi hazları ön planda tutan bir çağ.  Bu maddi hazlar, kalbimizin üzerini kaplayan dikenler gibi; kalbimize ulaşmamız, İslam’ı hak ettiği gibi yaşamamız, yansıtmamız konusunda bize engel olmakta. Yani “hüsranda”yız. İslam’ı hissetmeden ve yaşamadan anlatmak, yeterli bir durum olmayacağı gibi korkunç derecede insanın kendisiyle çelişmesidir.

XXI. asırdayız ve kendimi bildim bileli %99’u Müslüman olan bir ülkede yaşadığımız iddia ediliyor. Sokağa çıktığımızda karşılaştığımız insanların büyük bir kısmı “ (elhamdülillah) müslümanım” cevabını verecektir şüphesiz. Bu cevaptan sonra kişinin Müslüman olmadığını söyleyemeyiz. Kalplerde olanı yalnızca Allah bilir. Ancak merak edebiliriz, üzerinde düşünebiliriz; %99’u için Müslüman diyebildiğimiz bu toplumda neden hırsızlıklar, yalanlar, iftiralar, gayri ahlaki olaylar, faiz, rüşvet, haram para, kumar, cinayetler ve sair fazlaca gündeme gelmekte? Müslüman olduğunu iddia eden insanlar, nasıl namazlarını bitirir bitirmez dedikodu yapabiliyorlar, biraz daha fazla para kazanabilmek için haram yollara başvuruyorlar, Müslüman kardeşleri öldürülürken televizyondaki haberleri hiçbir şey hissetmeden film gibi izleyebiliyorlar?   Pek çok cevap verilebilir. Verilebilecek cevaplardan biri de basitçe : Bilinçsiz bir şekilde yaşamak olacaktır. Kelimelerin içi bilinçsizlikle boşaltılır.

 En baştan başlayalım düşünmeye. Müslümanım diyen bir insan, neye, ne kadar ve ne için inandığının farkında mıdır? Müslümanım demekle neyi kastettiğini biliyor mudur? Biz biliyor muyuz Müslüman olmanın ne demek olduğunu?

Kelimeleri kısaca inceleyecek olursak;

 İslam: Teslimiyet anlamına gelir. Müslüman ise teslim olan kimse demektir. Allah’a teslim olmak açısından tüm varlıklar ona teslimdir, bu zaruri Müslümanlıktır. Ancak bu zaruri Müslümanlık iradeye ve bilgiye dayalı olursa değer kazanır.

“اللَّهُ إِلَّا إِلَهَ لَا أَنَّهُ فَاعْلَمْ” Bil ki Allahtan başka ilah yoktur.                 

(Muhammed/19)

Yukarıda verdiğimiz Muhammed suresi 19. ayette de ilk aşama “BİL” kısmıdır. Teslim olmadan önce kişinin neye teslim olacağını bilmesi gerekir. Taklidi seviyede kalarak değil, tahkiki bir iman oluşması için bilmek önemlidir. Kelime olarak bilmek değil, kelimenin özünü kavrayarak bilmek gerekir doğru bir yaşayış için.

Allahtan başka ilah yoktur demek; Allahtan başka hiçbir şeyi ilah konumunda kabul etmemek, Allahın hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmemektir.

İşte bu bilincin kavranması gerekiyor. Sözde kalmamalı; hem mana anlaşılmalı hem de kişinin kendi hayatına yansımalıdır. Sadece akılla değil, kalp ile de bilinmelidir. Kalp ile bilmek; ilgi ile başlayan bilme sürecinin aynı zamanda muhabbete dönüşebilmesidir.

