Mevlana kimdir?

13. asır Anadolusu’nun büyük mutasavvıf şâiri. Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr’a göre babası “Belhli Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin’in oğlu, devrinin kutbu Sultânü’l Ulemâ Bahâeddin Veled’in” oğlu olan Mevlânâ’nın soyu Peygamberin ilk halifesi Ebûbekir’e çıkmaktaydı. Tabiî din ulularıyla ilgili bu nevi şecerelerin bir gerçeklik taşımadığını belirtmek gerekir. Bu çeşit sunum bu çeşit insanlarda bir tercüme-i hâl geleneği gibidir. Herkes veya o herkesin muakkipleri kendileriniyâhut ulularını ya Peygamberin yâhut çevresindeki büyük sahâbelerin nesebinden görmek ister. Diğer yandan babası için devrinin kutbu denilse de kendisinden söz eden çağdaş hiçbir kaynakta adının geçmemesi ve Mevlânâ dolayısıyla bilinir olması çok tanınmadığını da ortaya koymaktadır. F. Lewis’e göre Mevlânâ Belh’te değil oraya 250 km. uzaklıktaki Vahş’ta (Bugünkü Tacikistan sınırlarında) doğmuştur. Yine ona göre memleketinden uzakta olan taşralıların, memleketleri sorulduğunda yaşadıkları yere en yakın kültür merkezini söylemeleri bir gelenekti ve îtibârlarına katkı sağlardı. Bahâeddin Veled ve âilesi daha sonra Semerkand’a göçmüş,  şehir 1219’da Moğol tahrîbâtıyla yerle bir olmadan en az üç yıl önce de buradan ayrılmışlardır. Horasan’dan başlayan ve kronolojisiyle uğrak yerleri bulanık olan bu yolculuk Bağdat ve Arabistan’dan sonra Şam tarîkiyle onları Malatya’ya ulaştırır. Daha sonra Sivas ve Mengücek başkenti Erzincan’da da kalan âilenin yolu en son Larende’ye düşer. Yine Lewis’e göre Sipehsâlâr’a güvenecek olursak 1221’den îtibâren Bahâeddin ve âilesi artık Konya’dadır. Sultan Veled ve Ahmed Eflâkî’ye dayanacak olursak bu varışın senesi 1229’dur.

Mevlânâ’nın hayâtındaki en önemli hâdiselerin başında şüphesiz Kalenderî dervişi Şems-i Tebrîzî ile karşılaşması gelmektedir. Bu karşılaşmanın ilk nerede ve ne şekilde olduğuna dâir çeşitli rivâyetler olmakla birlikte o ândan îtibâren sûfî şâirin irşad işini bırakıp vaktini sürekli Şems ile geçirdiği ve Divân-ı Kebîr adlı eserinin bu ilişkiden doğduğu bilinmektedir. Ayrıca Şems’in, bu yakınlığın yarattığı kıskançlık dolayısıyla Mevlânâ çevresindeki bir grup tarafından tahminen 1247’de öldürüldüğü kaydedilmiştir.

Mevlânâ, âlim ve sûfî bir şâirdir. R. Öngören’e göre onun dinî ve tasavvufî görüşlerinin kaynağı Kur’an ve sünnettir. “Canım tenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım…” diyen bu mutasavvıf, cumhuriyet dönemi hümanizm anlayışının kabûl edilebilir bir figürü olarak ele alınmış, evrensel bir çağrının ve kardeşlik ülküsünün müncîsi olarak resmedilmiştir. Oysa onun zannedildiği gibi engin bir hoşgörüsü yoktur. Meselâ Halep’teki Şiilerden bahsederken onların Hz. Hüseyin için tuttukları yası ve ritüellerini yadırgar. Onlara, Hüseyin’e değil kendi harap dinlerine ve gönüllerine ağlamalarını salık verir.

Ayrıca sürekli atıf yapılan “Ne olursan ol gel…” çağrısı da ona değil, 967 – 1040 yılları arasında yaşamış Horasanlı mutasavvıf Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr’a âittir. Yine de “Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” dediğini görmezden gelmemeliyiz. Onun 13. asır Anadolu siyâsî târihinde oynadığı rol de tartışmalıdır. Moğol tazyîki altındaki Anadolu’da bir işbirlikçi veya bu yabancı işgâlin sancılarını mümkün olabildiğince hafifletmeye çalışan bir figür olduğu yolunda iki görüş arasında salınıp durmaktadır.

Oylumlu Divân-ı Kebîr’i hâricinde, türünün diğer örneklerinden ayrılması için Mesnevî-i Mevlevî olarak da bilinen kitabı, edebiyâtımıza en fazla tesir eden eserlerden biridir. Ayrıca sağlığında kaydedilen sohbetlerinin vefâtından sonra derlenmesiyle oluşturulmuş Fîhi mâ fih ve Mecâlis-i Seb’a adlı vaaz ve sohbet derlemesiyle günümüze ulaşmış, devrinin önde gelen şahsiyetlerine yazdığı Mektuplar’ı da bulunmaktadır.

Göktürk Ömer Çakır

Aşık Paşa kimdir?

13 – 14. asır Anadolu’sunun önde gelen mutasavvıf şâiri ve Türk dilinde kaleme aldığı Garibnâme’yle, eski Anadolu Türkçesi’nin etkisi çok uzun süreli ilk numûnelerinden birini vererek Farsça’nın hâkim olduğu coğrafyamızda Türk diliyle eser telifi konusunda çığır açıcı olmuş mühim bir şahsiyeti olan Âşık Paşa, neslen Anadolu târihinin çok önemli bir hâdisesiyle zuhûr eden bir âileye mensuptur. Dedesi, Türkiye Selçukluları’nın inhitat târihinde çok önemli bir yeri olan meşhûr Babâîler ayaklanmasını başlatan Horasan göçmeni bir Türkmen olan Ebû’l-Bekâ Baba İlyas’tır. Baba İlyas, Amasya yakınlarındaki, günümüzde İlyas köyü olarak bilinen Çat köyüne yerleşip bir zâviye açarak Dede Garkın’ın halîfesi sıfatıyla Vefâiyye tarîkatını yaymaya başlamış; 1240’ta Selçuklulara karşı başlattığı ayaklanma, Amasya Kalesi’nde kıstırılıp îdâm edilmesinden sonra halifesi Baba İshak önderliğindeki isyancıların Konya üzerine yürümesiyle devâm etmiş; fakat bu grup da Kırşehir yakınlarında imhâ edilmiştir. Bu isyanla başlayan dinî – tasavvufî hareket A. Y. Ocak’ın belirttiği gibi, Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa ve diğer halîfeler vâsıtasıyla Anadolu’da yayılarak Osmanlı kuruluş döneminin önemli unsurlarından Rum abdallarının ve Bektâşîliğin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ayrıca bilindiği üzere bu isyânı bastırmakta müşkilâta düşen devletin vaziyeti, Anadolu’nun eşiğinde bu olayları dikkatle tarassut eden Moğol fâtihlerinin ülkeyi işgâl etmelerinin ve yaklaşık bir asır sürecek bir kaynama döneminin yolunu açmıştır. Bu dönemin istikrarlı bir siyâsî birliğe dönüşerek kapanması, Osmanlı gücünün tüm ülkeye hâkim olacağı ve tavâif-i mülûk manzarasının sonlanacağı 15 – 16. asırlarda mümkün olacaktır.

