Türk Müslümanlığı ve Türk Dinî Tarihçesi

Türk Müslümanlığı olgusunu ele almadan önce ilk olarak ifâde etmemiz gereken husus bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğudur. İslamiyet’in farklı bir formu olarak asla ve asla  algılanmamalıdır. Çünkü esas itibarı ile Müslümanlık/İslamlık her şeyi ile tamam olmuş, sabit bir inanışı ifade etmektir. Bu inanışın temel hususları yâni Kur’an kelamı ile sabit ve nettir. Türk Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı gibi tanım ve kavramsallaştırmalar yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi sosyolojik bir tespittir. Bu tespit birey ve toplumların psikolojileri ve karakterlerinin sosyal, ekonomik ve siyasi olmak üzere belirli şartlar sonucunda oluşturdukları inanç şekillerini tanımlamak için kullanılmaktadır.

Türkler tarihleri boyunca gerek yaşadıkları coğrafya gerekse ilişki ve temas içerisinde oldukları komşu kavimler ile konar göçer bir sosyolojik yapıya mensup olmaları hasebiyle bir çok farklı kültür, inanç ve değerleri tanımış ve görmüştür. Özellikle de konar-göçerlik dolayısı ile farklı coğrafyalar; farklı insan toplulukları ile karşılaşılmış ve bu topluluklar ile kültürel alışveriş içerisinde olmuşlardır.

Türklerin İslamiyeti kabulüne kadar, Türk milleti için tarihi realite göz önüne alındığı zaman genel geçer sabit ve kabul görmüş bir dinî inanıştan bahsetmek asla mümkün değildir. Çünkü Türklerin inanç tarihleri zaman, şartlar, siyasi olaylar ve ticari ilişkiler nedeni ile zaman zaman farklılık arz etmiştir. Bunun yanı sıra bilhassa girift bir yapıdadır.

Özellikle İslam öncesi dönemde konar-göçer bir toplum olmaları dolayısı ile totemcilik, bir takım tabiat kültleri(atalar, yer ve gök, doğa olayları vb.) ile şamanî ritüeller benimsenmiştir. Tarih literatüründe yanlış bir tanım olarak Türklerin inanç durumu “şamanizm” adı altında tanımlanmış ise de Şamanizm bir din değil sadece ritüel ve inanış şeklini ifâde eden bir kavramdır. Özellikle “kam” adı verilen şamanî önderlere ait ritüeller Türkler tarafından inançlarını yaşayış ve ifâde ediş şekli olarak kabul görmüştür.

Türkler, İslam öncesi dönemde yaşadıkları coğrafyanın kozmopolit yapısı, Ön Asya ve Orta Asya’daki misyonerlik faaliyetleri ile siyasi ve ekonomik sebepler dolayısı ile eski dinî gelenkleri yanı sıra Maniheizim, Budizim  gibi Asya inançları ile az da olsa Hıristiyan ve Musevi(Karaylar/Karaim) inançlarının da etkisinde kalmışlardır. Fakat bu yeni ve farklı inançları benimseyen Türklerin aynı zamanda eski dinî inanç ve geleneklerini devam ettirdikleri de görülmektedir.

Türkler yeni karşılaştıkları inanç ve ritüellere karşı hoşgörülü olmuşlar, kendi dinamik ve toplumsal değerlerine uygun olan inançları benimsemişler ve önceki inanç geleneklerini de bu yeni form içerisine sokarak devam ettirmişlerdir. Tâbiri caiz ise Türklerin inanışlar karşısındaki karakter yapıları âdeta genel alıcı kan grubu gibidir. Bir çok inanıştan etkilenmiş, eski inanç ve geleneklerini de yeni kalıplara sokarak devam ettirmişlerdir. Bu sebeple İslam öncesi Türk dinî tarihi ve Türklerini dinî için kesin bir adlandırma, belirli ve kesin dinî aidiyet mümkün ve söz konusu değildir.

Kur’an kelamının vayhi ile, özellikle Emeviler döneminde başlayan Ön ve Orta Asya fetihleri ile Türkler zaman içerisinde İslamlaşmaya ve İslami dinî geleneği benimseye başlamışır. Ancak şunu ifade etmeliyiz ki Türklerin İslamlaşması kolay, hızlı ve kısa zamanda olmamıştır. Türklerin Müslümanlaşması bir çok siyasi, ekonomik ve toplumsal faktöre bağlı olarak olumlu ve olumsuz bir çok realiteden sonra uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Türklerin İslamlaşması hemen hemen 18. yüzyıla kadar devam eden bir süreçtir.  Türklerin, İslamiyet ile tanışması, Arap fetihlerinin şiddet içeren karakteri dolayısı ile askeri mücadeleleri de barındıran bir sürecin ürünüdür. Türkler zaman zaman şartlara bağlı olarak bazan münferit bazan ise toplu boylar halinde İslamiyete geçmişlerdir.

Yukarıda Türklerin dinî karakteri hususunda söz konusu ettiğimiz bahislerde Türklerin inanç durumunun yeni din ve inanışlar ile karşılaştıktan sonra benimsemeseler bile eski inanışlarını bu yeni forma sokarak bir şekilde devam ettirdiklerini söylemiştik. Kezâ aynı şekilde Türkler İslamlaşmaya başladıkları dönemde de eski dinî gelenek ve ritüellerini de İslâmi bir form ile yeniden inşâ etmişlerdir. Nitekim bugün dâhi Müslüman Türk toplumunun dinî yaşayış şekilleri ve dinî bilgisi muhtevasında İslâm öncesi bir çok dinî unsur, ritüel ve geleneğin devam ettiği görülmektedir.

Türk dinî tarihi hususunda değinmemiz gereken bir diğer önmeli nokta ise Türklerin İran coğrafyasında İslâmiyet ile tanışmış olmalarıdır. İran coğrafyası tarih boyunca kadim medeniyet ve inançlara ev sahipliği yapmış bir coğrafya olması hasebiyle bir çok farklı kozmopolit inanışların doğduğu yerdir. Bu sebeple Türkler bu coğrafya da İslâmiyetle tanışmış olmaları dolayısı ile Türk – İslam inanışı üzerine İran etkisi göz adı edilmeyecek kadar önemli bir realitedir. Nitekim namaz, oruç vs. gibi bugün dâhi Türkler arasında yaşayan bir çok dinî kavram Arapça değil Farsçadır.

Türk inanç geleneği içerisinde “kam” adı verilen dinî önderler ve yaptıkları ritüelleri, içi kapanık ve münzevi hayat tarzları dolayısı ile Türkler İslâmi dönemde de kam yaşayışına benzer yaşayışı devam ettiren “tasavvufi” ekolleri rahatlıkla benimsemiştir. Tasavvufi gelenek Türkler arasında büyük bir hedef kitlesi yakalamıştır. İslam öncesi dönemdeki kam yaşayışı özellikle İslâmi dönemde evliya, abdal, derviş, kalender gibi adlar ile yaşamaya devam etmiştir.

IX. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmaya başlayan Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da uzun yıllar konar-göçer bir hayat tarzı sürmeleri nedeni ile kitâbî olmayan tamamı ile şifahi yâni sözlü kültüre dayanan bir inanç yaşamışlardır. Türklerin, kitâbî (ortodoxy) olmayan inançları şifahi ve karışık (hetorodoxy) bir durum arz etmektedir. Nitekim yerleşik Türk toplulukları ile konar-göçer Türk toplulukları arasındaki inanç farklılığı tarihi tecrübede derin bir uçurum oluşturmuştur. Bu fark bugün dâhi etkisini göstermektedir. Özellikle konar-göçer Türk toplulukları arasında İslâm öncesi eski dinî gelenek ve ritüellere bağlılık İslâmi formda devam etmiştir. Fakat zaman içerisinde yerleşik yaşayışı benimseyen Türkler daha çok kitâbî yani Kur’an ve sünnet’ten beslenerek medrese ekolleri ile de farklı bir kimlik kazanmıştır. Bu iki ayrımın yarattığı sosyolojik farklılık toplumsal yaşayışta bu iki zümrenin birbirlerine karşı farklı dinî söylemler içerisine girmelerini de sağlamıştır. Ve bu durum askeri ve siyâsi bir çok mücadeleleri de getirmiştir. (Babailer, Şeyh Bedretti vs.)