Bildiklerimizi yaşamamız, dinimizi en güzel biçimde temsil etmemiz gerekir. Bunun için ise önce kul olmak yani Allah’ın iradesine teslim olmak gerekir. Allah’ın iradesine bilinçli bir şekilde teslim olmadığında kişi kendi çıkarlarının temsilcisi olur. Bilinç, insanın nefsi ile savaşırken kullanacağı bir silahtır da diyebiliriz. Burada Hz. Ömer’in sözü aklıma geliyor “Dininizi iyi öğrenin, yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz.” Adalet timsâli Hz. Ömer’in bu vechiz sözü, bilincin bir müslüman için ne derece bir önem arz ettiğini belirtmesi bakımından ehemmiyetlidir.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl, inancına göre yaşayanlar değil de yaşadığını inanç olarak belirleyenlerle dolu. Bu durum büyük ölçüde kişinin kendi çıkarlarına göre hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Yusuf İslam “Müslümanlara baksaydım Müslüman olmazdım.” sözü beni fazlasıyla düşündürüyor. Müslümanların teslimiyetten uzak olan yaşantısı İslam’ın yanlış tanınmasına yol açmaktadır.  Müslüman’ım diyen bir insan hayat tarzına dönüp bir bakmalı, kendisini sorgulamalı ve yazımızın başlığında belirttiğimiz gibi aynada kendini görmelidir. Dini ne kadar yaşıyor? Kur’an ne kadar hayatında? Hz. Peygamber’i ne kadar örnek alıyor? Bu gibi her müslümanın kendisine sorması elzem olan soruları kendisine sormalıdır, yani sadece lafta kalmamalıdır. Çünkü lafta kalan Müslümanlık , Müslüman kelimesinin vermesi gereken teslimiyet ruhunu yok etmiş bir Müslümanlıktır.

Bugün İslam dünyasının toparlanması, Müslüman bireylerin kendine çeki düzen vermesiyle başlayacak. Bir şeyler yapmalıyız artık diyenler değil, neden bu yolda olduğunu bilenler, bilinçli bir şekilde bir şeyler yapanlar İslam dünyasını toparlayacaktır ve kendini geliştiren bireylerle gelişmiş bir toplum oluşacaktır.

İlk emri “Oku!” olan teslimiyet dininde, elbette ki kulların okuması -çok okuması-, Yaratan Rabbin adıyla okuması, araştırması, düşünmesi ve sorgulaması özetle bilinçli olması beklenecektir. Bilhassa dinin doğru anlaşılması ve yaşanması ile düzenli bir toplumun oluşması ilim öğrenmek ile olacaktır. İlim öğrenmek ise kadın-erkek her müslümana farzdır.

Bilinçli ebeveynler, bilinçli çocuklar yetiştirir. Bu durum bilinçli nesillerin habercisidir. Eğitimin ve özellikle de din eğitiminin temeli ailede başlar. Dünyevî ve dini ilimlerin bir arada birbirleriyle ilişkileri açıklanarak aktarılması, anlaşılması gerekir. Dini hükümlerin doğru ve eksiksiz bir biçimde uygulandığı, ahlaki emir ve yasakların uygun bir şekilde yaşandığı ailede büyüyen çocuk ancak bilinc sahibi olacaktır ve kendisine söylenen sözlerin manasını da kavrayacaktır.

Aileden sonra ise ikincil olarak kişiyi/bireyi sosyal çevresi etkiler. Ancak küçük yaşlarda oluşturulan sağlam karakter ve doğru din algısı kişinin bilgi ve imanının koruyucusudur. Böyle yetiştirilen kişi hızla geçen zamana yenik düşmeyeceği gibi çevresi için eşsiz bir nimet olarak da görülebilecektir. Bu sebeple bağlı bulunduğu toplum ve sosyal çevresindeki parazitlerden menfi manada etkilenmeyecektir. Çevre tarafından etkilenen değil çevresini etkileyen olacaktır.

Bilerek, bilinçli bir şekilde iman eden, iman ederek Salih amel işleyen, Salih amel işleyerek hakkı ve sabrı tavsiye edenler hüsran içinde olmayanlardır.  Hüsran içinde olmayanlar ise Asr suresinde işaret edilen “müstesna” kimselerdir.

Peki biz Asr suresindeki “müstesnalar”dan olabilecek miyiz?

Fatıma Güner

Evrensel Ortak Kültür

Kültür, esas itibârı ile bir çok farklı tanım ile açıklanılmaya çalışılan bir kavram olsa da, sosyologlar ve kültür bilimciler genellikle kültür kavramı için bir milleti oluşturan maddi ve manevi bütün değerler ile kültür kavramının sınırlarını çizerler.