İşte Âşık Paşa Anadolu Türk târihinin çok önemli bir figürü olan Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa’nın oğludur. Anadolu târihinin bu dağdağalı dönemi, Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi tarafından kaleme alınan Menâkıbû’l-kudsiyye… adlı eserde anlatılmıştır. Böylece bu târihi yapan âile, aynı târihin elimizdeki tek kaynağını da ortaya koyarak târih yazıcılığımıza katkı sunmuştur. Diğer yandan Osmanlı târih yazıcılığının ünlü ismi Âşıkpaşaoğlu da Elvan Çelebi’nin kardeşi Selman’ın torunudur. Onun eseri de Osmanlı tarihçiliğinin ilk standart örneği olarak parlamaktadır.

Böyle mühim halef ve seleflerin tam ortasındaki isim olan Âşık Paşa, Kırşehir civarındaki Arapkir’de dünyâya gelmiştir. Kaynaklara göre babası Muhlis Paşa isyandan yedi yıl sonra Mısır’a gitmiş, orada K. Yavuz’dan öğrendiğimize göre Melik Zâhir’in teveccühünü ve pek çok âlimin hayranlığını kazandıktan sonra yedi yıl kaldığı Mısır’dan Anadolu’ya dönerek 1273’te Konya’yı ele geçirmiş ve kısa süreli hâkimiyetini Karamanoğulları’na devrederek ömrünün son yıllarını Arapkir’de geçirmiştir. Muhlis Paşa’nın, Baba İlyas’ın halîfelerinden Şeyh Osman’ın Kırşehir’deki zâviyesinde bıraktığı vasiyete istinâden şeyhin adamları tarafından on dört yaşında Kırşehir’e getirilerek mezkûr şeyhten ders almış ve onun kızıyla evlendirilmiştir. Anadolu’nun karışık bir döneminde doğan, idârî sıkıntıların, dinî ve siyâsî çalkantıların hüküm sürdüğü bu çağda önemli bir ilim ve kültür merkezi olarak tebârüz eden Kırşehir’de çocukluk ve gençliğini geçirerek “Şeyhüm oldur şeyhüm ol / Andan açıldı bana bu doğru yol” dediği Hızır’dan ledünnî ilimleri öğrenmiş, ayrıca yine kendi ifâdesine göre Âşık adını da ondan almıştır: “Ol kıgırdı bana Âşık adını.” Elvan Çelebi Menâkıb’ında babasından da bahsederek onda velilerin yaşadığı hâllerin bulunduğunu söyleyip onu güzel yüzlü, çirkin işlere hiç bulaşmamış; Ebûbekir gibi sâdık, Ömer gibi âdil, Osman gibi hayâ sâhibi, Ali gibi cömert ve müşkilleri çözücü; Allah tarafından yolu tamamlanıp noksansız kılınan; kaza sözlü, kader yüzlü, kadir özlü, gibi ifâdelerle çokça methetmiştir.

Âşık Paşa, bir hânedânın çöküşü, bir diğerinin ise kuruluşuna denk gelen önemli bir târih kesitinde yaşamıştır. Onun, Osman Gâzi’nin istiklâlini îlân ettiği törende de bulunduğuna dâir menkıbevi bir bilgiyi de paylaşan K. Yavuz’un aktardığına göre, Kırşehir’in Osmanlı topraklarına katılmasında da büyük rolü olmuştur. Tabiî çok sonraları gerçekleşecek bu katılmada zaviyesinin yaydığı fikirlerin payı olmasından bahsediliyorsa bu anlaşılabilir; fakat Âşık Paşa’nın yaşadığı yıllarda şehir İlhanlı hâkimiyetindeydi ve 1336’da merkeze giden vergi geliri 57.000 dinardı. Ayrıca Âşık Paşa’nın, 1322’de adına sikke kesilip hutbe okutulan İlhanlı vâlisi Timurtaş’ın veziri olarak Mısır’a gittiğine dâir rivâyetler de o dönemdeki siyâsî irâdenin sâhiplerini işâret etmektedir. Bununla birlikte M. Kaplan’ın Âşık Paşa’nın Garibnâme adlı meşhur eserindeki birlik fikrini ele aldığı makalesinde, «Âşık Paşa, «vahdet» fikrine dinî ve tasavvufî mâna yanında, politik ve sosyal, hattâ pratik bir mâna da vermiştir. Âşık Paşa, eserinin birinci bölümünde insanların başarı, saadet ve hakikate «birlik» sayesinde ulaşabileceklerini örnekler vererek ortaya koymuştur. Âşık Paşa’nın «vahdet» fikrine vermiş olduğu bu mâna, âdeta Osmanlı Türklerinin kurmuş oldukları «cihan devleti»nin ideolojik ve metafizik temelini hazırlar.» ifâdelerinden ve onun, “devrin ideoloğu” olarak “çağına Mevlânâ ve Yunus Emre’den daha çok tesir” etmiş olmasını muhtemel görmesinden mânevî bir râbıta fikri çıkarılabilir; zîrâ Anadolu’daki siyâsî vahdetin de dil vahdetinin de esaslı kurucusu Osmanlılar olacaklardır. Eserinden, Kudüs’e de uğradığı anlaşılan bu Mısır seyâhatinden döndükten sonra Kırşehir’de vefât eden Âşık Paşa’nın, edebiyâtımıza geçen en önemli özelliği Türkçeciliği olarak bilinegelmiştir. Ö. Şenödeyici’den öğrendiğimize göre, Garibnâme’sinde yer alan, “Türk diline kimse bakmaz idi / Türklere hergiz gönül akmaz idi / Türk dahi bilmez idi bu dilleri / İnce yolu ol ulu menzilleri.” mısrâlarının aslında bir Türkçe övgüsü değil dönemin yaygın ilim ve sanat dilleri olan  Arapça ve Farsça’nın övgüsü olduğunu ve Âşık Paşa’nın, bu dillerde ortaya konan incilerden mahrum kalan Türkleri aydınlatmak için eserini Türkçe kaleme almak zorunda kaldığını söylemeye çalıştığı bu satırları bir nevi özür beyânı olarak dizdiğini ifâde edenler de bulunmaktadır. Dolayısıyla Ö. Şenödeyici’ye göre “Âşık Paşa, Türkçe ve Türklük adına önemli bir eser ortaya koymuş, ancak Garibnâme’de Türkçe övgüsüne lafzen yer vermemiştir.” Ve söz konusu Türkçecilik, “akademik bir mit”tir.