Türklerin dinî inanışları için zamana ve şartlara bağlı olarak sosyal, siyasi ve ekonomik nedenler dolayısı ile değiştiğini ve farklılık arz ettiğini söylemiş idik. Nitekim Türk tarihinde Türkler, siyasi politikalar hasebiyle zaman zaman din değiştirdikleri veya bazı dinlerin mezhep adı verilen ekollerinin mensubiyetine girdikleri görülmektedir. Nitekim “Büyük Selçukular” döneminde “Şİİ” yayılmacılığına karşılık “sünni ekol” benimsennmiş ve politik menfaat elde edilmeye çalışılmıştır. Şii geleneğin inşa ettiği “ezher” ekolüne karşı, “Nizamiye Medreseleri” inşa edilmiştir. Abbasi halifeliği ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler tesis etmek amacı ile halifeliğin nüfuzu kabul edilmiştir.

Nitekim Osmanlılar’da da Şah İsmail ve Safevi yayılmacılığı ile siyasi politikalarına karşılık sünni ekolü ihya etmeye çalışmış ve karşıt bir siyaset malzemesi olarak kullanmıştır. Devletler dinî mezhep ve ekoller üzerinden derin bir askeri ve sosyal propoganda faaliyeti içerisinda olmuşlardır. İlerleyen zaman içerisinde Osmanoğulları’nın son dönemine doğru özellikle Padişah II. Abdülhamid sahip oldukları halifelik makamının imkanlarını değerlendirmek istemiş ve siyasi politika olarak kullanmayı amaçlamıştır.

Halifeliğin Kasım 1924’te kaldırılması ile artık tamamen inkirâza uğrayan Osmanoğullarının İttihat ve Terakki mensubu bürokratlarının çaba ve mücadeleleri ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Halifeliğin Kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tesisi ile Türk dini tarihinde farklı bir merhale yakalamıştır.

Yeni Cumhuriyet’in üzerine inşa edilen temel felsefesi ve zamanla yapılan inkilaplar ile, Türk milletinin dini formu modern Batı merkezli, seküler ve laik bir çizgiye evrilmiştir. Özellikle iktibas edilen Fransız tipi laiklik anlayışı ile Türk dini tarihi açısından en önemli dönüm ve kırılma noktası yaşanmıştır. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının inşa ettiği laik ve seküler sistem zamanla dini yönden bir çok farklı problemi meydana getirmiştir.

Özellikle Türkçe Ezan başta olmak üzere, daha sonraki süreçte zuhur eden Türban meselesi, Alevilik vs. gibi toplumsal gerginlikler laik ve seküler kadrolar ile muhafazakar ve mütedeyyin camiayı karşı karşıya getirmiştir. Bu dönem ile birlikte Türk toplumunun din anlayışının muhtevası, ruhu ve yaşam formu değişmiştir. İlerleyen süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kamuoyu 21. yüzyıla dini alanında zaman zaman yükselen tansiyonlar ve gerginlikler arefesinde girmiştir. Özellikle 28 Şubat’ın doğurduğu sonuçlar ile öncesinde yaşanan Madımak, Kahramanmaraş vb. toplumsal facialar tansiyon ve gerginlikleri had safhaya taşımıştır.

Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner

Kolonizatör Türk Dervişleri

Kolanizatör Türk Dervişleri” tâbiri merhum tarihçi üstad Ömer Lütfi Barkan’ın meşhur “Kolanizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler” adlı eseri ile tarih ve sosyoloji literatürüne kazandırılmış bir ifâdedir. Müessese ve Medeniyet ile Osmanlı İktisâdı üzerine ihtisas sahibi olan merhum üstad, kaleme aldığı bu eseri ile bir ufuk açmış ve toplum yâni insan, din ve kültür merkezli sosyal tarih çalışmalarına önemli bir bakış açısı kazandırmıştır. Kolanizatör Dervişler tanımı, özellikle Anadolu ve Balkanlar Türk – İslam tarihinin önemli bir dönemini ve bu dönemde gerçekleştirilen Türkleşme ve İslamlaşma faaliyetlerini tam manası ile açıklayan ve ifade eden bir tanım olmuştur.

Selçuklu, daha genel bir ifâde ile Türkmen akınları ve göç faaliyetleri ile başlayan Anadolu Türk tarihi, özellikle başta “Malazgird” ve daha sonra “Miryakefelon” zaferi ile birlikte ileri bir boyuta taşınmıştır. Özellikle bu dönemde Ön Asya yâni İran coğrafyasından Anadolu’ya gelmeye başlayan Türkmen zümreler çoğunlukla “konar-göçer” olmakla birlikte azınlık da olsa İran’ın yerleşik şehirli Türkmen toplulukları da Anadolu’ya gelmeye başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve toplumsal şartlara bağlı olarak zaman içerisinde Anadolu içerlerine yavaş ve sürekli olarak devam eden Türkmen göçleri başta Selçuklu olmak üzere çağdaş diğer Türk Beylikleri’nin devlet politikaları ile de desteklenmiş ve belirli bir düzene oturulmak istenmiştir. Bu dönemde konar-göçer Türkmen zümreler ile şartlara bağlı olarak zaman zaman devlet ve bürokrasi ile ciddi sorunlar meydana gelmişse de bu husus bahs-i diğerdir.

Anadolu’ya bu dönemde başlayan Türkmen akınları öncesi Anadolu’nun genel ifade ile sosyolojik yâni dini, siyasi ve kültürel hafızası Doğu Anadolu’da çounluğu Ermeni, azınlık bir kısım olarak da dağlık bölgelerde yaşayan Kürtler ile başta İç Anadolu ve Ege olmak üzere  Rum yâni Bizanslı Grek Hıristiyan halktan oluşmakta idi. Bu döneme gelinceye kadar Anadolu coğrafyası ilk çağlardan itibaren bir çok devletin hayat alanı bulması, bir çok savaşların bu bölgede cereyan etmesi ve etnisite farklılığından dolayı kozmopolit yapısı nedeni ile oldukça yıpranmış ve harab bir haldedir. Nitekim ilk Türk akıncılarının verdiği bilgiler ile bu bölge Türkler tarafından bereketli topraklardan ziyâde ören, viran ve harab gibi adlar ile tanımlanmıştır.

Konar-göçer” veyahut “göçer evli” olarak ifâde ettiğimiz Türkmen zümrelerin Anadolu’ya başlayan akınları Anadolu’nun çehresinin hızlı bir şekilde değişmesine sebebiyet vermiştir. Özellikle Türkmen zümreler ki ekseriyeti hayvancılık ile geçimini sağlamaktadır. Anadolu’ya gelirken İslâmi dönem ve İslam öncesi döneme ait bir çok dini ve kültürel değerlerini de taşımıştır. Anadolu’ya gelen Türkmenlerin büyük çoğunluğu yerleşik yaşama geçmeye başlamış, yerleşik yaşama geçmeyen ve geçmemekte ısrarcı olan zümreler  ile yerleşik düzen oluşturan Türkler arsından siyasi ve sosyal bir çok olay vukû bulmuştur. Nitekim Türkmen zümrelerinin yerleşik hayat geçmesi başta “Devlet-î Aliyye-î Selçuk” olmak üzere devlet politikası olarakta benimsenmiştir.