Kültürü oluşturan maddi ve manevi değerler ise, özellikle bir milleti oluşturan bütün dinamikleri kapsamaktadır. Kültürü oluşturan esas unsurlar milletlerin dil, tarih, inanç başta olmak üzere kendi bireysel ve özgün tecrübeleridir. Bu sebeple de yeryüzünde varlık gösteren ve hayat alanı bulmuş her etnik unsurun kültürü özgün ve farklıdır. Milletlerin karakteristik yapısı, geçirdikleri tarihi tecrübe, yaşadıkları coğrafya vs. gibi bir çok husus milletlere özgün bir kültür kazandırmıştır. İslâmiyet başta olmak üzere bir çok semavi din ve inançlar da toplumların sahip oldukları farklı kültürlere dikkat çekmiş ve bu farklılıkları zenginlik olarak görmüş ve adlandırmıştır.

Tarihi süreç içerisinde modern dönemlere kadar insan topluluklarının birbirleri ile etkileşimi sınırlı olmasından dolayı, farklı kültürlere sahip toplumların karşılaşmaları ve kültürel alışverişte bulunmaları kısıtlı idi. Fakat modern dönem ile birlikte özellikle insan topluluklarının birbirleri ile olan etkileşiminin artması, iletişim olanaklarının çoğalması, farklı kültür ve geleneklerin karşılaşmasını ve birbirlerini etkilemesini sağladı. Bu durum ise sosyolojik olarak kültür etkileşimi dediğimiz olguyu meydana getirdi.

Kültürler arası etkileşim esas itibârı ile bütün insanları kapsayıcı ve kuşatıcı olması bakımından herhangi bir sorun oluşturmaksızın, her topluma yeni değerler ve kazanımlar sağladı. Etkileşim içerisinde olan topluluklar olumsuz yönleri olmakla birlikte ağırlıklı olarak birbirlerini olumlu şekilde etkilediler. Her topluluk kendi tarihi tecrübesi, kendi imkanlarını ve yarattığı maddi ve manevi unsurları farklı insan toplulukları ile paylaştı ve kültürel zenginlikler oluşmaya başladı. Her millet başka milletlere bir çok kazanç sağladı.

İnsan topluluklarının tarihi süreçteki bu etkileşimleri, o toplumlar için kendi öz kültürlerini ve geleneklerini kaybetmek ve kendi özüne yabancılaşmak gibi bir durumu asla söz konusu etmedi. Çünkü etkileşimin sağladığı kültürel zenginlik ve yeniliklere yâni kazanımlara karşılık her toplum kendi öz kültür ve geleneklerini bir şuur ile taşımaya devam ettiler. Kendi geleneksel kültürlerini kendi nesillerine miras bıraktılar. Bu sebeple bu etkileşim kültürel yozlaşma ve yabancılaşmayı doğurmadı.

Aydınlanma” ve “Sanayi Devrimi” gibi tarihi süreçleri meydana getiren ve alt yapısını hazırlayan zihinlerin yarattığı “emperyalizm” ve “kapitalizm” gibi kavramlar tamamı ile insanlara yönelik bir proje olarak evrensel bir ortak kültür oluşturma süreci içerisinde işledi. Özellikle sömürgecilik faaliyetleri dünya üzerinde ortak bir kültür oluşturmak için gerekli zemini hazırladı.

Yukarıda bahsini etiğimiz “Emperyalizm” ve “Kapitlaizm” telakkisi, dünya üzerinde yaşayan birbirinden kültür ve inanç bakımından farklı olan bütün insan toplumlarını ortak bir kültür ile birleştirdi. Yazımızın en başında ifâde ettiğimiz toplumlar arası kültürel farklılık yâni zenginlik ortadan kayboldu.

Emperyalist” ve “Kapitalist” felsefe ve politikalara sahip olan köklü aile ve devletler evrensel kültürü bir proje olarak geliştirdiler ve dünya üzerinde tek hakim bir kültür oluşturmak için gereken bütün şartları sağladılar. Ortak kültür aynı zamanda “ortak bir pazar” demektir; fakat bahsini ettiğimiz mâlum devlet ve ailelerin ortak kültür ile sahip olmak istedikleri asıl kazanç sadece ekonomik kazanım değildi. Asıl tutkulu bir şekilde sahip olmak istedikleri şey Dünya üzerinde yaşayan bütün insanları kendi istedikleri şekilde kendi politikaları ile yönlendirebilmekti. Bu nedenle evrensel, ortak bir kültür oluşturdular. Çünkü bütün insanların ortak bir kültüre, ortak bir bilince sahip olmaları demek onları rahatlıkla yönlendirilebilir ve kontrol edilebilir kılmaktaydı. Farklı kültür ve farklı şuurda olan toplumları topyekun yönlendirmek kolay değildir.