Günümüze kadar 116 nüshası intikâl eden ve Batı Türkçesinin ilk hacimli telifi olarak 1330’da kaleme alınan 10.613 beyitten müteşekkil bu on bölümlük mesnevîsinde Âşık Paşa, dinî ve tasavvufî konularda Türkleri eğitmeyi amaçlamıştır. Onun için dil, hikmet ve mânâsıyla önemlidir ve herkes bu mânâları farklı vâsıtalarla öğrenebilir. Dilin amacı budur. O, eserinin Türkçe oluşuna bakıp mânâyı hor görmemelerini ister okuyucularından ve her dilin hakkı söyleyebileceğini ifâde eder. Bu anlamda evrensel bir dilci gibi düşünmektedir ve muâsırımızdır; fakat yine de Türk dilinin ifâde vâsıtalarıyla o bilinmez incileri açabileceğinin de farkındadır ve bu cephesiyle de millîdir. Âşık Paşa’nın, Fakr-nâme, Vasf-ı Hâl, Hikâye, Kimya Risâlesi, Elif-nâme gibi küçük eserleri de bulunmaktadır.

Göktürk Ömer Çakır

Nesimi kimdir?

Harflerin ve sayıların kutsallığı görüşünü benimseyen ve onlara sembolik anlamlar atfederek yorumlamaya çalışan bâtınî bir düşünce olan Hurûfîliğe mensup mutasavvıf ve şâir. İran kaynakları Şiraz’da, Osmanlı kaynaklarından bâzıları ise Bağdat ve Diyarbakır’da, çağdaşı olan İbn Askalânî  ise Tebriz’de doğduğunu belirtmiştir. Anadili Türkçe olan ve 16. asır Osmanlı tezkîre yazarı Âşık Çelebi’ye göre Türkmen aslından gelen Nesîmî, bâzı kaynaklara nazaran Hurûfîliğin kurucusu Fazlullah’ı Şirvan’da tanımıştır ve onun dâmâdıdır. Fazlullah’ın ölümünden sonra asıl şöhretine kavuşmuş olan Nesîmî, Anadolu’ya geldiğinde bu coğrafyada fikirleri için uygun bir vasat bulamayarak Halep’e gitmiştir. Burada o yıllarda Halep’e uğrayan Şeyh Bedreddin’le de görüşmüş olma ihtimâli bulunmaktadır.

Sonraki zamanlarda Dulkadıroğlu Ali Bey, Karakoyunlu hükümdârı Cihan Şah ve Fâtih Sultan Mehmed gibi beyler onun fikirlerinden etkilenmiş; fakat yaşadığı dönemde, ulûhiyet iddiâsı dolayısıyla Halep’in sünnî çevrelerinin tepkisini üzerine çekmiş ve hakkında çıkarılan bir fetvânın gereği, Memlûk Sultânı Melikü’l-Müeyyed’in (Şeyh el-Mahmûdî)onaylaması sonrasında saltanat nâibi Emir Yeşbek’in Nesîmî’nin boynunu vurup derisini yüzmesi sûretiyle yerine getirilmiştir. Vahdet-i vücutçuluğu, Allah’ın Âdem’de ve tüm insanlarda, bilhassa Fazlullah’ta tecelli ettiği düşüncesini, insan organlarının çeşitli sırları yüklendiğine dâir inançlarını, Kur’ân’ı şifrelerden mürekkep bir kutsal metin olarak gösteren tevillerini Türkçe şiirlerinde açıklıkla dile getirmesi Hurûfî düşüncesinin yayılmasında Fazlullah’tan daha etkili olmasını sağlamış ve pek çok menkıbeye konu olmuştur.

Nesîmî, Alevî – Bektâşîlerin yedi büyük şâirinden biri ve mazlum bir velî şehid olarak kabûl edilmektedir. O, aynı zamanda, Oğuz lehçesiyle oluşmaya başlayan klâsik ve âhenkli, coşkun ve lirik şiir dilinin kuruluşunda yeri olan ve sonraki Hurûfî meşrepli mutasavvıf şâirleri de etkilemiş önemli bir edebiyat târihi figürüdür de.

Göktürk Ömer Çakır

Süleyman Çelebi kimdir?

Kendi verdiği isimle Vesîletü’n-necât, halk arasında meşhur olan adıyla Mevlid’in yazarı olan Osmanlı müellifi, şâir. Çelebi olarak adlandırılmasından âlim ve ârif bir kişi olduğunu anladığımız Süleyman Çelebi Bursa’da doğmuştur. Bir Mevlid nüshasında yer alan kayıtta bu eserin şâir 60 yaşındayken yazıldığı bilgisi yer aldığından ve eserin bitiş târihinin de bilindiği hesaba katılarak (H. 812) doğum yılı kesinlik kazanmaktadır.

Kendisi hakkında bir doktora tezi hazırlayan N. Pekolcay’a göre kaynaklarda Çelebi’nin, Orhan Gâzi’nin sevgisini kazanmış, aynı zamanda silâh arkadaşlarından olan ve yine aynı Osmanoğlu Beyi tarafından İznik’te adına bir medrese kurulan, Muhyiddin Arabî’nin Füsûsü’l-hikem’inin şârihi ve bir rivâyete nazaran Osman Gâzi’nin de kayınbirâderi bilinen Şeyh Mahmud’un torunu olduğu belirtilmiştir.

Süleyman Çelebi bir süre kahraman Osmanoğullarından Sultan Yıldırım Bâyezid’in Dîvân-ı Hümâyun imamı olarak görev yapmış, daha sonra da Emir Buhârî’nin tavsiyesiyle, inşâsı 1400’de tamamlanan Ulu Cami’nin imamlığına getirilmiştir. Kimi kaynaklar kendisini Yıldırım Bâyezid’in oğlu Süleyman Çelebi’nin musâhibi saysa da yine Pekolcay’a göre, Timur gâilesiyle patlayacak Osmanlı iç savaşının bu tâlihsiz şehzâdesi, ömrünün uzun bir dönemini Bursa dışında geçirdiği için bu mümkün görünmemektedir.