Anadolu’da Türkmen göçleri ile birlikte hızlı bir şekilde Türkleşme ve İslamlaşma faaliyetleri başlamıştır. Özellikle yeni şehirler inşaa edilmiş, eski harab şehirler de ihyâ edilmeye başlanmıştır. Nitekim bu dönemde Derviş, Abdal, Ahi vb. sosyal gruplara mensub olan Türkmenler âdeta kılıç fethi değil gönül fethi ile Anadolu’ya hızlı bir şekilde Türk dini, dili ve kültürünü taşımaya ve yaşatmaya başladılar. Bu dönemde bir çok yeni şehirler kurulmuş, han, hamam, kervansaray, imarethane, köprü ve yollar, mescid, hankah, zaviye vb bir çok yerleşik medeniyet unsuru inşaa edilmiş, müslüman ve gayrı müslîm eşit olarak bütün Anadolu halkının istifâdesine sunulmuştur. Derviş ve Abdallar, din alanında Anadolu’da irşat faaliyetlerine başlamışlar, Ahi’ler yerleşik Rum esnaf zümrelerine karşılık Türk esnaf zümrelerini tesis etmiş ve sanâyi alanları kurmuşlardır. Tüm bu faaliyetler devlet politikası ile olduğu gibi aynı zamanda da gönüllü bir şekilde de devam etmştir.

Türkmen zümrelerin bu faaliyetleri tarihi süreç içerisinde uzun yıllar devam etmiş ve Anadolu’daki “Müslüman Türk” varlığını pekiştirmiş ve sağlam temeller üzerine inşaa edilmesinde başat rol üstlenmiştir. Türkmen unsurlarının bu medeniyet olşuturan girişimleri Anadolu’nun o dönemdeki yerli halkı olan başta Rum ve Ermeniler tarfından hoşgörü ile karşılanmış, benimsenmiş ve Türkmenler ile aralarında dostluk münasebetlerinin başlamasını sağlamıştır. Nitekim Bizans’ın otoriter ve saldırgan politikaları karşısında yerli Rum ve Ermeni halkı çoğunlukla Türkmen zümreler arasına yerleşmiş, Türk devletinin himâyesine girmiş ve zamanla çeşitli hizmetlerde de rol almışlardır.

Anadolu’da cereyan eden bütün bu faaliyetler sonucunda Türkmen zümreler ile gayrı müslim zümreler arasında  başta dinî olmak üzere kültürel alışveriş gerçekleşmiş, ortak faaliyetler yürütülmüş, müşterek bir toplumsal hafıza inşa edilmiştir. Bunun neticesinde aynı zamanda Anadolu’da “heteredoxs/heteredoxy” yâni iç içe geçmiş karışık bir görünüm arz eden bir inanç ve kültür birikim de oluşmaya başlamıştır. Müslüman ve gayri müslimler bu dönemde birbirlerini dinî ve kültürel alanda etkilemişler, bir çok hususta kültür aktarımı sağlamışlardır.

Anadolu’da devam eden Türkleştirme ve İslamlaştırma faaliyetleri bu dönemde kaleme alınan veya şifahi/sözlü olarak aktarılan Menakıbnâme, Fütüvvetname ve destanlar gibi bir çok esere konu olmuş ve  başta Abdal, Derviş ve Ahilerin felsefeleri kaleme alınmış ve aktarılmıştır.

Selçuklu inkirâzı ve  Moğolların tahakkümü ile Anadolu’da başlayan siyasi, dini ve kültürel anlamdaki tüm olumsuzluklara rağmen İslamlaşma ve Türkleştirme süreci hızlı bir şekilde devam etmiştir. Bu tarihi izleyen dönem içerisinde Batı Anadolu’ya başlayan Türkmen göçleri ile birlikte daha önceleri Doğu Anadolu ve İç Anadolu’da faaliyet alanı bulan derviş ve ahiler Batı Anadolu’ya doğru bir yayılma göstermişlerdir. Bu süreç ile birlikte Batı Anadolu’da da hızlı bir şekilde Türkmen koloni faaliyetleri devam etmiştir. Medeniyet oluşturan bir çok unsur, Batı Anadolu’ya da aktarılmış ve buradan inşaa edilmiştir.

Batı Anadolu Beylikleri’nin faaliyetleri ve özellikle de Osmanoğulları ile başlayan feth hareketleri neticiesinde kolonizatör diye tâbir ettiğimiz derviş, abdal ve ahiler yeni feth edilen bölgeleri yerleşime açmışlar, Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlamışlardır.  Bu faaliyetlerin had safhada devam ettiği en önemli yerleşim alanları Osmanoğullarının feth hareketleri ile Türklere açılan Balkanlar’dır. Balkanlar’a Anadolu’dan bir çok Türkmen nakledilmiş, derviş, abdal ve ahiler bu coğrafyaya geçerek burada koloni faaliyetleri sürdürmüşlerdir. Özellikle de Osmanlı’nın “istimâlet” yâni hoşgörü politikası ile de bu toprak parçası hızlı bir şekilde Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır.

Türkmen zümreleri ile bir çok dini önderin şenlendirme faaliyetleri ile Balkanlar’da birçok han, hamam, köprü ve yollar, kervansaray, hankah, zaviye, medrese  ve mescid inşa edilmiştir. Bizans’ın menfi devlet politikaları ve âdil olmayan vergi talepleri ile zor duruma düşen Balkan halkları, Türklerin istimâlet politikası ve adil yönetimi ile karşılaşınca zamanla Türk devletinin himâyesine girmiş, Türk din ve kültürünü benimsemeye başlamıştır.

Yukarıda tarihi sürecini ele aldığımız koloni faaliyetleri Anadolu’da inşaa edilen Türk ve İslam medeniyeti mayasının neticesinde Türklerin bu coğrafyada uzun yıllar kalmasını ve başarılı ve sağlıklı devletler inşaa etmesini sağlamıştır. Bugün dâhi bu coğrafya üzerinde yaşam alanına sahip olmamızın ve bir çok askeri faaliyete rağmen bu toprakları elimizde tutmamızın yegâne nedeni tarihi süreçte oluşturduğumuz bu mayadır. Derviş, Abdal, Gazi, Ahi vb. gibi adlar ile anılan gönül erlerinin müşterek mücâdelesi ve sahip olduğu hizmet ruhu dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir ruhtur.

Bugünün küresel sisteminde başta kendi topraklarımız ve sınırlarımız olmak üzere dünya üzerinde güçlü ve dirâyetli bir şekilde sağlam durmamız için gereken şey bu ruha sahip olmamızdır. Toplum olarak bütün benliğimizle bu ruhu bulmalı ve ona sımsıkı sarılmalıyız. Devlet politikaları ile bu ruhu tekrar ihya edecek bir siyaset oluşturmalı, sivil toplum kuruluşları ile de bu faaliyetleri yürütmeliyiz.

Yakıp yıkan değil, geçmişteki medeniyeti inşaa edecek, yeni birer abdal, derviş ve ahiler olacak nesiller yetiştirmeli ve bu ruhu gençlerimize kazandırmalıyız.

Türk-İslam Medeniyeti demek; inşaa, vakıf, hoşgörü ve vicdan temellinde bir felsefeye sahip medeniyettir demektir.

Umut Güner

Medeniyet Kurucu Bir Felsefe: Ahilik ve Fütüvvet

Ahi kelimesinin etimolojisinin ne olduğu hususunda muhtelif görüşler ve deliller sunulmuştur. Bazı araştırmacılar Arapça “kardeşim” manasına gelen “ahi”den geldiği hususu üzerinde dururken; bazı araştırmacılar ise Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügati’t-Türk” adlı eserinde geçen, “eli açık, cömert ve yiğit” gibi anlamlara gelen  Türkçe “akı” kelimesinden geldiği görüşünü dile getirmiştir. Ahi kelimesinin tarihî süreç içerisinde aldığı mana, oluşturduğu kavram ve ruhu göz önünde bulundurulunca bu iki kelimenin birbirinden hiçbir farkı olmadığı aşikârdır.