Farklı kültür ve bilinçteki toplumları yönlendirmek için her toplumun ihtiyaçlarını, tarihi tecrübelerini, psikolojik ve sosyolojik durumlarını iyi bir şekilde bilmek ve tanımak gerekmektedir. Dünya üzerinde birbirinden farklı din, kültür ve insan toplumu olması hasebiyle bu kadar çok farklı kültürü yönlendirmek kolay değildir. İşte bu nedenledir ki evrensel bir kültür oluşturularak bütün insanlar, bütün toplumlar tek tipleştirildi. İnsanların milliyeti, yaşadığı coğrafya farklı olmasına rağmen sahip oldukları kültür, yaşadıkları kültürel hayat aynı oldu. Artık bugün Doğu ve Batı arasında ciddi kültürel farklar bulmak mümkün değildir.

Bir Çinli’nin canı kurufasulye çekmez, bir Türk’ün canı da herhangi bir Çin yemeği çekmez; fakat Türk’ün de, Çinli’nin de iştahı “hamburger” ve “pizza” çekebilir. İşte bu tahlil, yukarıda ifâde ettiğimiz gerçekliği açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Evrensel yâni ortak kültür bizi tek tipleştirip, kendi özgün kültürel değerlerimizden koparıp kolay ve rahat yönlendirilebilir bir toplum hâline gelmemizi sağlamıştır. Biz toplum olarak mâalsef küresel sistemin söz sahiplerinin ve dünyanın sayılı köklü zengin ailelerinin oyuncağı haline geldik. Bizi adeta bir robot gibi programlanabilir bir hale getirdiler. Sosyolojik ve psikolojik dinamiklerimizle oynadılar ve oynamaya da devam ediyorlar.

Yukarıda vurguladığımız tehlikeli durumdan kurtulmak yâni kolay yönlendirilebilir ve kontrol edilebilir bir millet olmamak için yapmamız gereken şey kendi özümüze, kendi tarihi tecrübemize, maddi ve manevi değerlerimize dönmemiz ve kendi kültürel kodlarımıza sahip çıkmamız gerkmektedir.

Sadece ve sadece milli ve bizden olana taraf olmalıyız. Dil ve tarih başta olmak üzere bütün kültürel mirâsımızı sahiplenmeli ve gelecek nesillerimize aktarılması için hassasiyet göstermeliyiz. Bu durumun ciddiyetinin farkında olup gerekli bütün tedbirleri devlet ve millet olarak almak zorundayız. Devletimiz gerekli politikalar ile önlemler almalı, eğitim kurumlarımızda milli kültürümüzün yaşaması ve devamlılığı için gerekli eğitim verilmelidir. Verilecek bu eğtimi sağlamak  aynı zamanda her bir bireye, ailelere ve toplum olarak hepimize bir görev olarak düşmektedir. Bu durum bizim milli felsefemiz olmalıdır. Bizim milli davamız ve meselemiz olarak her zaman gündemimizde olmak zorundadır.

Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner

Yaratılmış Bir Kompleks “Öteki”

Fobi” kelimesi lugat mânası itibarı ile: belirli durumlar karşısında insanın kapıldığı korku, baskı ve kaygılı bir psikolojiyi ifade etmektedir. Tarih boyunca insanlar, kendileri için doğal bir tehdit olarak gördükleri ve yarattıkları “Öteki”yi kavram olarak fobi ile nitelendirmişlerdir. Nitekim “fobi” kavramı özellikle psikolojik ve sosyolojik bir çok çalışma ile derinlemesine incelenmiş, sebepleri ve beslendiği kaynaklar anlaşılmak istenmiştir.