Yazdığı Mevlid’iyle Peygamberimizi doğumundan irtihâline kadar mesnevî tarzında ve remel bahrinde tebcil eden Süleyman Çelebi milletimizin en çok bildiği ve okuduğu, yalın ve temiz Türkçesiyle asırlar boyu Osmanlı Türklerinin gönüllerini dilhûn eden ve onların torunlarını da aynı şekilde teshîr etmeyi sürdüren bir edebî anıt kurduğu gibi, dinî bir gelenek ve ihtifâlin de doğmasına yol açmıştır. Milletimiz Peygamberin velâdetinin yıldönümlerinde, çeşitli dinî törenlerde, ölümlerde, doğumlarda, hayırlı işlerin başında Kur’an’la berâber onun şiirini de dinlemekte ve bu millî estetik asırlardır yaşatılmaktadır. Devlet katında mevlid kutlamaları pek çok tafsîlât ve teşrîfatla gerçekleştirilmiş, 1910’dan îtibâren mevlid bir bayram olarak kânunlaşmıştır. Diğer yandan Türk milletinin yüce Peygamberinin doğumunu Erbil Atabeyi Muzafferü’d-din Kökböri’den bu yana kutladığı da unutulmamalıdır.

Süleyman Çelebi’nin, ölümsüz eserini yazmasını sağlayan motivasyona dâir bilinen rivâyet şöyledir: Bâtınî meşrepli İranlı bir vâiz Ulu Cami’de vaaz verirken Bakara sûresinin 285’inci âyetine atıf yaparak peygamberlerin arasında fark bulunmadığını, Hz. Peygamberin Hz. İsa’dan üstün tutulamayacağını söyleyince cemaatten bir Arap buna îtirâz edip kendisini aynı sûrenin 253. âyetinde peygamberlerden bir kısmının diğerlerinden faziletli kılındığına dâir ifâdelerle ilzâm etmiş; halkın vâizin tarafını tutmasıyla mesele büyümüştü. İşte bu hâdiseye çok üzülüp galeyâna gelerek “Ölmeyüp İsâ göğe bulduğu yol / Ümmetinden olmagiçün idi ol” beytiyle eserine başlayan Süleyman Çelebi daha sonra onu tamamlamıştır.

Büyük ve millî hizmetiyle Tanrı’nın mağfiret iklimine girmiş olmasını dilediğimiz bu hisli Türk şâiri imamlığını yaptığı Ulu Cami’ye defnedilmiş, 1950’lerdeki yol genişletme çalışmaları sebebiyle naaşı Çekirge Yolu üzerinde yer alan bugünkü türbesine nakledilmiştir. Onu şüphesiz ilk Osmanlı pâyitahtı Bursa’nın ve bütün Türk milletin mânevî ulularından saymak ve hâtırâsını tâzim etmek bir millî ve dinî vazifedir.

Göktürk Ömer Çakır

Kaygusuz Abdal kimdir?

Türkler arasında, bilhassa Azerbaycan ve Doğu Anadolu Türkleri’nde bir şahıs adı olarak da yaygın kullanılan abdal kelimesi daha çok Anadolu ve Rumeli’de başıboş dolaşan derviş zümrelerini veya bilhassa Kalenderî dervişlerini içermektedir. Bir tasavvuf terimi olarak 9. asırdan bu yana bilinen, 13. asırdan îtibâren İranlı ve Türk şâirlerin eserlerinde geçen bu kelime Fuad Köprülü’ye göre daha ziyâde ricâl-i gayb nazariyesiyle ilgili gibidir. Üçler, yediler, kırklar, kutup ve abdallar gibi adlarla anılan ve Allah tarafından dünyanın düzenini korumak üzere seçilen bu görünmeyen uluların, evliya ve sûfî zümrelerinin hayatları hakkındaki bilgiler de menkıbevi bir nitelik arz eder. Bu zümrelerin Türkiye Selçuklularının yıkılış döneminde, 1240’taki Babâîlik isyânıyla siyâsî ve toplumsal bir hercümerce sebep oldukları, burada dağılan bazı unsurlarının da bilhassa Osmanlı’nın kuruluşunda faal bir rol oynadıkları ve özellikle Bektâşîliğin bir tarîkat olarak teessüsünden îtibâren bu zümrenin içinde eridikleri düşünülmektedir. Bu bâtınî meşrepli hareketlerin 14 – 15. asırdaki temsilcilerinden birisi de pîri Abdal Musa’yla birlikte Bektâşîliliğin ulularından biri hâline dönüşmüş olan Kaygusuz Abdal’dır. Dr. Rıza Nur’un Ahmed Sırrı Baba’dannaklettiğine göre Kaygusuz’un pîri Abdal Musa ve Hacı Bektaş, amca çocuklarıdır.

Menkıbesine göre Alâiye sancak beyinin oğlu olup Gaybî adını taşıyan pehlivan, binici ve okçu bu bey oğlu, bir av sırasında vurduğu geyiğin peşine takılıp Abdal Musa’nın dergâhına ulaşmış. Orada bahsi geçen pîrin karşısına çıkarılıp peşine düştüğü geyiğin buraya geldiğini söyleyince Abdal Musa ona okunu tanıyıp tanıyamayacağını sormuş ve müsbet cevap alınca kolunu kaldırıp koltuğuna saplanan oku Gaybî Beye göstermiş. Bunu gören Gaybî Bey inkıyâd edip şeyhin hizmetine girmek istemiş; fakat ondan şu cevâbı almıştır: “Oğlum! Bu erenler yoluna gitmekliğe mutlak mücerredlik gerekdir. Sonunu düşünmeyüp sonra pişmân olmakdan dek durmak yeğdür. Zirâ kim, bu yol, ince; sarp bir yoldur ve bu yolun derd ü belâsı, mihnet ü cefâsı boldur (…)  Senin pederin bir sancak beğidir. O sana riyâzatı çekmeğe rızâ vermez. Var imdi pederinden icâzet al, ondan sonra bizim katımıza gel. Gönlüne de danış ki, sonra pişmân olmayasın.” Gaybî Bey, babasından pîrin istediği icâzeti alamadığı gibi, dağlarda geyik kılığında dolaşan bu pîrin kerâmeti üzerine onun dergâhına kapağı atan oğlunu engellemek isteyen babası, Teke Beyinin de yardımıyla Abdal Musa’nın üzerine yürümek istemiş; fakat Abdal’ın ve müridlerinin kerâmetleriyle yenilgiye uğramışlar. Olaylar pîrinin dediği gibi gelişen ve ancak bu gulguleden sonra babasının izniyle dergâhta kalan Gaybî Bey, beylikten ve bütün imkânlarından vazgeçtiği için, şeyhinin “Gaybî kaygudan rehâ buldun / Şim’den sonra Kaygusuz oldun” hitâbıyla Kaygusuz mahlasını almış. Kırk yıl Abdal Musa’ya hizmeti tâkiben izin isteyerek pîrinin yanına kattığı kırk abdal eşliğinde önce Mısır’a sonra da hacca gitmiş. Dönüşte Hz. Ali ve ehl-i beyt imamlarının türbelerini ziyâret eden Kaygusuz, bu yolculuktan sonra tekrar Abdal Musa’nın dergâhına avdet etmiş. Dr. Rıza Nur, farazî hesaplara dayanarak “742’de (1341) doğmuştur. 58 yaşında Mısır’a gelmiştir. 848’de ölmüştür. Yani 106 yıl yaşamıştır” dese de Kaygusuz’un doğum târihi bilinmemektedir. Ölüm târihi de şifâhî rivâyetlere dayanmaktadır. Dr. Rıza Nur kendisinden “Âlim ve kahramandır. Ateşli ve heyecanlı, orijinal bir şâirdir. Dirâyetli bir misyoner ve teşkilatçı”dır sözleriyle bahsetmiştir.