Nitekim Ahi mensuplarının faaliyetleri ve tasavvufi birikimleri ile ilgili günümüze bilgi aktaran “Ahi Fütüvvetnameleri” ve Ahiler hakkında kayıt tutan seyyahların gözlemleri bizlere ahiliğin beslendiği kaynaklar ve ruhunu oluşturan unsurlar hakkında önemli bilgiler vermektedir.

Ahilik, tamamı ile Türk kültürünün ve inancının ağırlıklı olarak kendi öz kaynaklarından ve az da olsa farklı kaynaklardan beslenerek oluşturduğu bir sistemdir. Sistem İslam inancı ile birlikte, İslam öncesi kadim Arap geleneklerinden de beslenmiştir. Beslenilen bu kaynaklar içerisinde en önemlisi hiç şüphesiz ki kadim Arap “feta” ve “fütüvvet” geleneğidir.

“Feta” Arapların, ahlaki erdem ve hasletlere sahip olan gençlerine verilen bir isimdir. Özellikle toplumsal barış, yardımseverlik ile ticari alanda kalite ve doğruluğu gaye edinen Arap gençlerinin adıdır. Nitekim kökleri “cahiliye dönemine” kadar gitse de, asıl manasını tamamı ile İslam dininin nüzulü ile birlikte bulmuştur ve tamamlamıştır. Bu telakkinin İslam tarihi içerisinde en önemli örnekleri “Hılful Fudul” ve Hz. Peygamber’in kurduğu “Medine Pazarı”dır.

Erdemliler Cemiyeti olarak adlandırılan Hılful Fudul, Hz. Peygamber’in gençlik yıllarında katıldığı bir cemiyettir. Feta denilen yiğit ve erdemli kişilerin bir araya gelerek yeminleşerek oluşturdukları bu cemiyetin esas gayesi toplumda haksızlığa uğramış, fakir ve desteğe muhtaç kişilere yardım etmektir. Hz. Muhammed, risaletinden sonra dahi toplumsal dayanışmayı güçlendiren bu topluluğu anmış ve önemini şu sözlerle ifade etmiştir:

“Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde bir antlaşmaya katıldım. İslam çağında dahi böyle bir antlaşmaya çağırılsam gene kabul eder ve katılırım. Çünkü İslam, Hılful Fudul’u destekleyip güçlendirmekten başkasını yapmaz.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 295.)

Kadim Arap geleneğinde bulunan feta kavramı, İslam ile birlikte daha da güçlenmiş, İslam’ın mümin insanlara yüklediği bütün müspet özellikler ile iç içe geçmiştir. Bu dönem ile birlikte feta, tamamen İslam’ın ideal olarak örnek gösterdiği insan tipi olarak anılmaya başlanmıştır. Fütüvvet mensupları Hz. Muhammed’in izinden giden, onun ahlakı ile donanmış, onun erdemliliğine sahip olan kişiler olarak anılmaya başlamıştır. Fütüvvet mensuplarının beslendiği en temel kaynak yüce Kur’an-ı Kerim olmuştur.

İslam inançları ile Arap ahlak ve geleneğinin de baskın olduğu fütüvvet düşüncesi, özellikle İslam fetihleri sonrası tasavvufi birikim ile kaynaşmış, iç içe geçmiş ve yayılma alanı bulmuştur. Bu dönemde fütüvvet ve feta birçok İslam âliminin de görüşleri ile sistemleşmeye başlamış. Fütüvvet ile ilgili müstakil eserler kaleme alınmaya başlanmıştır. Fütüvvetname adı ile anılan bu eserler, fütüvvet ve Ahilik düşüncesinin felsefi temel ve doktrinlerini oluşturmuş, bu düşüncenin aktarımı ve devamlılığını sağlamış, birçok tekke ve medresede okutulmuştur.

Hatta bu dönem içerisinde fütüvvet mensubu kişilerin siyasi hayatta da etkin olmaya başladıkları görülmektedir. Özellikle fütüvvet telakkisi Abbasi halifesi en-Nasr Li-Dinillah tarafından tamamen sistemleştirilip müessese hâline getirilmiştir. Abbasi coğrafyasının her yerinde, bütün İslam şehirlerinde fütüvvet teşkilatları oluşturulmuştur. Bu teşkilatlar vasıtası ile toplumsal, dinî, siyasî ve iktisadî alanlarda devlet otoritesini güçlendirmiştir. Toplumsal hayat fetalar eliyle düzeltilmeye çalışılmıştır. Devlet otoritesinin zafiyete uğradığı, toplumsal karışıklıkların meydana geldiği dönemlerde fütüvvet mensupları, merkezî otoritenin güçlenmesini sağlamış, toplumsal ihtilaf ve karmaşanın ortadan kalkmasına vesile olmuşlardır. İslam tarihinin en kanlı ve karanlık dönemi olarak tabir edilen Moğol zulmü zamanında Moğol baskısına karşı savaşan ve direnç oluşturan en önemli zümre Ahiler olmuştur.

Kadim fütüvvet geleneğinin yayılma sahalarından birisi de bu dönemde zirve dönemini yaşayan Selçuklu Anadolusu’dur. Özellikle fütüvvet düşüncesine mensup âlimler ve kişiler Abbasi siyaseti neticesinde Anadolu’ya gelmiş ve burada faaliyetlerde bulunmuşlar, bilhassa da Müslüman Türkler arasından hızla taraftar kazanmaya başlamışlardır.

İslami fütüvvet telakkisi bu dönemde Türk kültür ve medeniyeti ile karşılaşmış, âdeta zaman içerisinde içi içe geçmiş ve “Türk Ahiliği”ni doğurmuştur. Özellikle feta ve fütüvvet düşüncesindeki erdemlilik, yardımseverlik, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma vb. olumlu özellikler Türklerdeki başta “alp”lik olmak üzere birçok özellik ile benzeşmiştir.

İslami fütüvvet felsefesi, Türk Ahiliği olarak Anadolu’da kendini bulmuş, birçok önemli misyonu yüklenmiş ve yerine getirmiştir. Öncelikli olarak Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşmasında Ahilere büyük iş düşmüş, Ahiler Anadolu’da İslam varlığının yayılmasında ve kendi medeniyetini kurmasında etkin bir rol oynamışlardır.

Ahilik medeniyetinin oluşmasında başta Ahilerin Anadolu’da piri olan Ahi Evren olmak üzere birçok tasavvuf erbabının katkısı çok büyük olmuştur.

Ahiler Anadolu’da tekke ve zaviyeler inşa etmişler, vakıflar kurmuşlar, imaretler inşa etmişler, yardıma muhtaç halka yardım etmiş, yeni göçler ile gelen halkın yerleşmesine ön ayak olmuş, yiyecek ve barınma ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Şehirlerin kurulmasını ve halkın gerekli ihtiyaçlarının giderilmesini sağlamışlardır. Sanayi alanları kurmuşlar, çarşılar inşa etmişlerdir. Anadolu’nun ekonomik anlamda bir ticaret merkezi hâline gelmesinde önemli bir rol oynamışlardır.

Özellikle Müslümanlar, Anadolu’ya geldiğinde daha önceden burada yerleşik olarak bulunan gayrimüslimler karşısında yaşadıkları sıkıntıları Ahilerin yardımı ve girişkenliği ile aşmışlardır. Nitekim yerleşik bir düzenleri, çarşıları, kurum ve kuruluşları olan gayrimüslimler karşısında zorlanan Müslüman esnafa Ahiler kurdukları sistem ve dayanışma ile yardım etmiş, onların güçlenmesini sağlamıştır.

