Kadim Şehir Kudüs ve Fethi

Yeryüzü, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren insanın varoluşunu tamamladığı ve devamlılığını sağladığı kadim şehirler ile doludur. İnsanoğlu kendi yaşam serüvenini inşa ettiği şehirler ve medeniyetler ile sağlamıştır. Şehir demek medeniyet demektir. Medeniyet kurmak zor ve sancılı bir tecrübe gerektirmektedir. Bu vesile ile insanoğlu tarafından kurulan şehirler; bir milletin ruhunun, hayat tecrübesinin, maddi ve manevi kültürünün yaşadığı ve hâkim olduğu yerlerdir. Her şehrin bir ruhu vardır. Şehre hâkim olan toplulukların dini ve milli değerleri o şehri anlamlandırır ve ulvîleştirir.

Kudüs’te yeryüzünde inşa edilen, değeri ve önemini asırlarca kaybetmeyen ender kadim şehirlerden birisidir. Kudüs’ü anlamlı ve önemli kılan başta İslamiyet olmak üzere semavi dinlerin ona atfettiği kutsallık ile birlikte siyasi, sosyal ve ekonomik yönleridir.

Kudüs tarihi süreçte birçok farklı dini ve etnik unsura ev sahipliği yapmış, birçok köklü kültürün barındığı ve iç içe yaşadığı bir şehir olmuştur. Sahip olduğu maddi ve manevi zenginliği nedeniyle birçok hükümdar ve devletin sahip olmak ve yönetmek istediği, bu uğurda da ciddi mücadelelere giriştiği bir şehirdir.

Kadim şehir Kudüs üç büyük semavi dinin izlerini taşımaktadır. Müslümanlar için ilk kıble, Museviler için Süleyman Tapınağının merkezi, Hristiyanlar için ise dünyanın merkezi ve Mesih’in ikinci kez döneceği yer olarak kabul edilmektedir.

Tarihi süreçte iki defa yok edilmiş, 23 defa işgal edilmiş, 52 defa saldırıya uğramış ve 44 defa da ele geçirilip tekrar kurtarılmış bir şehirdir Kudüs.

Müslümanlar tarafından Kudüs 638’de fethedildi. Rivayete göre Kudüs piskoposu Sophronius şehrin anahtarını sadece halifeye teslim edeceğini beyan etmiş ve bunun üzerine halife Hz. Ömer bizzat Kudüs’e gelerek şehri teslim almıştır. Tarihte “Ömer Fermanı” olarak bilinen ve inanç özgürlüğünün ile hoşgörünün emsali olan fermanı bu vesile ile burada yayınlanmıştır.

Müslüman yönetimi altında Kudüs en parlak dönemini yaşamıştır. Emevîler döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devletin merkezini Dımaşk’a nakletmesinden sonra Kudüs’ün önemi daha da artmıştır. Şehir Müslümanlar tarafından imar edilmiş, tarihine ve şanına yaraşır şekilde bir şehir olarak tüm imkanlar ile donatılmıştır. En önemli imar faaliyeti şüphesiz Emeviler döneminde inşa edilen Kubbetü’s-sahra ve bu dönemde tekrar tamir ve inşa edilen Mescid-i Aksâ olmuştur.

Malazgirt savaşı sonrası Anadolu’da güçlenen Müslüman Türk varlığı karşısında büyük bir telaşa ve endişeye kapılan başta Roma İmparatorluğu ve Kilise tarihe Haçlı Seferleri olarak geçecek büyük bir girişimi başlatmış oldular. Bütün Avrupa uluslarının vatandaşlarından oluşan ve eşsiz imkanlar ile donatılmış tarihin görebileceği en muazzam orduları meydana getirdiler. Bu muazzam ordunun en büyük gayesi Anadolu’da Türk varlığına son vermek ve başta Kudüs olmak üzere Müslümanların elinde bulunan kendi kadim kutsal şehirlerini tekrardan ele geçirmekti.