Şiirleri kendisinin Yûnus Emre’nin ilk tâkipçilerinden olduğunu göstermektedir. Küçük bir kısmını hece vezniyle yazdığı bu şiirler çoğunlukla aruz vezniyle kaleme alınmıştır. Dikkat çekici bir yan olarak onun şiirlerinde mutasavvıf bir şâire nazaran çok fazla dünyevî unsur yer alır. Neşelidir, dünyadan tad almak ister; bağlarda, kırlarda dolaşmak gibi idilik arzular, içki, güzel yemekler, atasözleri ve deyimlerle dolu yalın diliyle işlediği konulardandır.

Göktürk

Necati Bey kimdir?

Dîvân edebiyâtının ilk özgün şâirlerinden biri olan ve Bey unvânı muhtemelen Manisa sancağına çıkarılan Şehzâde Mahmud’un nişancılığını deruhte ettiği için kendisine tevcih edilen Necâtî’nin asıl adı İsâ veya başka bir rivâyete göre Nuh’tur. Kaynaklar şöhretini Kastamonu’da kazandığı ve burada hat sanatı ile uğraştığı bilgisini aktarmışlardır. Şâir, Fâtih döneminde İstanbul’a gelmiş, sultâna sunduğu şiirlerle onun takdîrini kazanarak Dîvân kâtibi olmuştur. Bununla birlikte kendisini asıl ortaya koyduğu dönem, (II.) Bâyezid dönemidir. Sultânın kişisel himâyesini gören şâir, evvelâ Şehzâde Abdullah’ın mâiyetinde Konya’ya giderek onun Dîvân kâtibi olmuş, şehzâdenin 1483’te ölümü sonrasında İstanbul’a dönüp burada ricâl-i devlete kasideler yazarak 20 yıl geçirmiştir. 1504’te bu defa Şehzâde Mahmud’un yanına, Manisa’ya nişancı olarak yollanmış, onun mâiyetinde Gazâlî’nin Kimyâ-yı Saâdet’ini, Avfî’nin Câmiü’l-hikâyât’ını tercüme edip bir Leylâ vü Mecnun mesnevîsi kaleme aldı. Bunlar dışındaki çalışmalarından da bahsedilir; fakat günümüze sâdece Şehzâde Mahmud’un yanında bulunduğu devirde toplayıp tertip ettiği Türkçe Dîvân’ı intikâl etmiştir. Himâyesinden çok memnun kaldığı bu şehzâdenin vefâtı sonrasına Necâtî, Sultan Bâyezid’in bağladığı maaşla geçinip vefâtına dek hiçbir mansıbı kabûl etmemiştir.

Eski Anadolu Türkçesinin bütün imkânlarını seferber edebilmiş bir şâir olarak Necâtî Bey, edebiyâtımız için önemli bir yerde durmaktadır. Onun, klâsik şiiirimize orijinal edâsını veren ilk şâirlerden olduğu ve Âşık Çelebi’nin “bi’l cümle şu’râ-yı Rûm’a üstâd-ı evveldir” sözüyle Osmanlı şiirinin kurucularından sayıldığı söylenmiştir; hattâÂşık Çelebi’nin aktardığına göre bizde İran şâirleri ayarında şâir bulunmadığı türünde incitici sözlerden onun sâyesinde kurtulduk (“Necâti Rûm’da fenn-i şi’rün maddetü’l-hayâtı ve şu’arâ-yı Fürsun seng-i ta’nı zahm-ı bî-rahmından şu’arâ-yı Rûm’un sebeb-i necâtıdur”). Sâde ve samîmî, tecrübelerini, dünya görüşünü ortaya koyan gazelleri, lirik ve hakîmâne beyitleri ve (II.) Bâyezid’in şehzâdeleri için yazdığı mersiyelerle tanınan Necâtî’nin en belirgin özelliği atasözü, deyim ve halk tâbirlerine duyduğu ilgi ile bunları şiirinde kullanmak konusunda gösterdiği başarıdır. “Egerçi agır olur taş koptugı yerde”, “Sa’y et göngül ki âşıga Bagdat ırak degül”, “Kim demişler dostum bing yıl yarak bir gün gerek”, “Bu meseldür dostum sag baş yastık istemez”, “Yerde kalmaz çün bilirsin dûd-ı âhı kimsenüng”, “Öksüz oglan göbegin kendü keser” gibi mısrâlarındaki atasözleri, “Kan yut cefâ-yı dehr ile bagrunga taş bas”, “Kadr ile şeref buldı yetişdi göge başı”“Agladıgını görüp başın döger taşdan taşa”, “Sık dost olmuşuz ki su sızmaz aramıza”, “Peri yüzlü güzeller hep senüng agzunga bakarlar” gibi mısrâlarındaki deyimler şiiriyeti bozmadan ve âhenkle kullandığı pek çok örnekten küçük bir kısmıdır. Yıldırım Bâyezid’in vezîri Kâsım Paşa ile başlayan, şiirde anlatım aracı olarak atasözlerini kullanma geleneği Necâtî’de doruk noktasına ulaşmıştır. Ayrıca şiirlerinde kelâm-ı kibâr tâbir edilebilecek özlü sözler de çokça kullanılmıştır. Muallim Naci’den öğrendiğimize göre, herhâlde bu edebî özelliklerinden ötürü, Yavuz Sultan Selim için çokça sarf edilen “Rakîbin ölmesine çâre yokdur / Vezîr ola meğer Sultân Selîm’e” beyti de bâzı tezkirelerde Necâtî’ye isnâd olunur. Oysa Selîm’in tahta geçmesi, onun ölümünden üç yıl sonra gerçekleştiği için bu isnatların gerçeği yansıtmadığını düşünmek gerekir.