Özellikle belirtmeliyiz ki  Ahilik düşüncesini esnaf zümreleri ile sınırlandırmak tamamı ile yanlıştır. Ahilik, yazımızın başından itibaren ifade ettiğimiz gibi çok yönlü medeniyet kurucu bir unsurdur. Ahilik esas itibarı ile tasavvufi bir sistemdir. Türk tasavvufi hayatının oluşturduğu felsefi bir yapıdır. Bu tasavvufi sistem özellikle esnaf zümreleri arasında taraftar bulmuş ve yayılma göstermiştir. Esnaf zümresi içerisinde yayılması ise Türk ticari hayatını müspet manada etkilemiş, onun hayatının zenginleşmesini ve kaliteli bir sistem oluşturmasını sağlamıştır.

Ahilik düşüncesinin mensubu olan Ahiler, insani ilişkileri, ahlaki karakterleri, erdemli davranışları, doğru ve dürüst tavırları ile Türk ekonomik ve sosyal hayatının zirvesini oluşturmuşlardır. Selçuklu Anadolu’sunda şekillenen bu ahlaki sistem, Osmanlıların kuruluş döneminde etkin olmuş, hatta lonca sistemi kuruluncaya kadar bozulmadan dinamik bir şekilde devamlılık sağlamıştır. Özellikle kuruluş döneminde Osmanlıların Bizans uçlarındaki mücadelelerinde, Balkan coğrafyasının Türkleşip İslamlaşmasında gaza yapan zümrelerin başında Ahiler gelmiştir. (Umut Güner, Tarihte Fütüvvet ve Ahilik s. 130.)

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İslam inancı ile Türk kültür ve medeniyetinin birleşerek oluşturduğu bu felsefi sistem, bizim medeniyetimizin en önemli kaynaklarından birisidir. Maalesef günümüzde medeniyetimizin oluşturduğu bu ahlaki sistemin ve temsilcilerinin izleri silinmek üzeredir.

Ahilik her yönü ile örnek alınabilecek bir felsefi sistem, bir medeniyet unsuru; Ahiler ise her yönü ile örnek alınabilecek ideal bir insan portresidir. Küreselleşen ve sekülerleşen bir dünyada Ahilik bizim için kendi öz ruhumuzda bulunan, geçmişimizden çıkarıp bu güne taşımamız gereken bir medeniyet unsurumuzdur. Gençlerimiz için ideal olarak görülebilecek eşsiz bir örnekliktir. Kapitalizm karşısında varoluş mücadelesi veren sanayimiz, zanaatkârlarımız ve esnaflarımız için bir kurtuluş reçetesidir.

Ahilik ve Fütüvvet ruhunun tekrar ihya edilmesi, insani ilişkilerimizin düzenlenmesi ve esnaf ahlakımızın oluşturulması demek medeniyetimizin tekrardan ihyası demektir. Tarihî tecrübelerimize ve medeniyet oluşturan unsurlarımıza tekrar dönmek ve bu kaynaklardan beslenmek dileği ile…

Umut Güner

Mevlana kimdir?

13. asır Anadolusu’nun büyük mutasavvıf şâiri. Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr’a göre babası “Belhli Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin’in oğlu, devrinin kutbu Sultânü’l Ulemâ Bahâeddin Veled’in” oğlu olan Mevlânâ’nın soyu Peygamberin ilk halifesi Ebûbekir’e çıkmaktaydı. Tabiî din ulularıyla ilgili bu nevi şecerelerin bir gerçeklik taşımadığını belirtmek gerekir. Bu çeşit sunum bu çeşit insanlarda bir tercüme-i hâl geleneği gibidir. Herkes veya o herkesin muakkipleri kendileriniyâhut ulularını ya Peygamberin yâhut çevresindeki büyük sahâbelerin nesebinden görmek ister. Diğer yandan babası için devrinin kutbu denilse de kendisinden söz eden çağdaş hiçbir kaynakta adının geçmemesi ve Mevlânâ dolayısıyla bilinir olması çok tanınmadığını da ortaya koymaktadır. F. Lewis’e göre Mevlânâ Belh’te değil oraya 250 km. uzaklıktaki Vahş’ta (Bugünkü Tacikistan sınırlarında) doğmuştur. Yine ona göre memleketinden uzakta olan taşralıların, memleketleri sorulduğunda yaşadıkları yere en yakın kültür merkezini söylemeleri bir gelenekti ve îtibârlarına katkı sağlardı. Bahâeddin Veled ve âilesi daha sonra Semerkand’a göçmüş,  şehir 1219’da Moğol tahrîbâtıyla yerle bir olmadan en az üç yıl önce de buradan ayrılmışlardır. Horasan’dan başlayan ve kronolojisiyle uğrak yerleri bulanık olan bu yolculuk Bağdat ve Arabistan’dan sonra Şam tarîkiyle onları Malatya’ya ulaştırır. Daha sonra Sivas ve Mengücek başkenti Erzincan’da da kalan âilenin yolu en son Larende’ye düşer. Yine Lewis’e göre Sipehsâlâr’a güvenecek olursak 1221’den îtibâren Bahâeddin ve âilesi artık Konya’dadır. Sultan Veled ve Ahmed Eflâkî’ye dayanacak olursak bu varışın senesi 1229’dur.

Mevlânâ’nın hayâtındaki en önemli hâdiselerin başında şüphesiz Kalenderî dervişi Şems-i Tebrîzî ile karşılaşması gelmektedir. Bu karşılaşmanın ilk nerede ve ne şekilde olduğuna dâir çeşitli rivâyetler olmakla birlikte o ândan îtibâren sûfî şâirin irşad işini bırakıp vaktini sürekli Şems ile geçirdiği ve Divân-ı Kebîr adlı eserinin bu ilişkiden doğduğu bilinmektedir. Ayrıca Şems’in, bu yakınlığın yarattığı kıskançlık dolayısıyla Mevlânâ çevresindeki bir grup tarafından tahminen 1247’de öldürüldüğü kaydedilmiştir.

Mevlânâ, âlim ve sûfî bir şâirdir. R. Öngören’e göre onun dinî ve tasavvufî görüşlerinin kaynağı Kur’an ve sünnettir. “Canım tenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım…” diyen bu mutasavvıf, cumhuriyet dönemi hümanizm anlayışının kabûl edilebilir bir figürü olarak ele alınmış, evrensel bir çağrının ve kardeşlik ülküsünün müncîsi olarak resmedilmiştir. Oysa onun zannedildiği gibi engin bir hoşgörüsü yoktur. Meselâ Halep’teki Şiilerden bahsederken onların Hz. Hüseyin için tuttukları yası ve ritüellerini yadırgar. Onlara, Hüseyin’e değil kendi harap dinlerine ve gönüllerine ağlamalarını salık verir.

Ayrıca sürekli atıf yapılan “Ne olursan ol gel…” çağrısı da ona değil, 967 – 1040 yılları arasında yaşamış Horasanlı mutasavvıf Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr’a âittir. Yine de “Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” dediğini görmezden gelmemeliyiz. Onun 13. asır Anadolu siyâsî târihinde oynadığı rol de tartışmalıdır. Moğol tazyîki altındaki Anadolu’da bir işbirlikçi veya bu yabancı işgâlin sancılarını mümkün olabildiğince hafifletmeye çalışan bir figür olduğu yolunda iki görüş arasında salınıp durmaktadır.