İnsan toplulukları ve özellikle de bu toplulukların meydana getirmiş oldukları devlet müessesesi tarih boyunca kendi meşruiyetini elde etmek ve kendisine bir hayat alanı yaratmak, özelliklede bu alanı korumak için bir ötekine ihtiyaç duymuş ve ötekini yaratmıştır. Birey ve toplulukların esas itibarı ile yarattıkları öteki genellikle kendi soy, din, kültür ve bilinçten olmayan bir ötekidir.

İnsan toplulukları hâricinde de özellikle semavî veya beşerî dinler de kendi meşruiyetlerini sağlamak, kendi felsefelerini daha yaşanabilir kılmak ve diri tutmak için bir öteki yaratmış ve kendisinin bu ötekiye karşı maddi ve manevi alanda koruyacak olan temel altyapıyı hazırlamıştır.

Yaratılan bu öteki, milletlere ve devletlere kendi inanç ve kültürleri başta olmak üzere bir çok değerlerini yaşatabilmek, nesiller boyu aktarımını sağlamak ve milletlerin hafızasını diri tutmak için en önemli araç olmuştur. Tarih boyunca devletlerin iç ve dış politikaları ekseriyetle yaratılan ötekiyi göz önünde bulundurularak oluşturulmuş ve halen daha oluşturulmaktadır.

Dünya tarihi “Eski Kadim Yunan”dan itibaren “Doğu” ve “Batı” olarak iki alternatif medeniyet ve ruh olarak kabul edilmiş, özellikle de birbirinin alternatifi olan bu iki ayrı medeniyet kendi meşruiyetini sağlamak ve egemenliğini tanımlayabilmek için bir diğer medeniyeti öteki olarak tasavvur etmiştir. Ötekileştirme ve öteki yaratma psikolojisi insanoğlunun kadim varlığından itibaren doğası gereği var olmuş ise de devletler ve milletler nezdinde yukarıda ifade ettiğimiz gibi “Eski Yunan”dan itibaren gelişim göstermeşitir.

Eski Yunan” ve “Makedon Krallıkları”, Doğulu toplum olan “Persleri” ötekileştirdiği gibi İranlı Persler de Yunan ve Makedon devletlerini bir öteki olarak tanımlamıştır. Özellikle bu devletler mevcut politikalarını bu öteki kavramı üzerinden inşaa etmiştir. Her medeniyet kendi medeniyetini üstün ve yüce gördüğü gibi, ötekileştirdiği medeniyet ve devleti ise alabildiğine aşağılamış ve barbar olarak nitelendirmiştir. Öteki’ne ait ögrdüü bütün değerlere karşı açık bir manipülasyon siyaseti izlemiştir.

Nitekim Fransız edebiyatının ünlü yazarı “Dante”, kaleme aldığı “Divina Commedia/İlahi Komedya” adlı eserinde, “Hz. Muhammed”i cehennemin en alt katmanında bulunan bir yaratık olarak kurgulamıştır.

Nitekim, “Avrupa Tarihi” için ötekileştirmenin tarihi de diyebiliriz. Çünkü Avrupa, tarih boyunca sürekli ötekileştirmenin merkezi olmuştur. Bu ötekileştirme zaman zaman siyasi birliktelikler ve anlaşmalar da meydana getirmiştir. Bu siyasi birlikteliklerden en önemlisi bugün dağılmaya yüz tutmuş olan “Avrupa Birliği”dir. Avrupa birliği esas olarak tamamı ile müşterek zihniyet ve ruha sahip devletlerden oluşmaktadır. Bu devletler kendi içerisine bir bütün, kendi dışında ise tamamı ile ötekileştiren bir çizgidedir. Birliğe dahil olmayan devlet ve toplumlar bu birliğin politikaları ile ötekileştirilir ve Dünya siyâsetinde yalnızlaştırılır.