Göktürk Ömer Çakır

Pir Sultan Abdal kimdir?

Alevî – Bektaşî geleneğinin yedi büyük şâirinden biri kabûl edilen Pir Sultan Abdal, “Mağrıptan çıkar görünü görünü / Kimse bilmez evliyanın sırrını / Koca Haydar şâh-ı cihân torunu / Ali nesli güzel imam geliyor” dörtlüğünden anlaşıldığı gibi, Şeyh Haydar’ın torunu ve Şah İsmâil’in oğlu olan Şah Tahmasb’ın zamânında yaşamıştır.  Sivas’ın Banaz köyünde doğan ve “İsmim Koca Haydar aslım Yemen’de” mısrâından aslen Yemenli ve isminin Haydar olduğunu anladığımız Pîr Sultan’ın Hz. Peygamber soyundan gelen bir seyyid olduğu da hemen her din ulusunda gördüğümüz gibi söylenegelmiştir.

Menkıbesine göre, küçük bir koyun çobanıyken bir elinde bâde, diğer elinde elma olan nûrânî bir ihtiyar görür ve onun elinden bâdeyi içtikten sonra elmayı alacakken ihtiyarın ayasındaki beni fark eder ve karşısındakinin Hacı Bektâş olduğunu anlar. Hacı Bektâş ona Pir Sultan mahlasını verip şöhretinin her yere yayılmasını, sazının ve sözünün üzerine saz ve söz gelmemesini dileyerek kaybolur.

Osmanlıların, doğuda yükselen Safevî tehlikesine karşı, onların siyâsî varlığı dışında Osmanlı coğrafyasındaki dinî-askerî odaklarına yönelik mücâdele ettiği bir dönemde bu “hasım” devletin ideolojisiyle hareket eden Pîr Sultan’ın da dikkatleri üzerine çekmesi muhakkaktı. Efsâne, bu konuyu trajik bir dille ele alır: Menkıbesinde Banaz’a gelip kendisini pîr olarak benimseyen bir Hızır’dan bahsedilir. Bu Hızır, kendisinin himmetini ve bu sâyede bir makâma geçmeyi dilemiş, Pir Sultan da “Hızır, vezir olursun; ama gelip beni asarsın” diyerek kerâmet göstermiştir; zîrâ aynı menkıbeye göre seneler sonra Pir Sultan’ı astıran, sonradan Paşa olacak bu Hızır’dır. Gölpınarlı, Hızır’ın kimliğinin net olmadığını söylemekle birlikte bir varsayımda bulunur. Ona göre; 1522’de Köstendil, 1554’te Şam Beylerbeyi olan, 1560’ta Bağdat’a tâyin edilip 1567’de ölen Hızır Paşa’nın, Pir Sultân’ın menkıbesinde geçen Hızır olma ihtimâli vardır. Muhtemelen paşa, Bağdat’a giderken Sivas’taki Pir Sultan hareketini de bastırmıştır. Bugünkü Kepçeli’de, uzun süre Darağacı olarak da bilinen mevkîde îdâm edilen Pir Sultan, yine menkıbesine göre darağacında kendisinden geriye sâdece hırkasını bırakarak yola koyulmuş, peşine düşen kollukları, Kızılırmak’ta üstünden geçtiği köprüyü “Gel köprü!” diye çağırmak sûretiyle batırıp, atlatmış, Horasan’a gidip Şâh’ın huzurunda nefes okuduktan sonra Erdebil’e vararak orada yatıp ölmüştür.

Türk halk edebiyâtının en önemli şâirlerinden sayılan Pir Sultan, kendisinden önceki halk şâirlerinden haberdardır ve onların temel nazım biçimi olan koşmayı çok kullanmış, halk şiiri tekniğinde büyük varlık göstermiştir. Şüphesiz en fazla etkilendiği şâir de Hatâyî’dir (Şah İsmâil). Dili yalın ve kimi zaman kullandığı terkipler halka mâl olmuş, bilindik terkiplerdir. Şiirinde mistik ve metafizik telâkkilerden ziyâde tabiî hâdiseler yer almıştır.

Göktürk Ömer Çakır

Karacaoğlan kimdir?

Doğduğu yer, yaşadığı dönem, şiirleri ve öldüğü yer konusunda pek çok ihtilâf olan şöhretli Türk halk şâiri. Araştırmacılar genellikle şiirlerine 17. asır cönklerinde rastlandığı için bu asırda yaşamış olabileceğini öne sürmüşlerdir; fakat cönklere şiir kaydedilmesi geleneğinin daha önceki asırlarda pek bulunmaması ve bahsedilen asırda yaygınlık kazanması bu geniş tarihlemenin bir alt terminus (sınır) kabûl edilemeyeceğini düşündürmektedir. Ayrıca 1546’da tamamlanan Lâtifî tezkiresinde Kar’oğlan adıyla geçmesi, Sultan (III.) Murad’ın 1582 yılında yaptırdığı sünnet şölenini anlatan Surnâme-i Hümâyûn’da “kimi Karacoğlan türküsü ile gönlün eğlendirir” ifâdelerinin yer alması, yine 16. asır bürokratı Gelibolulu Mustafa Âlî’nin görgü ve ahlâk kurallarını anlatan bir telifinde (Mevâidün Nefâis fi Kavâidi’l Mecâlis) adının şâir olarak zikredilmesi, 17. asır şâiri Âşık Ömer’in Şâirnâme’sinde çağdaşlarından bahsettikten sonra “Karac’oğlan eski meseldir” demiş olması, bir şiirinde geçen Şirvan’ın alınışına (1578 – 1579) yapılan atıf, çok güvenilir bir belge niteliği taşımamakla birlikte, “Sekseninde beratçığım yazıldı / doksanında kan damarım üzüldü / Yüz yaşında âzâlarım çözüldü” gibi bâzı mısrâlarından uzun bir ömür sürdüğü istidlâl edilebilecek  bu Türkmen halk şâirinin 15. asır sonları ile 16. asırda yaşamış olduğu iddiâsını güçlendirir.

Karacaoğlan’a atfedilen çeşitli şiirlere göre kendisini Erzurumlu, Kırşehirli, Binboğalı kabûl etmek mümkündür; fakat daha uzak iddialar da söz konusu edilmiş, meselâ W. Radloff Belgradlı olduğunu ileri sürmüştür. Yine Radloff’a göre asıl adı Simâyil’dir. Bazı kaynaklar ise adının Hasan, babasının da Kara İlyas olduğunu kaydederler. Doğum yeri hakkında şimdilik en kuvvetli ihtimâl Bahçe ilçesinin Farsak köyünde doğmuş olması ihtimâlidir. Daha genel bir ifâdeyle yazacak olursak, o, Güney Anadolu Türkmenlerindendir.