Haçlı ordusu 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçirerek burada bir Latin Krallığı ve papalığa bağlı bir kilise kurdu. Haçlılar başta evlerde ve camilerde olmak üzere şehirde ne kadar kadın, erkek ve çocuk varsa öldürdüler. Mescid-i Aksâ’ya sığınmış olan halkıda kılıçtan geçirdiler. Yaşanan bu facianın görgü tanığı olan tarihçi Raimundus, mâbedlerin bulunduğu bölgeye giderken cesetlerin ve dizlerine kadar çıkan kan birikintilerinin içinden geçmek zorunda kaldığını ifade etmiştir. Katliamda ölenlerin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte dönemin kaynaklarında Müslüman ve Musevilerin nüfusunun hemen hepsinin kılıçtan geçirildiği belirtilmektedir. Latin Krallığının egemenliği Kudüs’ün en karanlık dönemlerinden birini teşkil etmiştir.

Müslümanlar şehre tekrar sahip olmak için birçok askeri harekât düzenlediler ve kuşatmalarda bulundular. Müslümanlar ve Krallık Ordusu arasından birçok kez münferit çatışmalar yaşanmaktaydı. Son olarak Krallık Ordusunu bağlı bulunan askerlerin Müslüman kervanına saldırması sonucunda sabrı taşan Selâhaddin, 4 Temmuz 1187’de Hittîn mevkiinde yapılan savaşta Kudüs krallık ordusunu yok etti ve Kudüs üzerine yürüdü.

Bu sefer sırasında Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs’ün tarihi ve dini önemini aksettiren şu sözleri tarihe geçmiştir:
“Kudüs’ün, Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeyi muhasara etmek ve savaşın gerektirdiği yollarla şehre hücum etmek ve girmek istemiyorum.”
Eyyübi yönetimi altında Kudüs’te huzur ve refah hâkim oldu. Şehir eski günlerindeki gibi sosyal, siyasi ve ekonomik dirliğe tekrar ulaştı. Böylelikle şehir yaklaşık 145 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmiş oldu.

İlerleyen yıllarda Suriye topraklarında hüküm süren bir diğer Türk devleti olan Memlüklüler ile Eyyübiler arasında şehir birkaç kez el değiştirse de son olarak Abbâsî Halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın aracılığıyla Suriye’deki Eyyûbîler ve Memlükler arasında yapılan barış antlaşması ile Kudüs Memlükler’e bırakıldı. Memlüklüler’in Kudüs siyaseti de daha önceki Müslüman devletlerin izlediği politikalara benzer bir seyir izlemiştir. Memlüklülerde Türk-İslam mührünü Şehre vurmuşlar, şehrin imarı ve ihyası için gereken tüm donanımı sağlamışlardır.

XVI. asra gelindiğinde en parlak dönemini yaşayan Osmanlı devleti ve onun meşhur hükümdarı Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkmış ve Mercidâbık’ta Memlükler’e karşı zafer kazanmasının akabinde Kudüs Osmanlı Türkler’inin eline geçmiş oldu. Kudüs yaklaşık 4 asır Osmanlı yönetiminde kaldı ve Osmanoğulları da Kudüs’e tarihi önemine binaen gereken desteği ve önemi verdiler.

XX. asra gelindiğinde ise Birinci Dünya Savaşı’nın menfi sonuçlanması ve Osmanlı Devlet’inin inkıraza uğraması sonucunda Kudüs’te “Manda Yönetimi” hâkim oldu. Yahudi nüfusunun bu bölgeye ve şehre göçü hızlanmış ve ardından ilan edilen Balfour Deklarasyonu ile de Yahudi siyasi varlığı İngiltere tarafından bu bölgede desteklenmiş oldu.
Bu tarihten itibaren Kudüs günümüze kadar devam edecek olan sorunların yaşandığı karanlık bir şehir hüviyeti kazandı. Müslüman nüfus göç ettirilmeye zorlanmış, Müslüman ibadethaneleri zarar görmüş ve İsrail’in ardı arkası kesilmeyen zulümleri Kudüs’ü acı bir vatana dönüştürmüştür.

Kudüs başta Müslümanlar olmak üzere Müslüman yönetimi altında yaşanmış olan tarihteki parlak ve refahı yüksek günlerini tekrardan beklemektedir.