Oylumlu Divân-ı Kebîr’i hâricinde, türünün diğer örneklerinden ayrılması için Mesnevî-i Mevlevî olarak da bilinen kitabı, edebiyâtımıza en fazla tesir eden eserlerden biridir. Ayrıca sağlığında kaydedilen sohbetlerinin vefâtından sonra derlenmesiyle oluşturulmuş Fîhi mâ fih ve Mecâlis-i Seb’a adlı vaaz ve sohbet derlemesiyle günümüze ulaşmış, devrinin önde gelen şahsiyetlerine yazdığı Mektuplar’ı da bulunmaktadır.

Göktürk Ömer Çakır

Kutsal Emanetlerin İstanbul’a Gelişi

Tarihi yazan ve yaşayan her ne kadar insanoğlu olsa da tıpkı beşer hafızası gibi tarihe tanıklık eden eşyalarında bir hafızası, tarihî şuuru vardır. Bu minval üzere değerlendirildiğinde toplumların tarihilerinde sahip oldukları eşyalar kıymetli hazineler hükmündedir. İnsanlar değer verdiği ve sevdiği kişilerin hatırlarını her zaman yaşatmak ve korumak isterler. Özellikle de toplumların nezdinde önemli bir yere sahip olan peygamberler, devlet lideri ve kahramanlar gibi tarihi kişiliklerin şahsi eşyaları birer hatıra olarak halk tarafından saygı ve hassasiyetle korunmuştur.

Türk-İslam tarihinde de başta Allah Resulünün şahsi eşyaları olmak üzere, İslam ve Türk tarihi için öneme haiz olan eşyalar büyük bir gayret ve hassasiyetle korunmuştur. Bilhassa Haçlı Seferleri, Moğol Tahakküm ve Mezalimi gibi önemli tarihi dönüm ve kıyım dönemlerinde dahi Müslümanlar kendilerine emanet olarak gördükleri bu mukaddes değerleri canları pahasına korumuşlardır.

Özellikle de bu mukaddes emanetlerin korunması hususunda Müslüman devletler mukaddes eşyaları kendilerinden önceki devletlerden emanet almış ve sonraki yüzyıllara taşımışlardır. Nitekim kutsal emanetler Emevi, Abbasi ve ardından Memlüklere geçmiş ve Memlüklerden de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi vesilesi ile Osmanlı’ya intikal etmiştir.

Ünlü seyahatnâme yazarımız Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre: “Üzerinde aslan tasviri ve kûfî hatla “nasrun minellah” yazısı olan kırmızı bir sancak, mücevher kakmalı bir kutu içinde Hz. Peygamber’in Uhud Gazvesi’nde kırılan dişi (dendân-ı saâdet), bir tutam lihye-i saâdet (sakal-ı şerif), sürmedan ve mili, hurma lifinden örülerek içi ziftle sıvanmış bir adet abdest ibriği, sanavber ağacından bir tesbih, bir kıta şimşirden nalın, bir asâ, pâpûş-ı şerif, iki kıta hırka-i şerif, hurma lifi, sarıya mâil beyaz pamuklu ince dokuma bir hil‘at, bir kara kılıç, bir deve yünü kuşak, bir deve yünü ridâ, bir deve yünü destâr-ı şerif ve beyaz sûzenî arakıyye” gibi eşyalar Osmanlıya geçmiştir. Bu eşyalar altın simli bohçalara sarılmış, katkat örtülmüş ve üzerlerine “Hâzâ muhallefâtü Resûlillah” yazılmıştı.

Ünlü seyyahımız, Yavuz Sultan Selim’in bu eşyaları yüzüne ve gözüne sürerek, “Şefaat yâ Resûlellah” diyerek mühürlettiğini ifâde etmiştir. Bu emanetler gemilere yüklenerek Osmanlı başşehri İstanbul’a gönderilmiştir. İlerleyen süreçte Mekke ve Medine’de bulunan birtakım diğer kutsal emanetler de belirli aralıklar ile İstanbul’a gönderilmiştir.
Mukaddes emanetlerin bir kısmı ilk zamanlar Hazîne-i Hümâyun’da muhafaza edilirken II. Mahmud döneminde (1808-1839) Has Oda Kasrı’na alınmıştır. Topkapı Sarayı içerisinde Has Oda’ya dahil bir birim olarak Mukaddes Emanetler Dairesi oluşturulmuş ve getirilen kutsal emanetler burada korunmuştur. Günümüzdeki teknolojik gelişmelere bağlı olarak gelişen ışık, sıcakık ve oksijen seviyesi gibi teknik bilgiler eşyaları en uygun vaziyette koruma imkanı sağlasa da o dönem için böyle bir teknik bilgi olmadığı için Osmanlılar da geleneksel usuller ile mukaddes emanetlerin en hassas şekilde korunması için ne gerekiyorsa yerine getirmişlerdir.

Başta Osmanlı Sultanları olmak üzere devlet ricali tarafından önemli törenlerde mukaddes emanetler ziyaret edilmiş ve gereken hürmet gösterilmiştir. Ayrıca mukaddes emanetlerin Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bulunması başta sultanın halife unvanının tescilini, devletin ise meşruiyetine sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nin İslam aleminin lideri olmasının en büyük göstergelerinden biri kabul edilmiştir.

Topkapı Sarayı’na getirilen ve hâlen burada önemle korunan en değerli başlıca eşyalar şunlardır: “Hırka-i saâdet, Sancak-ı şerif, Hz. Osman’ın Mushafı, Dendân-ı saâdet(Resûl-i Ekrem’in Uhud Gazvesi’nde kırılan dişinin parçasıdır), Sakal-ı şerifler, Kavs-i saâdet, Kadem-i şerifler, Na‘leyn-i saâdet (Hz. Peygamber’e nisbet edilen ayakkabılardır), Mühr-i saâdet, Hz. Fâtıma’nın gömleği, Hz. Hüseyin’in gömleği, Hz. Mûsâ’nın asâsı, Hz. Yûsuf’un sarığı, Kâbe’nin kilit ve anahtarları, Tövbe kapısı kanadı, âbe olukları, Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Fâtıma’nın ve Hz. Ömer’in kabir örtüleri”
Bu eşyaların dışında Hicaz Bölgesinde, Kutsal topraklarda kalan diğer birtakım eşyalarda özellikle I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından Mekke ve Medine’nin işgali neticesinde Medine Müdafii Fahrettin Paşa tarafından İngilizlere bırakılmamak için İstanbul’a getirilmiştir.

Bu dönemde Medine’de bulunan Naci Kaşif Kıcıman’ın anlattıklarına göre, Hz. Muhammed’in türbesi Ravza-i Mutahhara’da bulunan bu değerli hazine, sorumlu kişiler tarafından kütük kayıtlarına uygun şekilde sayılmış, paketlenmiş ve sandıklara yerleştirilmiştir. Yaklaşık 2 bin askerden oluşan bir bölük askerin muhafaza ve himayesinde 14 Mayıs 1917’de Medine’den yola çıkan tren, 27 Mayıs 1917 günü İstanbul’a sağ salim ulaşır.
Kutsal Emanetlerin İstanbul’da olması devletimiz ve milletimiz için en büyük şeref ve gurur kaynağıdır. Özellikle başta Mübarek Ramazan ayı olmak üzere yerli ve yabancı milyonlarca kişi tarafından bu emanetler ziyaret edilmekte, değeri, ruhu ve tarihi şahitliği hissedilmekte ve insanlar tarafından büyük bir hürmetle karşılanmaktadır.

Umut Güner

Nizamiye Medreseleri

İnsanoğlunun yaşamı boyunca tecrübî ve teorik olarak edindiği bilgiler eğitim, talîm ve terbiye olarak ifâde edilmiştir. İnsanın varoluş serüveni ve tecrübe kazanımı doğumundan itibâren başlamaktadır. İnsan, ilk eğitimini başta ailesi olmak üzere yaşadığı toplumdan almaktadır. Bunun yanı sıra vatandaşı olduğu hanedan/imparatorluk/devlet veya toplumun müessese olarak tesis ettiği eğitim kurumlarında muhtelif müfredatlar ile eğitilmektedir.