Ölüm yeriye ilgili de ihtilâflar mevcuttur. Tarsus yakınlarındaki Eshâb-ı Kehf mağarasında intihar, Maraş civarındaki Cezel yaylasında öldüğü yâhut İçel’n Mut ilçesindeki Çukur köyünde medfûn olduğu veya Erzurum Oltu’daki Penek köyünde ölüp Zemzem Dağı’ndaki Yasamal Yaylası’nda gömülü olduğu gibi iddiâlar bahis mevzuudur.

Görüldüğü üzere hemen pek çok halk şâirinin başına gelen Karacaoğlan’ın da başına gelmiş, belirsiz zaman ve mekânlarda halkının dilinde ve gönlünde yaşamış ve hâlâ yaşamayı sürdürmektedir. Kendisine atfedilen şiirler de aynı gelenek uyarınca bâzen eski bir şiirin varyantıdır, bazen de söyleyişi onu andıran başka halk şâirlerinin dağarcığından çıkmıştır. Onun şiiri, Tanrı’dan ziyâde insana dönük ve hiçbir tasavvufî unsurun yer almadığı lâdinî bir şiirdir. Hayâlci değil gerçekçi olan Karacaoğlan, süs ve gösterişten uzak, söylemek istediklerini doğrudan söyleyen, merkezî yerlerde yaşayan halk şâirlerinin etkisinde kaldığı Dîvân edebiyâtı unsurlarından müteessir olmamış ve temel konusu maddî aşk olan, “Nerde güzel görsen orda kalırsın /Ben senin derdini çekemem gönül” ifâdelerinde görüldüğü gibi, her güzelliğe, her dilbere karşı istekle dolu, tutkulu, “Söyleyim ben sana sözün doğrusun / Soyunup koynuna girmeye geldim” mısrâlarından ve pek çok benzerlerinden de anlaşılacağı üzere sevmek ve sevişmek konusunda serbest, tabiatın içinde katı kural ve yasaklardan âzâde Türkmen oymak hayâtının parçası şeklinde vasfedebileceğimz bir halk şâiridir.

Göktürk Ömer Çakır

Baki kimdir?

Âşık Çelebi’nin, “Fusahâ fırkasınun birisi de Bâkî’dür / Şu’arâ zümresinün şöhre-i âfâkıdur” dediği ve Sultânü’ş-şuârâ unvanıyla anılan, Osmanlı dîvân edebiyâtının, ilmiye sınıfına mensup (Yine Âşık Çelebi’nin ifâdesiyle “Mantık u kelâmda dem – i mesîhası vardur”) büyük şâiri. Daha ziyâde gazelleriyle tanınan, hatta Anadolu şâirlerine gazel tarzını öğrettiğine dâir mısrâlarla övülen şâir, Fuzûlî’nin aksine rind meşreplidir; hayata ve dünya nîmetlerine bağlı, ayrıca yine onun aksine ömrü boyunca ihsân görmüş, dört pâdişah devrinde çeşitli bürokratik mevkilerde bulunmuştur.

Eğitimine Süleymaniye Medresesi’nde başlayan şâir, yapımı esnâsında Süleymaniye Külliyesi’nin de binâ eminliği görevini deruhte etmiştir. Hocası Kadızâde Şemseddin Efendi’nin Halep kadılığı sırasında onun yanında bulunmuş, burada 4 yıl kalıp İstanbul’a döndüğünde şeyhülislâm Ebûssûd Efendi’nin çevresine girip, bundan birkaç yıl sonra da çeşitli medreselerde hocalık yapmıştır. Sultan Süleyman’ın iltifat ve hediyelerine nâil olmuş, sultânın vefâtı sonrasında onun için ünlü mersiyesini kaleme almıştır. Hatta Nef’î, bir kasidesinde bu mersiye dolayısıyla “Kim bilürdü şuarâ olmasa ger sâbıkda / Dehre devletlü gelüp yine giden şâhânı / Haşre dek âb-ı hayât-ı sühân-ı Bâkî’dür / Andırup zinde kılan nâm-ı Süleyman Hân’ı” diyerek şâirler olmasa pâdişahları kimsenin tanımayacağını, pâdişâhı ölümsüz kılanın Bâkî’nin ölümsüzlük suyunu andıran sözleri olduğunu ifâde etmiştir.

(II.) Selim döneminde câize bulamayıp kısa bir dönem açıkta ve mâzûl kalan şâir, büyük münşî Feridun Ahmed Bey vâsıtasıyla Sokollu Mehmed Paşa’nın himâyesini kazanmış ve Sahn-ı Semân müderrisliğine getirilmiştir. (III.) Murad döneminde Süleymaniye müderrisi olan Bâkî, bir yanlış anlama sebebiyle pâdişâhın gadrine uğrasa da bunun düzeltilmesi sonrasında Edirne’de Selimiye müderrisliğine, bunu tâkîben de Mekke kadılığına getirilmiştir. 1582’deki dönüşü sonrasında fâsılalarla birkaç defa İstanbul kadılığına nasb ve azledilen şâir, 1592’de Rumeli kazaskerliğine tâyin edildi; fakat bu da kısa süreli bir görev oldu. Ömrünün sonlarına doğru en büyük emeli şeyhülislâm olmaktı; lâkin bu konuda uyanan ümitleri hep hayâl kırıklığıyla sonlandı. Oturmaya niyetlendiği makâma geçerek onun arzularının son kez yıkılmasına sebep olan Sunullah Efendi, 7 Nisan 1600 târihinde vefât eden şâirin cenâze namazını kıldırırken onun, “Kadrini seng-i musallâda bilüp ey Bâkî / Durup el bağlayalar karşuna yârân sâf sâf” beytini okumuştur.