Umut Güner

Ortadoğu Kavramı nedir ve Ortadoğu neresidir?

Ortadoğu” beşeriyetin varlığı ile beraber tarihî çağlardan itibaren önemli bir merkez olmuştur. Tabiî öncelikle “Ortadoğu” tanımının siyasi bir tanım ve kavram olduğunu belirtmekte fayda var.  İngiltere siyasetinin ürünü olan bir kavramdır. İngiliz Üst Aklı’nın yarattığı, içini doldurduğu ve kendi devlet politikalarını inşaâ ettiği bir olgudur.

Ortadoğu, Semavi dinlerin varlık alanı bulduğu bir coğrafya olması hasebi ile tarihi süreç içerisinde yeryüzünün en gözde toprakları olagelmiştir. Özellikle de semavi dinlerin merkezi olması, bu topraklara muazzam bir zenginlik ve potansiyel kazandırmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi üç önemli semavi dinin bu topraklar üzerindeki varlığı ve hassasiyeti dolayısı ile bu coğrafya her zaman insanoğlunun ilgi ve alakasına mazhâr olmuştur.

Coğrafya bütün bu hususları sebebi ile kozmopolit ve çok kültürlü bir yapı kazanmıştır. Bu yapısı nedeni ile de yeryüzündeki tüm insanların ve kültürlerin karşılaşma ve kaynaşma noktası olmuştur. Bu gerçekler zamanla bu topraklara ticari yâni ekonomik refahın dışında kültürel alışveriş imkanı da sağlamıştır.  Fakat tüm bu ifade ettiğimiz hususlar bahsi diğerdir. Bu coğrafyayı önemli kılan nedenler modern dönem ile birlikte ortaya çıkan sanayi teşekküllerinin ihtiyâcı olan hammade yani petroldür.

Bu coğrafya Ortçağlar’dan itibaren bir çok savaş ve istilânın yaşandığı topraklar olmuştur. Haçlı Seferleri, Latin Faaliyetleri, Müslüman-Türk akıncıların siyasi varlıkları vs. hepsi bu coğrafyanın öneminin ve dünya siyasetindeki belirleyiciliğinin sebebi olmuştur.

Tarihi süreçte Müslüman Araplar ve akabinde de Müslüman Türkler’in bu coğrafya üzerindeki tesir ve varlıkları bu topraklara uzun yıllar sürecek olan refah ve huzuru ortamını tesis etmiştir. Memlüklü Türkleri sonrası bu topraklardaki Osmanlı varlığı âdeta bu toprakların Müslüman ve Türk karakterini inşâ etmiştir. Osmanlı Barışı’nın (pax-ottomana), ruhu bu topraklar üzerinde yaşayan Arap, Yahudi, Ermeni, Kürt ve Türk başta olmak üzere bir çok etnik unsurun barış içerisinde uzun yıllar bir arada yaşamasını sağlamıştır.

Bu topraklarda uzun yıllar süren Müslüman Türk varlığı, bu toprakları Türkleştirmiş ve İslamlaştırmıştır. Sosyal yaşamdan, sanat ve mimariye kadar bir çok alanda bu coğrafyada Müslüm Türk izlerini bugün dâhi bulmak ve görmek mümkündür. Bu topraklar tamamı ile bizim tarihimizin ve kültürümüzün  bir parçasıdır. Bizim hafızamız ve yaşayan tarihimizdir.

Ancak, Osmanlı’nın son dönemi ile birlikte bu topraklar üzerinde oynanan küresel siyasetin gayr-ı ahlâki tecavüz, tahrik ve fiili faâliyetleri neticesinde Müslüman Türk’ün siyasî varlığı mâlesef bu coğrafyada sarsılmaya başlamıştır. Özellikle, I. Dünya Savaşı ve aldığımız yenilginin neticesinde bize dayatılan antlaşmalar ile bu topraklar bizden koparılmak istenmiş ve koparılmıştır. Küresel güçlerin masa başında çizdiği harita ve sınırlar ile bu topraklar ile olan tarihi ve kültürel bağımız ve birliğimiz koparılmıştır.

Umut Güner