İnsanoğlunun varlığı ve kadim devletler ile başlayan öteki ihtiyacı ve ötekileştirme politikası asıl zirve noktasını “İslamiyet”in yayılması ve “Hz. Muhammed”in risâleti ile bulmuştur. Batı, yükselişe geçen ve parlak dönemler yaşayan İslam medeniyetini, bu  dönemde aşağılamış ve barbar olarak nitelendirdikleri Müslümanlar ile maddi ve manevi mücadeleyi kendisine vazife edinmiştir. Bu ötekileştirme aynı zamanda Batı’ya, yarattığı düşmanına karşı üstün olmak için her alanda hızlı bir çalışma temposu sağlamıştır. Nitekim “İslam Medeniyeti”ni ötekileştiren Batı’ının asıl kazanımı modern dönemde elde ettiği  sosyal, siyasi ve ekonomik alandaki üstünlük olmuştur.

Temelleri “Ortaçağ Avrupası”na kadar giden ve bugün âdeta yükselen İslamofobi ve Türkofobi âdeta Batı’nın yaşaması için gerekli olan bir kan gibidir. Batı yarattığı öteki olan İslam ve Türkler aleyhine bilimden sanata, edebiyattan sosyal yaşantıya kadar her alanda aşağılayıcı bir tutuma tarih boyunca sahip olduğu gibi aynı geleneği bugün bütün imkanları ile daha fazla olarak devam ettirmektedir.

Öteki’nin ortaya çıkmasının bir çok sosyal, siyasi ve ekonomik nedenleri olduğu âşikar. Fakat bunların da dışında milletlerin zihinlerinde olumsuz bir öteki oluşturmalarının sebeplerinden birisi de milletlerin tarihi tecrübelerinde yaşadıkları ezilmişlik psikolojisi ve travmatik olaylardır. Özellikle “İslam Medeniyeti”nin uzun yıllar Batı karşısında sahip olduğu üstünlük  Osmanlı Türkleri ile beraber zirve noktasına ulaşması “Batı” için bir ezilmişlik psikolojisine sebebiyet verdi. Bu piskolojinin yarattığı travmatik durum Batı’nın toplum olarak bütün katmanları ile ezilmişlik duygusuna kapılmasını sağladı.

İslam Medeniyeti, “Kuran kelâmı” dolayısı ile soy, kültür ve tarih vs. gibi bir çok farklılığa zenginlik gözü ile baktığı için Müslümanlar için bir öteki hiç bir zaman var olmamıştır. Gaza, Cihad ve Fetih politikası ve inancı dolayısı ile “küffar ve kafir” gibi bir öteki tanımı Müslüman zihinde oluşmuş olsa da bu öteki, Batı özellikle de Avrupa’nın sahip olduğu gibi tamamı ile yok eden, tanımayan ve aşağılayan bir öteki asla değildir. Nitekim Müslümanların feth ettikleri yerlerde yaşayan gayr-ı müslümleri her zaman barış ve refah içerisinde yaşatmış ve Müslüman sosyal devletin tüm olanakları, faydalanmaları için onlara tanınmıştır. Hatta Müslümanlar ile hemen hemen eşit düzeyde haklara sahip olduklarını ve Müslümanlar ile birlikte barış içerisinde asla aşağılanmadan yaşadıklarını biliyoruz.

Müslüman Medeniyeti’nin bu tutumuna rağmen Batı,  yarattığı barbar ötekini tarih boyunca her zaman bir gelenek olarak taşımış ve nesillerden nesillere aktarmıştır. Batı’da “İslamofobi ve Türkofobi” bir hayati gereklilik gibi nesiller boyunca aktarılmaya devam etmektedir..

Batı’nın inşaa ettiği bu olumsuz öteki imajı, zaman içerisinde Batı toplumlarında bir komplekse dönüşmüştür. Yaratılan öteki bugün Batı için tamamı ile bir kompleks durumdur. Dolayısı ile bu kompleks neticesinde Batı her alanda Müslümanlar özellikle de Türklere karşı nefret kusmaya onların yaşam haklarını ellerinden almaya devam etmektedir.

Meşhur bir darbımeselimizin dediği gibi “her şey zıttı ile kaimdir”, yâni kendisi için bir ötekiye sahip olan ancak vâr olabilir.

Sonuç olarak şunu ifâde edebiliriz: Müslümanlar için kaynaşma ve tanış olma vesilesi, farklılık ve zenginlik olan öteki, Batı ruhu ve zihni  için barbar ve kötü bir ötekidir..

Tarihçi ve Felsefeci: Umut Güner