Bâkî, şiirlerinde hayâtın zevklerini dillendirip fâni insan ömrünün eğlence meclislerinde hayattan zevk alarak geçirilmesi gerektiğini söylemiştir. Bunu coşkun ilhamlardan ziyâde şekil üzerinde durup şiirini türlü edebî sanatlarla zenginleştirerek yapan şâir tasavvufa pek meyletmemiş, hattâ dîvânında dinî içerikli şiirler de pek yer bulmamıştır. Şiirinde İstanbul hayâtının ve devrinin haşmetinin yankıları duyulan, tabiattan canlı tabloların yansıdığı Bâkî, bu neşeyâb mısrâlarla Nedîm’in de öncülerinden kabûl edilebilir. Türk şiirine salt soyut bir bediî zevk lisânını terennüm ederek değil, teknik olarak da katkı sağlayan Bâkî, M. Çavuşoğlu’nun ifâdeleriyle “Kendi çağında ve sonraki yüzyıllarda gelen sanat ve edebiyat adamlarının çoğunun belirttiği gibi, şiirde söyleyiş tarzında yenilik yapmış, imâle ve zihaf denilen dil kusurlarını asgariye indirmiştir. Ahmedî’den Bâkî’ye kadar gelen şairler, Türkçe’yi aruza uydurmk için yapılan, hecelerde uzatma ve kısaltma şeklinde özetlenebilecek olan bu kusurları belli nisbette gitgide azaltmışlardı. Bâkî’nin şiirlerinde bunlar okuyanın dil zevkini incitmeyecek dereceye düşmüştür.” Türk târihini uzun bir şiir olarak kabûl edersek, bu şiirin berceste mısrâı sayılan yaşadığı 16. mîlâdî asırda pek çok zirveden birisi sayılacak Bâkî, Türk şiirini asırlar boyunca etkilemiş, şiirlerine Cumhuriyet devrinde bile nazîre ve tahmisler yazılmıştır.

Göktürk Ömer Çakır

Nefi kimdir?

Aslen Erzurum Hasankaleli ve asıl adı Ömer olan şâirin babası, Kırım hanlarının hizmetinde bulunmuştur ve o da şâirdir. Nef’î mahlası kendisine, hâmisi Gelibolulu Mustafa Âlî tarafından verilmiştir. İstanbul’a (I.) Ahmed’in saltanat döneminde gelen, ondan sonraki Genç Osman, (I.) Mustafa ve (IV.) Murad dönemini idrâk eden şâir, asıl şöhretine bu sonuncu Yavuzmeşrep pâdişah zamanında erişmiş ve onun musâhibi olmuştur; öyle ki pâdişah tarafından çok sevildiği gibi, şiir vâdisinde de çok methedilen ve kendi şâirlik değerinin Nef’î’den düşük olduğunu, şiir âleminin sultânı olan Nef’î’nin tâbii olduğunu belirten sultânın himâyesi olmasa, yaşadığı dönemin pek sert dilli heccavı olan Nef’î’nin çok daha önce katledilmesi muhakkaktı.

Nef’î, kendisine verilen bu kıymete rağmen, edebiyat târihçimiz merhûm Ahmet Kabaklı’ya göre, belki de değersiz şahsiyetlerin yükseldiği bir bürokrasi manzarası karşısında kendi küçük memuriyeti dolayısıyla duyduğu sıkıntıdan olsa gerek, devrin önde gelenlerini Sihâm-ı Kazâ adlı hiciv derlemesinde cem ettiği şiirlerinde zehirli bir dille yerden yere vurmuştur. Hatta kendisinden rahatsız olanların, onun hakkında söyledikleri “İsmi Nef’î olan hicivci şâirin öldürülmesi, tıpkı engerek yılanının katli gibi dört mezhepte de vaciptir” meâlindeki Farsça beyit, yarattığı rahatsızlığı kâfi derecede açıklamaktadır.

Nef’î, dilin tüm varlığını kullanabilen ve bu sâyede ihtişâmlı bir âhenk ile biraraya getirdiği kelimelerle aynı zamanda etkileyici bir mısrâ mûsıkîsine sâhip olmuş üstün bir sanatçıdır. O da bunun farkında olarak yazdığı kasidelerde bol bol kendisini methetmekten geri kalmamış, “Sözlerin de pâdişâh-ı kâmrânidir sözüm”, “Akl-ı küll ders okur, endişe-i idrâkimden” gibi mısrâlarla nefsini tebcil etmiş, kendisine “bir âlem-i lâhut-nişân lâzım” olduğunu söylemekten içtinâb etmemiştir. Onun beyitlerinde, geniş ve zengin mecazlarla süslü mısrâlar olmasına rağmen, Bâkî’deki gibi biçim kaygısı ve hesaplı söyleyiş yoktur. Bu teknik hesapsızlık hâriç tutulursa, büyük bir kasîdeci olmasına rağmen hiciv sanatkârı olarak ün kazanmasını şüphesiz aynı hesapsız kişiliğine borçludur. Nef’î, belki de kasîdelerinde devrin liyâkatsiz büyüklerini övmek zorunda kalırken, bu şeâmetli çürüme çağlarının ve tuhaf insanlarının ortasında, övmesi gereken destan kahramanlarının çağını geçirmiş ve yanlış bir zamanda doğmuş olmanın iç huzursuzluğu eşliğinde yergiye sarılmıştır. Öyle ki onda yerginin “iyileşmez bir illet gibi” olduğu ifâde edilmiştir. Bununla birlikte onu, Bağdatlı Rûhî’deki gibi bir Osmanlı Iuvenalis’i olarak anmıyoruz. Çünkü Rûhî’nin tepkileri, cemiyetin tüm sosyal zümrelerini kaplıyordu. Oysa Nef’î, ricâl-i devleti ve tanınmış isimleri gezleyen bir sövücü şâirdir ve nitekim bu sövgülerinin kurbânı olmaktan da kurtulamamıştır.

Rivâyete göre Sihâm-ı Kazâ adlı eserini okuyan Sultan (IV.) Murad’ın, o esnâda yakınına düşen bir yıldırımı uğursuzluk alâmeti sayarak Nef’î’yi çağırttığı ve kendisine bir daha hicviyye yazmamak konusunda tövbe ettirdiği söylenir. Hatta bu hâdiseye dayanılarak “Gökten nazîre indi sihâm-ı kazâsına / Nef’î diliyle uğradı Hakkın belâsına” beyti söylenmiştir. Görülüyor ki onun hiciv kudreti yıldırımla eşdeğerde tutulmuştur. Bu hâdiseye rağmen vezir Bayram Paşa hakkında hiciv yazmaktan geri kalmayan şâir, pâdişâhın bunu öğrenmesi üzerine huzura çağırılmış, yeni bir hiciv yazıp yazmadığı sorulunca da gafletle söz konusu kişi hakkındaki şiiri cebinden çıkarıp pâdişâha sunmuştur. Pâdişah, hicvi keyifle dinlemiş; fakat Bayram Paşa’nın ısrâsı üzerine şâiri odunluğa tıktırıp sonra da boğdurtmuş; Nef’î de şiirine yıldırımların nazîre yazdığı bir şâirin ateşini söndürebilecek tek mezarlığa, Boğaz’ın soğuk sularına bırakılarak edebiyat târihimizin hayıflı hikâyelerinden birine dönüşmüştür.

Göktürk Ömer Çakır