Bir din olarak İslâm eğitime üst düzeyde bir önem atfetmiştir. Özellikle vahiy öncesi dönemde eğitim faaliyetlerinin hiç yok denecek kadar az ve geleneksel usuller ile yapıldığı bilinen kadim Arap toplumunda, İslâm dini eğitim ve öğretim faaliyetleri hususunda büyük bir dönüşüm başlatmış; bu konuda gerekli olan bireysel ve toplumsal çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.

Hz. Peygamber’in risaleti ile birlikte İslâm toplumunda ilk olarak camiler ibadethane olmanın dışında eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yapıldığı yerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle başta çocuklar olmak üzere her yaştan insan için camiler İslâm dini ile tanışma ve eğitim-öğretim kurumu olarak varlık alanı bulmuştur. Bunun yanı sıra Mescid-î Nebevî’nin bitişiğinde kurulan Suffa Mektebi kadın-erkek, genç ve yaşlı olmak üzere bütün inananlar için eğitim faaliyetlerinin yürütüldüğü yer olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilhassa İslâm dininin toplumsal hayatta kurumsallaşamaya başlaması ve fetihler ile yeni coğrafyalarda kendisine yaşam alanı bulması ile birlikte camilerin dışında çeşitli amaçlar için inşa edilen hangah, ribat, tekke ve zaviyeler de eğitim-öğretim faaliyetleri için aktif bir şekilde kullanılmıştır.

Tarihi süreçte İslâm medeniyeti, resmî eğitim ve öğretim hususunda İslâm coğrafyasının muhtelif yerlerinde kendi özgün eğitim kurumları olan medreseleri inşa etmiştir. Yazımızın konusu olan Nizâmiye Medreseleri, İslâm dünyasında kurulan ilk medreseler olmasa da amacı, tarihî misyonu ve müfredâtı bakımından tarihte önemli bir yere sahip olmuştur.

Nizâmiye Medreseleri’nin açılması hususunda bir çok devlet adamı ve bürokratın destekleri söz konusu olmuştur. Belh, Nişabur, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Âmül ve Musul ve Bağdat olmak üzere İslâm topraklarının muhtelif yerlerinde Nizâmiye Medreseleri kurulmuştur. Bu medreseler arasında hiç süphesiz en meşhur olanı Bağdat’ta Dicle nehri kenarında  kurulan, yapımı iki yıl süren ve inşası için 600.000 dirhem harcanan Bağdat Nizâmiye Medresesidir. İnşa sürecinde Nehir kenarında halka ait alanların istimlâk edildiği ve bazı evlerin yıkıldığı da dönemin kaynaklarında zikredilmektedir. Yapımı biten Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin açılışı 22 Eylül 1067 tarihinde halifenin de katıldığı muhteşem bir törenle yapılmıştır. Medresenin açılış törenini Ebû Sa‘d el-Kāşî idare etti. Açılışa devlet ricâli, tanınmış ulemâ ve halk olmak üzere bir çok kişi katılmıştır.

Nizâmiye medreselerinin kurulması hem bir dinî kaygı hem de devlet politikası olarak tasavvur edilmiştir. Bilhassa bu dönemde halk arasından hızla taraftar bulan bâtınî düşüncelere karşı sünnî akidenin güçlenmesini ve ehl-i sünnet geleneğine mensup kadroların yetiştirilmesi amaçlanmaktaydı.

Özellikle de Şii-Fâtımı halifesi el-Muiz’in emiri el-Cevher tarafından 969 yılında inşa edilen el-Ezher camii medresesinin batını düşüncenin merkezi olması ve İslâm dünyasında râfızî düşüncelerin yaygınlaşmaya başlaması üzerine bir resmi devlet politikası olarak inşa edilmiştir.

Nizâmiye Medreseleri her ne kadar bu amaçla kurulmuş olsalarda zaman zaman râfızî düşünce mensuplarının propagandaları neticesinde medreseler de mezhep çatışmaları da yaşanmaktaydı. Nitekim böyle bir dönemde Nizamü’l Mülk, medrese baş müderrisine bir mektup göndererek “Medresenin kuruluş amacının mezhep çatışmalarını kışkırtmak ve körüklemek değil ilmin korunması ve yaygınlaşmasını sağlamak” olduğunu ifâde etmiştir.

İslâm coğrafyasında Nizâmiye medreslerinden önce bir çok medrese inşa edilmiş ve bu medreselerin belirli bir müfredâtı söz konusu iken Nizâmiye Medreseleri kuruluşundan itibâren yapısı, işleyişi, şekli ve müfredâtı bakımından ayrıcalıklı ve özel bir yere sahip olmuştur.

Medrese de hoca ve öğrencilere mahsus odalar, dershâneler, mescid, kütüphane, yatakhâne, yemekhâne, hamam gibi muhtelif bölümlerden oluşan bir külliye niteliğindeydi. Medresenin ve öğrencilerinin bütün ihtiyaçlarının karşılanması için Nizamü’l Mülk vakıflar tesis etti. Medresenin yakınında çarşı inşa ettirerek gelirini medreseye tahsis etmiştir. Arazi, hamam ve bazı dükkanların gelirlerini müderris ve öğrencilere verilmesini sağladı.

Medresenin kuruluşundan sonra müderrisler bizzat Nizamü’l Mülk tarafından tanınmış meşhur ulemadan seçildi. Bilhassa Ebû Abdullah et-Taberî ile Ebû Muhammed Abdülvehhâb eş-Şîrâzî ve Gazzâlî’nin Nizamü’l Mülk’ün menşuruyla Nizâmiye Medresesi’ne müderris tayin edildiği bilinmektedir. Nizamü’l Mülkün vefâtından sonra onun soyundan gelenlerin yanında vezirler, sultanlar ve halifeler tarafından da müderris görevlendirildiği görülmektedir. Nizâmiye Medresesi’nin mütevellisi olduğu bilinen Süleyman b. Nizâmülmülk’ün 1240 yılındaki vefatından sonra müderrisler halifeler tarafından tayin edilmeye başlanmıştır.

Medreseye müderris olarak tayin edilen alimlere siyah bir cübbe giydirilmekte, sarık ve şal hediye edilmekteydi. Müderrisler görevinden ayrılırken sarık ve cübbelerini iâde etmek zorundaydılar. Kuruluşundan sonra kısa sürede bütün İslâm coğrafyasında ünü yayılan Nizâmiye Medreseleri’nde ders verebilmek için bir çok alimin birbirleriyle yarıştıkları hatta bazılarının mensup oldukları mezheplerini bile değiştirdikleri o döneme ait kaynaklarda ifâde edilmektedir.

Medreselerin kendisine özgün bir müfredât ve işleyişi söz konusuydu. Hocalar öğrencilerden yüksekçe bir mevkîde bulunan kürsüden derslerini işlemekte, derslerin saatleri hocaların ilmî mertebesi, mevsimler ve dersin niteliğine göre değişmekteydi. Derslerin işleyişinde belirli bir usûl uygulanmamaktaydı, her hoca kendi usûlü ile derslerini işleme konusunda serbestti. Dersler öğleden önce başlar, öğlen, ikindi, ve yatsı namazlarından sonra devam ederdi. Eğitim süresi 4 yıl olarak belirlenmişti. Derslerin dili Arapça olarak belirlenmiş ve öğretim tamamen Arap dilinde yapılmaktaydı. Medresede Nâib, hocalar ve yardımcı hocalar, muhasebeciler, kütüphâne görevlileri ve bir de namaz kıldıran imam bulunmaktaydı.

Nizâmiye Medreseleri’nde okutulan müfredât şu şekilde idi:

Din ve Hukuk Dersleri; Kur’an-ı Kerim kıraati, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam ve Usul, Dil ve Edebiyat Dersleri; Arap Edebiyatı, Farsa Edebiyatı, Sarf, Nahiv, Hitabet, Şiir, Cerh ve Ta’dil, Tarih ve Edeb, Felsefe Dersleri; Hikmet ve Mantık, Müsbet Bilim Dersleri; Tıp, Cerrahi, Riyaziye, Hesap, Hendese, Müsellesat, Nücûm(Astroloji), Hey’et(Astronomi) ve  Tabiiyat(Coğrafya).

Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde 6 bin’e yakın öğrencinin, Nişabur Nizâmiye Medresesi’nde ise 400 kadar öğrencinin eğitim gördüğü ifâde edilmektedir. Nizâmiye Medreseleri’nden bir çok ünlü alim yetişmiştir. Bunlardan bazıları İbn Tümert, Ebu Bekir Muhammed b. Velid, İbn Asakir, İmadüddin el-İsfahanî’dir. Aynı zamanda dönemin bir çok ünlü alimi burada hocalık yapmıştır.

Medreselerin kendi bünyesinde medreseye bağlı kütüphaneleri bulunmaktaydı. Özellikle Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin yanında zengin bir koleksiyona sahip büyük bir kütüphâne inşa edilmiştir. Nizamü’l Mülk, halktan ellerinde bulunan nadir eserleri bu kütüphâneye bağışlamalarını istemiş, alimlerden yazdıkları kitapları talep etmiş ve medrese kütüphânesini zengin bir hâle getirmiştir. İnşâ edilen kütüphâne hususunda o dönemi anlatan bir çok tarihi kaynakta kütüphânenin zenginliği ve görkemli olması ile ilgili hayranlık bildiren cümleler yazılmıştır. Mâlesef 1116 yılında çıkan bir yangında kütüphâne binası yanmış, öğrenci ve görevlilerin büyük çabaların ile kitaplar kurtarılmıştır.

Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh 589’da (1193) kütüphaneyi yeniden inşa etmiş ve sarayındaki binlerce cilt kitabını bu kütüphaneye bağılşamıştır. İslâm coğrafyasını kasıp kavuran Moğol saldırıları zamanında kütüphânenin zarara uğramadığı ifâde edilse de mâlesef bu zengin kütüphaneye ait hiçbir nadide eser günümüze ulaşamamıştır.

Nizâmiye Medreseleri tarihi süreçte muhtelif nedenlerden dolayı zamanla gerilemeye başlamış ve gözden düşmüştür. Gerilemesinin nedenlerinden birisi Halife Mustansır’ın kendi adı ile anılan ve Nizâmiye Medreseleri kadar ünlü olması amacı ile Mustansır Medreseleri’ni kurmasıdır. Özellikle de alim ve öğrencilerin halifenin himâyesi altında bulunan bu medreseyi tercih etmesi Nizâmiye Medreseleri’nin gerilemesini sağlamıştır. Gerilemenin bir diğer nedeni ise Dicle nehri kenarına inşa edilen medresenin üç kez sel’e ve daha sonra da  yangına maâruz kalmasıdır. 1272’de çıkan yangında medrese ile birlikte çevresindeki çarşılar  da harap olmuştur. Her ne kadar Cüveynî, vakıf gelirleri ile medreseyi tekrardan ihya etmeye çalışmış ise de tarihi süreçte medrese sosyal ve politik nedenlerle ortadan kalkmaya yüz tutmuştur.

Nizâmiye Medreseleri gerek kuruluş amacı ve misyonu ile gerekse de müfredâtın özgünlüğü ve zengin kütüphaneleri ile devrin siyasî, ilmî ve dinî hayatı üzerinde derin bir tesiri söz konusu olmuştur. Ehl-Sünnet akidesinin devamlılığı ve Türk-İslâm geleneğinin taşıyıcılığı hususunda önemli bir görevi üstlenmiştir. İslâm dünyasında taraftar bulan ve yaygınlaşan bâtınî akımlara karşı sünni omurgayı sağlamaştırmıştır.

Halife ve Selçuklu sultanlarının devlet politikalarının devamlılığını sağlamış, kendi özgün müfredâtı ile başta kendi dönemine ve daha sonraki yüzyıllara de etki eden meşhur alimlerin yetiştirilmesinde etkili olmuştur. Bir çok ünlü alim Nizâmiye Medrese’lerinin tedrisinden geçmiştir. Hüccetü’l-İslâm olarak tanınmış ünlü alim Gazzâlî’de Nizâmiye Medresesi’nde müderrislik yapmıştır.

Medreseler başta fıkıh, kelam ve hadis olmak üzere İslâmî ilimlere önemli bir katkı yapmıştır. Bu konular ile ilgili çok sayıda kitaplar telif edilmiştir. Yatılı ve burslu olması hasebiyle okumak için imkânı olmayan bir çok zeki gence imkanlar tanıdı. Nizâmiye Medreseleri kurulmadan önce de İslâm dünyasında varlığı bilinen medreseler bilhassa özel kuruluşlar olarak varlığını sürdürüken Nizâmiye Medreseleri devlet ve önde gelen yöneticiler tarafından himâye edilen eğitim kurumları olarak ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan daha sonraki yüzyıllarda devletlerin resmî olarak kuruluşunu tesis edip gözettiği medreseler için örneklik teşkil etmiştir.

Son olarak ise İslâm medeniyetinin kurup geliştirdiği medreseler Batı’da da benzer kurumların kurulup yaygınlaşmasında etkili olmuştur. Birçok araştırmacı tarafından Salerno, Paris ve Oxford gibi Batı’da kurulan üniversitelerin de Nizâmiye Medreseleri’nden etkilendiği ifâde edilmiştir.

Umut Güner, Nizamiye Medreseleri

Tarihte Fütüvvet ve Ahilik Kitabı

Akademisyen Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner tarafından kaleme alınmış bir kitaptır.

Kitap hakkında

Ahilik, bir Ortaçağ esnaf teşkilâtıydı. Batı’daki lonca teşkilâtının, Türkleştirilmiş ve İslamlaştırılmış bir modeliydi. Aslında, ekonomik bir müessese olarak kurulmuş olsa da, zamanla ekonomik olduğu kadar İslâmî ve insanî renkleri de olan bir müessese mahiyeti kazandı. Ona bu renkleri biz kattık. Nitekim, bu teşkilâtın bir diğer ismi olan “fütüvvet”; cömertlik, eliaçıklık, mertlik, delikanlılık mânâlarına geliyordu. Daha evvelki devirlerde Bizans’ta, Türk-İslâm dünyasında Selçuklularda bulunan bu müessese, Osmanlılarda devam etti. Ancak Batı Avrupa’da tamamen, çalışanların Feodal Bey lehine kontrol ve istismarını hedefleyen bu müessese, Selçuklular ve bilhassa da Osmanlılarda, çalışanların ve tüketicilerin korunmasını hedefliyordu. Dolayısıyla, iktisadî yönüyle bir esnaf teşkilâtı olan Ahilik, manevî yönüyle âdeta bir tarikat gibiydi. Kendisine ait ahlâkî, insanî ve dinî kaideleri vardı. Bu yönüyle de cemiyetin sadece ekonomik gelişimine değil, sosyal, kültürel, insanî ve manevî gelişimine de hizmet ediyordu. Umut Güner’in -Dinî, Siyasî ve Sosyal Yönleriyle- Tarihte Fütüvvet ve Ahilik adlı bu kitabı, Türkiye Selçukluları döneminde Anadolu’nun maddî-manevî yapılanmasını idrak etmeye katkı sağlayacak bir çalışmadır.